Sayfalar

26 Haziran 2012 Salı


Mülk Kimin;

 HACI EMMİ’NİN Mİ,  G-20 ÇETESİ’NİN Mİ?



Ontolojik olarak oldukça köklü olan “Mülk Allah’ındır” vecizesi, dini literatürümüzün vazgeçilmez retorik kaynağı Kur’an-ı Kerim’in Nur suresi 42. ayetinden kısaltılarak alınmış. Ayetin meali: “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.” Yine Mülk suresi 1. ayetin meali: Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü yeter.” Bu vecize başka ayetlerde de geçmekle beraber, yazının içeriği için bu iki ayet fazlasıyla yeterlidir.
“Mülkiyeti” dinsel kavram (ıstılah anlam) bakımından ele alan İslamcı/dindar çevreyle; dini literatüre vakıf olmayan Kemalist ve sosyalist çevre, bu konuda birbirinden epeyce ayrışan algı ve yorum farklılığına gitmektedirler.
Pozitivizmden uzak, farklı bir söylem ve inanışı olmasına rağmen, dindarın sorunlu “dinsel düşünüş” yaklaşımında; “mülkiyeti” ontolojiyle olan ilişkisi dışında kullanma yanlışı da vardır. Ya da çağın algısına çevirmeden; modern dönemin siyasal ve iktisat/kapitalist sistemine karşıt olması gereken gerçek söylemine aktarmadan kullanması İslam’daki “mülkiyet” kavramını neredeyse profan çevrenin “sahipsizlik/lükata” sözcüğüne yüklediği anlama eşitlemiştir.
Aynı yanlışı (!) Peygamber Hz. Salih’in (soydaşları) “Semud” da yapmıştı… 
Peki, Semud kavmi mülkiyeti nasıl anlıyordu?
Bu sorunun cevabını Kur’an’da, Hz. Salih’in devesi kıssasında açıkça bulabiliriz.(1) 
Peygamber Hz. Salih, doğaya (Allah’ın arzına= فِي أَرْض اللّه) saldığı ve “Allah’ın dişi devesi” (nâqatullâhi /نَاقَةُ اللّهِ) dediği bir testle yüzleştirdiği; dönemin yağmacı ve gaspçılarının “sabıkalarını” halka faş etmişti. Semud’un yağmacıları için mülkiyetin ne anlama geldiğini ve mülkün kime ait olduğunu Hz. Salih’in devesi üzerinden kolayca anlıyoruz:
Semud kavmi, “iktisadi ve yönetsel” olarak güçlü ve silahlı durumdaki gaspçı, hırsız bir çete (oligarşisinin) organizasyonunun (yasa koyucu bir siyasal toplumun) tasallutuna düşmüştü… Bu oligarşi; dönemin zenginlikleri/iktisadi pazarı sayılan su kuyuları, hayvan otlakları, hurma bahçeleri, yakacaklar ve taş ocakları gibi doğal kaynaklarını yağmalayan; muhtemelen halkı vergi veya haraca bağlamış silahlı bir yönetici tabakasıydı. Kısaca modern algıyla “G20 Çetesi”; dindar algısıyla “9 Çete” mülkü ele geçirmişti…
Hz. Salih (as) bu topluma elçi olarak gönderildiğinde aralarında ikiye ayrıldılar.(2)
1- Organize haldeki çeteyi fiili ve fikri olarak destekleyen çıkar (burjuva) grupları.
2- Güçsüz; çaresiz ve bireyselleşmiş durumdaki sesiz çoğunluk; Hz. Salih’in pasif destekçileri…  
Peygamberin gelmesiyle birlikte işler tersine döner. Böylece sessiz ve zayıf çoğunluk, bir söylem fikrine kavuşur; iktisadı ve iktidarı elinde tutan yağmacı çete yanlılarıyla karşı karşıya gelirler ve doğal kaynaklar (mülkiyet/iktidar ve rızık) üzerine aralarında bir çatışma/anlaşmazlık başlar. Ve dengeler, sözde düzenin(!) aleyhine bozulur.
Salih Peygamber’in bu yağmacıları, adaletli ve erdemli olmaya çağırmasına karşılık, çete/iktidar mensuplarının tavrı; onu düzen bozucu ilan etmek, çağrısını reddetmek ve öldürme planları yapmak olur…
Hud Suresi-64. ayetin Türkçeye çevirisinde;  Hz. Salih, halkın mülkiyette hak ve ortaklığını tanımayan Semud’u şöyle uyarır:
“Ey kavmim (ey yağmacı iktidarlar)! Bu, Allah’ın dişi devesi; doğadaki canlılık döngüsünün (ekosistemin ve bereketin; rızık/iktisadi paylaşımın bir sembolüdür) işaretidir! (Her canlı) Allah’ın arzında (doğal kaynaklardan, kendi rızkından adilce; hak ettiğince) beslensin. Kötü amaçlarla buna (sembole) el sürmeyin (Allah’ın canlıları rızıkta ortak kıldığı doğal kaynakları adilce paylaşın; yağmalayıp, güçsüzlerin ve gelecek nesillerin hakkını gasp etmeyin). Bu kötülüğü yapanlar en büyük azabı (cezayı) hemen gör(ür.)sün.”
Semud çetesine göre “Dişi deve; içeceği su, otlayacağı ve serbestçe dolaşacağı araziye mülkiyette bir ortaktır. Hz. Salih ise yönetsel alanlarına müdahil olan yasa dışı bir muhaliftir.” Yani “doğal kaynakların” tamamı güçlülerindir (sahipsizdir) ve dönemin bilinen piyasa ekonomisinin mülkiyeti/yönetim hakkı zayıf halk katmanına ait değildir...
“Allah’ın dişi devesi” Semud’un “9 gaspçısı/çetesi” için, su ve merayı tüketen bir ortak iken; aynı zamanda başıboş, sahipsiz (üzerinde kimsenin mülkiyet hakkı olmayan, rızıkta buluntu hükmünde) bir maldır…  Hz. Salih (as.)’ın Semud’u test etmek için dişi (doğurgan/bereketli) deveyi seçmesi ve ona Allah’ın demesi olağanüstü bir bilgeliktir. Gerçekten Semud Çetesi, düşüne ve uygulaya durdukları “Allah’a ait olan sahipsizdir!” anlamına gelen; yağmacı, gaspçı fiilleriyle gerçek hallerini bu testle ortaya koymuşlardır. Doğaya salınan dişi deveyi, üzerinden fazla bir süre geçmeden saldırıp, “ayaklarından” (canlının rızık arama hakkını) keserek mülk üzerindeki otoritelerini korumuşlardır.
Dişi deve hemen ölmediyse muhtemelen yürüyemediği için açlık ve susuzluktan bir süre sonra ölmüştür (şayet gebeyse yavrusuyla birlikte). Böylece Semud’un suya ve meraya hiç kimseyi ortak kabul etmediklerini, yavrusu için rızkını arayan bir canlıya (doğurgan/yeni kuşaklara) bu fırsatı vermeyeceklerini göstermişlerdi. Ayrıca Salih Peygamberi öldürme işini de planlamış olarak; kurdukları idari sisteme dışarıdan müdahaleyi bertaraf etmeye girişmişlerdi…
Sorun şu ki, Semud’dan bu yana binlerce yıl geçmesine rağmen insanlığın; Allah’a ait olanı, varlıkların yani “halkın doğal kaynaklardaki mülkiyet hakkı” olarak görmesi yerine, “sahipsizlik” sıfatına taşımaları benliklerdeki “sınırsız ve haksız mülkiyet” arzusunu hep iktidara taşımaktan uzaklaşmadığı gerçeğidir.
Bu kıssanın sonucunda, yani “Allah’ın dişi devesini” öldüren antik Semud kavminin ve modern çete “G20’nin” asal olan “yağmacı ve gaspçı” mantığını şu dört maddede özetleyebiliriz:
1- Doğal kaynaklar(iktisat/rızıklar) üzerindeki mülkiyet hakkı yalnızca güçlülere aittir.
2- Güçlüler, elde tuttuğu doğal kaynaklara (iktisadi pazara) zayıf ortak kabul etmez.
3- Zayıflar, izinsiz olarak doğal kaynaklar üzerinden pay alacak kararlar veremez. 
4- Gelecek nesillerin doğal kaynaklarda hakkı yoktur veya bu pay zayıf soylulara sınırlanmıştır… 
Yeri gelmişken, devenin “dişilik” sıfatının doğal hayatın/canlılığın korunması ve ekosistemin bir sembolü olarak, üreteceği gelecek kuşaklar/bereket anlamlarına taşınmasının doğru olacağı kanaatindeyim. Ayette geçen “9 Çete” sayısının ise insanlığın uygarlık sürecinde ortaya çıkardığı/çıkaracağı; yağmacı ve gaspçı rejimlerinin niceliksel tezahürlerine işaret etmiş olması mümkündür…
Diğer taraftan bir isim tamlaması olan “Allah’ın dişi devesi”nde, “sahipliğin” “Allah” ismine bağlanması, burada asıl ve (gizli) öznel olan “halkın” yerine kullanılmış olması ontolojik bir ilkedir. Çünkü Yaratıcı’nın varlığa ihtiyacı olamadığı gibi, bunun aksi olarak varlığın Yaratıcı’ya ihtiyacı bir zorunluluktur. Yine Kur’an’da dişi deveye benzer bir gizli özne kullanımı “karz-ı hasen” ayetinde de geçmektedir. “Kim Allah’a borç verirse…” (Yuqridullâhe/ يُقْرِضُ اللَّهَ /Hadid, 11)  ayetinde borç verilen “Allah” lafzı “halk” yerine kullanılmıştır.
Bu çıkarsamadan sonra Semud Çetesi’nin gaspçı tutumunu modern zamana taşırsak; “Boş -imarlı, imarsız- araziler, yerüstü besin kaynakları -ekim alanları, ormanlar, akarsular-, yeraltı suları, rüzgârlar, madenler ve diğer enerji kaynakları sıradan “halka ait değildir.” (Hazine’nin, TOKİ’nin, DSİ’nin, B Petrol’ün, X Madencilik’in, Y Holdingi’nin, Z Bankası’nındır…) şeklinde bir güncel algı söylemine dönüştüğünü görürüz. Evet, günümüzde de bütün doğal kaynaklar halkın değil, yukarıda Semud Çetesi’nde görülen maddelenmiş yaklaşımlara sahip güçlülerindir. Bu “güçlüler” tarihin bilinen sürecinde, “siyasal” erki ele geçiren ve “iktisat” sistemin yapısını belirleyip; mülkiyet hukukunu biçimlendiren ve yasa koyucu olarak ve “sivil halkı/toplumu” yöneten “sermayeci siyasal toplum çevresi” olmuştur… 
Durum böyleyken Müslüman (dindar) ise; mülkiyet kavramını yine ona benzer gibi duran ama farklı, diğer bir hukuk kavramı olan zilyetlikle karıştırmaktadır. Türkçede zilyetlik; kullanma, elde tutma; yani bulundurma, taşıma, emanet anlamlarında kullanılırken; mülkiyet, sahiplikte haklılık/tasarruf (yön)etme manasına gelmektedir. 
Mülkiyet tamamen hukuksal olduğu halde zilyetlik hukuk dışı da olabilir. Söz gelimi kişinin (mülkiyeti/sahipliği) kendisine ait/rızık olmayan; lakin zimmetindeki (üstünde bulundurduğu) bir mal/eşya, hukuken şu üç durumdan biri olmak zorundadır; a- çalıntı, b- gasp, c- emanet/gözetme. Mülkiyet, hukuken sahiplik/egemenlik kazandırıp hâkimiyet yani tasarruf etme (yönetme) hakkı verirken; zilyetlik bu hakkı sağlamaz, fiilen geçici egemenlik durumunu gösterir. Buna göre zilyetlik, kişide bulunan bir nesneyi veya durumu hırsızlık, zor kullanarak ele geçirme ya da başkasına teslim etmek üzere taşıma halinde görülebilir. Mülkiyet hakkı sahiplik öznesine; bir malı veya hizmeti satma, kiralama ve devretme (miras ve bağış) özgürlüğü/rızık hakkı vermektedir.  Zilyetlikte ise bu hukuki davranışlar, mülk/rızık sahibinin verdiği yetki ve izinle yapılabilir. Son olarak mülkiyet; hem sahip olma hem de zilyetlik hukukunu birlikte içerirken, zilyetlik yalnızca eldecilik hakkı kazandırmaktadır. (Her ikisi de hukukta karinesiyle bilinip birbirinden ayrılır.)
Halkın zihninde, “Mülk Allah’ındır” vecizesinin iktisadi ve siyasi bir anlamı yoktur. Hukuksal dil semantiği açısından ontolojik bir kavramsallığı bir türlü bulamamıştır. Müslümanlar (din adamı ve dindar) tarafından içi boş ve basit, uhrevi/dinsel bir retorik haline dönüştürülmüştür. Yani dindarın inancında, yersel bir hukuk yaptırımı ve yasal bir uygulama değeri taşımaz. Yoksul için kaderciliğin sığınağı ve kanaatkârlığın avuntusu olmaktan; varsıl içinse hesabını yalnızca ahirette vereceği zenginliğinin/malının, sözlü veya yazılı olarak duvara asılı bir levhasından öteye geçmez. Bu levha da dünya terekesinin/gasp vebalinin kamuflajı olarak kullanılır. Eğer öyleyse değilse Anadolu’da ve büyük şehir varoşlarında, binaların duvarına “Mülk Allah’ındır” yazısını konduran Hacı Emmi kalkıp da; Allah’ın mülkünü satma, kiraya verme, ahirete göçmeden önce veya sonra miras bırakma hakkına sahip olmamalıdır! Çünkü hiç kimse Allah’ın mülkünü; satma, kiraya verme ve miras bırakma hakkına sahip değildir. Eğer sahipse o halde Hacı Emmi, apartman duvarına “Mülk Hacı’nındır” yazması gerekecek (zaten tapuda da bu yazıyor) ve böylece hesap vermek üzere dünyada halkla; ahirette zebanilerle yüz yüze gelecektir. Ya da apartman, Hacı Emmi’nin zilyetliğindedir ki; bu en iyimser bakışla (hukuki durum; c- emanet) miras/bağış(!) yoluyla elde etmiş olmalıdır, yoksa (hukuki durum; a- ve b-) hırsızlık ya da gasp yoluyla ele geçirilmiştir. Çünkü apartmanın mülkiyet hakkı Allah’ta, zilyetliği kendisinde olan biri, mülk/mal (apartman) üzerinde hukuki tasarrufta bulunamaz. Burada “Hacı Emmi” ancak “rızık” hakkına sahiptir ki, bunda da bütün kullar eşittir ve halkın da o apartmanda rızık hakkı vardır…
İslam’a göre varlıklar/yaratılmışlar sonludur. Bütün kozmos/kâinat, Yaratıcının emriyle vardır ve sonunda yine onun emriyle yok olacaktır. Yaratıcı tek başına, bu evrenin düzen koyucusu ve denetçisidir. O halde herkes dünyada geçici, yani emanetçidir. Ölümlü bir insan ve kıyametle yok olacak sonlu bir kâinat vardır. Bu ontolojiye dayanan dindar, Kur’an’daki mülkiyet vecizesini kendisi ve çevresi için bir aldatmacaya dönüştürmüş; ortada bir “Mülk Allah’ındır” kılıfıyla gezip durmaktadır!
Bu noktada Hacı Emmi gibiler, “Derviş Yunus” maskesiyle hem Allah’tan hem de halktan gizlenme kurnazlığı/yanılgısı içine düşmüştür... Her fırsatta paylaşma, eşitlik ve adaletten hep uzak duran insanoğlu; “geçici dünya nimetlerini” sonuna kadar kullanır, sonra da zilyet olarak; elinde tuttuğu bu nimetleri/edinimlerini, “Mülk Allah’ındır” sözüyle makyajlayıp süsler. Böylece kapitalist sistemden de rahatsızlık duymaz. Çünkü “Allah, mülkü dilediğine verir…” (Âli İmran, 26.) ayeti de aynı ontolojik tanımsızlığın bir parçası haline gelmiştir. Lakin her ne sebeptense; kendisi de karinesi de her zaman hukuksal ve ontolojik olarak tartışmaya açık durumdaki bu “sınırsız zilyetliği” yalnızca kendisine ait bir “rızık-hak” olarak varsayıp durur… 
Mülkiyetin yani iktisadi-siyasi iktidarın/sahipliği ve zilyetliğini; halk kavramıyla ilişkisini ortaya koymak için yukarıdaki yaklaşımın ontolojik olarak ele alınması gerekmektedir. Ancak bu şekilde mülkiyeti yeniden tanımlamak ve sınıflamak mümkün hale gelecektir. Aksi halde her varlığın eşit ve zorunlu ihtiyacı/bağımlı olduğu mülkiyeti, sözlü biçimiyle Tanrı’ya devredip fiilen mülkü sahipsizleştirerek; varlık yerine kullandığımız “halkın mülkiyet hakkı=halkın iktisat/rızk ve siyasal iktidarı” kavramının sonunu getirmiş olacağız. Şöyle ki; eğer mülkiyet, eşitlikçi ve adil bir paylaşımla halka (topluma) ait olmaz ise Tanrı adına davranan veya Tanrıyla çatışan kralların; sultanların, burjuvanın, kilisenin, halifenin, sermayenin ve kısaca iktidarın (siyasal toplumun/müstekbir) eline verilmiş olacaktır.  İşte Kur’an’daki mülkiyet ayetlerinde “en güçlü ve en kutsal” olan Allah,  kendi adını halkın yerine koyarak, halkın mülkiyet hakkını “en güçlü ve en kutsal” konuma çekip, böylece varlıkların (halkın) mülk (iktisat ve yönetme) hukukunu korumaya almış olmaktadır...
Yanlış mülkiyet algısı, yani hırsızlık ve gasp olgusu ne zaman başladı? Sümer’de mi, Asur’da mı, Eski Mısır’da mı, yoksa Hititlerde mi? Ya da dindar algısında; Nuh kavmi, Yunus kavmi, Ad kavmiyle Musa’dan ve İsa’dan bu yana Semitik dinler çağından mı kaldı? Bu sorunun cevabı insanlık/uygarlığın iktisat ve siyaset tarihinde saklıdır. 
Eleştirdiğimiz “günümüz mülkiyet yanlış algısı” sorununu daha da irdelemek gerekmektedir. Gasp ve yağmacılığa karşı (antikapitalist) bir düşünüşle “mülkiyetin; bir iktisat ve siyasi iktidar” olduğu ilişkisini, dindarın da ateistin de zihninde doğru bir şekilde kavramsallaştırmak ve yerleştirmek büyük önem arz etmektedir.
Bir Müslüman olarak “Mülk Allah’ındır” sloganını Semud’da olduğu gibi çağımızın da “sahipsizlik/lükata” aldatmacasından(!) kurtarmak için, “Mülk de iktidar da halkındır” şeklinde kullanmayı öneriyorum… 

[1] Araf, 73-79; Hud, 61-68; Neml,45-53; Hicr, 80-84; Şuara, 141-159; Kamer, 23-31; Şems, 11-15
2 Neml,45

21 Haziran 2012 Perşembe


KUR’AN AYETİYLE KADINLARI “DÖVEN” DİN ÂLİMLERİ
Ey Diyanet! Kadını dövme…
Topla ulemanı, Kur’an ayetinin mealini değiştir!

Diyanet İşlerini, önce Türkçe “deyimler” konusunda biraz test yapalım;
- Ben bu yola baş koydum. - Sen bu söze kulak asma. - Kelle koltukta geziyor.
- Her kapıya başvurmak. - İşin başını kim çekiyor. - Eşimi çok kırdım.
- Bu işte kimin parmağı var.  - Kafa yormak. - Baltayı taşa vurmak…
Soru-1: Deyimler bağlama göre anlam kazanır mı?
Soru-2: Sözcükler mecaz anlamda kullanılır mı?
Soru-3: Sözcüklerin birden fazla anlamı var mıdır?
Yukarıdaki deyimlerde kullanılan sözcüklerin, mecaz anlam ve sözlük anlamlarını araştıralım. Bu soruların cevaplarını öğrenelim, defterimize onar defa yazalım. Ödev az mı oldu? O halde aşağıdaki yazıyı da beş kez okuyup iyice belleyelim…
 
Meallerde “kadınları dövün” yazılan ayet
Olumsuz ama zihninizde şöyle bir sahneyi kurgulayın;
“Namuslu, dürüst, eşini ve çocuklarını çok seven bir baba var. Her gün işten evine yorgun argın dönüyor. Eve girer girmez eşi asık suratla salonu terk ediyor. Evde gergin bir hava, yemek yok, bulaşık çok… Mutfak kir, pas; tezgâh üzerinde hazır yemek ambalajları… İlerleyen gece boş geçmiyor. Kadın çok agresif, yüksek perdeden bağırıyor; “Sen adam mısın? Kaç para kazanıyorsun ki? Bizi bir tatile mi götürdün? Filan erkek karısına neler neler alıyor! Sen de erkeğim diye yatağıma geliyorsun!” Çocuklar mahzun ve kırgın, sabah okul için uyumaları gerekiyor, kahrederek yataklarına çekiliyorlar; içlerinden en küçükleri hıçkırıklarla yorganı başına aşırıp umutsuz ve karanlık dünyasına kapanıyor…”
Evet, eşi tarafından horlanan bir baba… Çocuklarının önünde azarlanıp değersizleştiriliyor. Akrabalara şikâyetler, komşulara gıybetler…
Erkek, ailesi için büyük bir çabayla beslenme ve diğer ihtiyaçlar için çırpınacak, onların üzerine titreyecek; buna karşılık sevgi, saygı ve iltifat beklerken ailenin diğer yarısı, kıymetli eşi tarafından aşağılanıp hor görülecek!
Kadının erkeğe yaptığı nüşuz; yani aşağılaması budur.  Erkeği incitme, küçük görme ve aile sırlarını ifşa etme biçiminde ortaya çıkar. Bu aşağılama ve küçük düşürme; erkeğin ekonomik geliri, sosyal konumu, eğitim durumu, fiziksel görünümü ve cinsel davranışının eleştirisi şeklinde farklı konularda görülebilir.
İşte bu duruma gelmiş bir ailenin hal-i pür melali için; en güzel ve en veciz ifadeyle çıkış yolunu kim gösterebilir?
Kadın; bu halde bile olsa incitilmeden uyarılmalı, sadakate ve iyiliğe çağırılmalıdır. Erkeğe fazilet/itibar yükümlenmeli ve kutsal/şerefli olan aileyi koruyacak yol gösterilmelidir. Aksi olamaz. Muhtemel çıkacak bir şiddet, huzursuzluğu daha da artıracaktır. Çünkü taraflardan birine yerleşen saygısızlık ve nefret; hem aile kurumunun kutsallığını zedeler hem de üzüntü ve mutsuzluğun toplumsallaşma olasılığı artar. Çocukların veya iki tarafın da kişiliklerinin korunmasındaki tedbirler, nazikçe ve ısrarla ortaya konulur. Her çağa ve her topluma uygun olacak bu yol gösterimi elbette ki,  Yüce Allah’tan gelmektedir…
Yukarıda kurgulanan olumsuz ve üzüntü veren manzaranın marifeti(!), Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim ‘in deyimiyle; maalesef “nüşuz yapan bir kadına” aittir. Kadının erkeği aşağılaması konusu; birçoğumuzun zihnine yerleştirilmiş olan, “Erkekler kadınlardan üstündür.” ve “Kadınları dövün.” yanlış yargısının çıkartıldığı; Nisa suresi 34’te, aile itibarı hakkında oldukça veciz bir tanımlamayla erkeklere rehberlik yapılmıştır.
Ne yazık ki, Türkçemizde mevcut olan meal ve tefsirlerin çoğu insanımızın zihninde, bu ayetin icazetine gölge düşürmeye yetmiştir! Hâlbuki bilinenin aksine bu ayetten “erkek üstünlüğü ve kadın dövme” yargıları zorla üretilmiştir, nasılsa?
Arapça NŞZ kökünden türetilmiş nüşuzun, "çıkıntı, tümsek, yükselmek, şişmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, ayağa kalkmak, normalin dışına çıkmak, isyan etmek; karı-koca birbirine karşı incitici kavgaya girişmesi ve üstünlük kurma ve dayatma, büyüklenip diğerini aşağılama " anlamlarında kullanıldığını görüyoruz...
Bu makale, Arapça gramer dersi vermek için yazılmamıştır. Verilse de “din adamı” ikna olacak bir sınıf değildir. Türkçemize Kur’an meali verenler; sözcükleri kurallı bir sırayla; cümle oluşturma usulüne uyarak, başka bir dildeki “sözcük karşılığına” çevirerek ayeti kendi dilindeki bağlam ve ruhundan koparmışlardır. Sözcükleri bağlam dışı olarak; yani gramer kurallarına göre çevirmişlerdir. En azından bu ayette böyledir…
Mevcut meallerin oluşturduğu ‘erkek üstünlüğü ve kadıları dövün’ yanlışına son vermek için; “kadının nüşuzu” ayetini, 30’a yakın Türkçe “mealden” farklı olarak, dindara ve din adamına ders olacak çevirisini yapalım.
Nisa-34. ayetin çevirisi;
Bu ayet lafzının Türkçe sözcüklerle ya da “Dilsel Kavrayış Çevrisi” şöyle olmalıdır;
“Allah’ın erkeklere verdiği erdem, topluma karşı ailesinin onurunu koruyan ve geçimi için onların üzerine titreyip, mallarını ve kazancını (bu uğurda esirgemeden) harcamasındandır. (Buna karşın); eşlerine (kocalarına) saygılı, iffetli/hayırlı olan kadınlar ise; nasıl Allah, onların haklarını ve mahremiyetini (evli oldukları erkek vesilesiyle) koruduysa onlarda (eşlerin birbirleriyle paylaştıkları) özel hallerini ve namuslarını başkalarından korurlar. (Şayet bunun aksi olarak); erkeği aşağılayıp topluma karşı küçük düşüren ve mahremiyeti korumayan (korkulan bir durum varsa o) kadınlara; önce öğüt verin. Sonra (eğer aşağılamaktan vazgeçmezlerse) size yapılana karşılık yataklarınızı ayırarak (birleşmeyip), bu yolla incinen duygularınızı ciddiyetle (aile itibarını korumak için) onlara gösterin. Eğer aile hukukuna saygılı olurlarsa (tepkinizi uzatmayın; eşinize sevgiyle yaklaşın) başka yollar aramayın. (Aileye değer veren) Allah, çok yücedir ve büyüklük sahibidir.
Arapça sözcüklerin, ayetin kontekstiyle ilişkisine dayalı; yani “Türkçe Bağlam Çevirisi” ise şöyle olmalıdır;
 “Allah’ın size verdiği aile şerefi; yalnızca eşine bağlanan onu koruyup geçindiren erkeklerle, onlara gıyabında saygı gösterip ve Allah’ın evliliğe verdiği mahremiyeti koruyan iffetli kadınlara bağlanmıştır. Kadınlardan erkeklerin itibarını yok sayan, aşağılayıcı davrananlara karşı yapmanız gereken; güzel sözle doğruluğa çağırmaktır. Durumun değişmesi için, size yapılanın ciddiyetle karşılığı; birlikte yatmaktan kaçınmanızdır. Bu tepkinizi, aile içi saygı ve huzur geri gelinceye kadar; ısrarla sürdürün. Eğer saygıya dönerlerse sevginizi güzelce ortaya koyun. Aileyi koruyan Allah çok yücedir, çok büyüktür.” 
Evet, şimdi din âlimine soralım;
Nerede “erkeğin üstünlüğü”?
Nerede “kadını dövün” emri?
Nerede “kadını evden uzaklaştırın” ya da “ayrılın” emri?
Ayette geçen “faddalallahu”, kendi bağlamında “Allah’ın verdiği itibar” da diyeceğimiz “erdem” ya da “şeref” anlamı kazanmıştır; yönetici veya cinsiyet (kazanç ve kaba güç) üstünlüğü değil… Burada aileyi geçindiren, sahiplenen, gözü evinde olan erkeğe; aile şerefinin bir ortağı olarak, iffetli bir kadınla beraber kurduğu ailesi için fazilet/erdem sıfatı verilir. Kadına karşı bir galibiyet değil, eşit ortaklık verilmiştir.  Kaldı ki, erkeğin kazancıyla kadını geçindirme olgusu, birçok kimse için göreli durumdadır; Peygamberimizin ilk eşinde olduğu gibi… 

Kadının erkeğe duygusal darbesi/Nüşuz
Nüşuz, duygusal alanla ilişkili bir kavramdır. Kibirlenme, kötü duyguları oluşturan bir zemindir; öfke, nefret ve düşmanlık üretir. Bu olumsuz duygular, muhatabını küçümseyip kendisinden uzaklaştırmak ister. Öyleyse kadının nüşuzu, erkeğe yapılan duygusal bir darbe/vuruş olarak anlaşılır. “Darbe” sözcüğünün ise dilimize Arapçadaki birden çok anlamından yalnızca biri geçmiştir; o da vurmaktır.
Halbuki Arapça DRB kökü (sözlükte) mastar olarak "vurmak, dövmek, yapmak, bırakmak, ayrılmak, göstermek, etmek, eylemek, koymak" vb. birçok anlama gelir.
“Örneğin; baskı yapmak, zorlamak (darb); kota uyguladı (darabe hıssa); iğne yaptı (darabe hagn); çadır kurdu (darabe heyme); vergi koydu (darabe darîyb); misal verdi, örnek gösterdi (darabe mesel); para bastı (darabe nugt); telefon etti (darabe'l-hatife); vuruşmak, dövüşmek (tedârub); kıvranmak, çırpınmak, bocalamak, telâşlanmak, çalkalanmak (idtırâb); grev, iş bırakma, işi terk etme, ayrılma (idrâb); çalkantı, kriz (idtırâb); sınıf, cins, nevi, (darb); vurguncu, spekülâtör (müdârib); ticarî rekabet, ticarî ortaklık (müdârebe) gibi birçok kelime bu kökten türetilmiştir… (R. İ. Eliaçık)
Görüldüğü gibi “DRB” fiilinin yaygın olarak bilinen ve kullanılan Türkçesi “vurmak” manasıyla beraber; çağrıştırdığı bir anlamı da “temastan gelen tepkidir.” Ayet bağlamındaki kullanımı, “eylemek, göstermek” çekiminde; yani “bir duygusal tepkiyi göstermek, eylemek” olarak çevrilebilir. Zaten fizikteki “etki-tepki yasası” diye bilinen kural da bunu açıklar ve basitçe şudur; “Her etkiye karşı eşit ve ters yönde bir tepki oluşur.”(Newton)Yani “Çarpışan/vuruşan cisimlerde; çarpan cisim kadar, vurulan cisim de aynı oranda tepkime gösterir.”  Ayrıca çarpışan cisimler birbirlerine gösterdikleri “etki-tepki” sebebiyle birbirlerinden uzaklaşır veya buna eğilim gösterirler…
Böylece ayetteki “ve’dribûhunne” çekimli haliyle darebe fiili; “onlara (kadınlara) (yaptıklarına karşılık) tepkinizi gösterin.” Yani “ve onların size karşı gösterdiği (nüşuza) duygularına karşılık, artık siz de onlara incindiğinizi, darıldığınızı gösterin/getirin” Ya da “sabırla hapsettiğiniz dargınlığı/incinmeyi siz de karşıya yansıtın” şeklinde kullanıldığı en güçlü ihtimaldir. Bu incinmenin göstergesi, ayetteki “güzelce konuşmaktan” sonra gelen “birlikte yatmama” tepkisi olarak ortaya çıkarmaktır. Yani, ve’dribû’den önceki cümlede; erkekten ılımlı/yumuşak davranması; kadının nüşuzundan gelen sert etkiyi absorbe eden (süngerin suyu emmesi gibi) tutumun gösterilmesi istenir. Böylece sert vuruşa karşı, yumuşak tepki/vuruş gelir. Ayette çözüme götüren taraf erkek olduğu için ılımlılık; ciddiyet ve onurlu olan bir duruşu gösterir, artık birlikte yatılmaz…  Ayetin başında tanımlanan erdemliliğin tepkisi, bu “dargınlık ve yatak ayrılığı” şekilde olandır. Erkeğin incinmesini, kadın kavrayıncaya/hissedinceye kadar uygulamanın devamı isteniyor. Aile birliğinin devamı için olması gereken tahammül, “kadının doğruyu anlamasına” kadardır. Erkeğin itibarı ve varsa çocukların; ruhsal sağlıkları tamamen elden gitmemelidir. Sonuç, “ve’dribû; doğruya çağırma ve yatak ayrılığını tepki olarak ortaya koyun” anlamına gelir. Eğer kadın işin ciddiye gittiğini fark edip güzel söze dönerse aile birliği kurtulur. Aksi durumda Nisa-35. ayet önerisi devreye girer; çözüm toplumsallaştırılır. Mevcut sorun, kadın ve erkeği nikâhlayan hukuk sistemine devredilir… 
Nüşuzu; sevgi, sadakat ve memnuniyet gibi olumlu duyguların yokluğu besler. Böyle duygusuzluğun çatışma ortamında; saygın bir ilişki ve mutlu aile birliği sağlanamaz, ortaya “şiddetli geçimsizlik” çıkar. Bu şartlarda bir de kalkıp kadını mı döveceksiniz? Böyle bir davranış, psikolojik olarak aradaki gerginliği daha da artırmaz mı ey din âlimi! Zaten nüşuz yapan kadının amacı da tam budur; ilişkinin onarılamaz noktaya gelmesidir. Bir fiske dahi, erkeği aşağılayan kadında yanardağ etkisine dönüşmez mi? Ama ne yazık ki, din âliminin “geleneksel erkek egemen kültü” kadını ikinci sınıf ve mazbut hale getirmiştir. Böylece ayeti, “kadınları dövün” diye çevirir. Lakin kendi doğrusunun(!) şüphesinden kurtulamaz; parantez içinde “hafifçe, yavaşça” gibi sözcüklere sığınır…
Nisa-34; kadının erkeğe karşı, onur kırıcı (kıskandırıcı; eşler arasındaki özel hayatın gizliliği ve korunması hakkının ihlal edilmesi durumunda), kadının evlilik ilişkisinde erkeği aşağılayıcı bir tavırla üstünlük gösterip, bu tutumunu aile içi geçimsizliğe götürmesinin getirdiği anlaşmazlığa bir çözümdür. Burada aşağılanan, küçümsenen ve incitilen erkeğin; bunu yapan eşine -kadına- karşı dik duruşu, insan -koruyucu erkek/kavvam- onurunun ve aile şerefi için nefsi müdafaaya geçmesi isteniyor. Aile içi özel durumların, dış dünyayla paylaşılıp aileden sorumlu kocanın (çocuklar ve babanın) aşağılanamayacağının altı çiziliyor. Burada -karakter veya tavır olarak- çekinik de olsa bir erkeğin, aile huzurunu ve sırlarını -özel yaşamın gizliliği- koruma hakkının tarafı olduğu belirtilmektedir. Böyle bir durumda, yatakların ayrılması ve kadınla (eşiyle ikili olarak) ikna edici -aile şerefi ve mutluluğunun korunması konusunda - bir konuşmaya gidilmesi isteniyor. Bu tutum sonuç getirmiyorsa eziklik ve rızadan uzak bir ciddiyetle -kamuya da açık olarak- onurlu duruşa geçilmesi isteniyor. Yani itibarsızlaştırmaya karşı protesto isteniyor. Buradaki “ve’dribûhunne” (kadının yaptığına karşılık duygusal bir tavır gösterme) kadının dış dünyaya ilan ettiği aşağılamaya karşı tepki olarak; erkeğin de dış dünyaya ve kadına karşı onurlu duruşunu göstermesidir. Yani, “Beni aşağılayan bu durumu onaylamıyorum; bana ve aileye yapılan hakarete rıza gösteremem. Bu durum bitmezse yollarımızı ayırıyorum; şerefimi ve çocukların huzurunu daha fazla çiğnetemem…” ilanına geçerek boşanmanın kapısına gelmiş olunuyor. Eğer sorun çözülür ise her iki tarafında birbirini incitmekten vazgeçip, aile içi şeref ve huzuru (mutluluğu) pekiştirmesinin doğruluğu hatırlatılıyor. Bir sonraki (Nisa-35.) ayette ise eşlerin arasını düzeltmek için her iki taraftan birer yakının, aile barışı için hakem olması ve tarafların arasını yapıcı bir çaba içine girmesi istenerek; aile biriminin toplumsal müdahaleyle korunmaya alınması; ayrıca bu konuda kurumsal ve yasal düzenlemenin de gerekliliği  gösterilmektedir.

Erkeğin kadına duygusal darbesi/Nüşuz
Nisa-128’de “erkeğin nüşuz” yapması sorunu ele alınmıştır. Yani Nisa-34. ayetteki durumun karşıtı olan; erkeğin kadını inciten, onu küçük düşüren tavrı ve hataları için çözüm önerileri getirilmiştir. Erkeğin kadına karşı onur kırıcı ve onu aşağılayıcı (kadını kıskandıran, değersizleştiren; ikinci bir -veya başka kadınlarla- ilişki kurmasının getirdiği ahlaksızlık ve incitici) davranışların ıslahı konu edilmiştir. Erkek, gözü eşinde olmaktan ve itibarlı (kavvam) davranmaktan uzaklaşmışsa; aile düzenini bozmaya götüren bu tutum karşısında; kadın, evlilik huzurunu koruma haklılığını kazanmış oluyor. Bu ayette de sorunun çözümü için anlaşma yoluna götürecek barışçı çabalar isteniyor. Kadının, kendisini inciten ve kıskandıran “erdemsiz erkeğin” ıslahı için her tedbire başvurma hakkının olduğunun altı çiziliyor. Erkeğin ıslahı, -gayrimeşruluğun terki- sadakatle ve sevgiyle evliliğin devamı için, bu kez de kadının haklılığına bağlı olarak hukuki müdahale önerileri getiriliyor. Kıskançlığa dikkat çekilerek, bu duygunun tarafların birbirinin denetimi için kullanması isteniyor. Ve Yüce Allah, kadının erkeği barışçıl amaçla denetlemesini; izlemesi ve hakkında araştırma yapmasını hukuki açıdan uygun görüyor… 
Nisa-128.ayet lafzının Türkçe sözcüklerle ya da “Dilsel Kavrayış Çevrisi” şöyle olmalıdır;
“Eğer, eşinin itibarını topluma karşı zedeleyip duygularını incitmesinden; aile düzenini bozan ve (gözü dışarıda) başka kadınlarla ilişki kurmasından korkulan erkeğin (doğru yola gelmesi) ıslahı için; kocasına sahip çıkan kadınının, barışçıl olan her yola başvurması uygundur. (Ailenin itibarı için kadın, bu konuda erkeğe müdahale hakkına sahiptir.) Benliklerinizde olan ve (aile birliği için) birbirinizi denetleyen kıskançlık duygusunu barış için kullanın (zarar vermek için değil). Eğer (aile düzenini bozacak) kötülüklerden sakınıp; birbirinize ihsanda (güzellikte) bulunursanız (birbirinizle yetinirseniz), aile için en iyi sonuca varırsınız. Allah, (ailenin korunması için birbirinizi gözetmenizi uygun görür) her yaptığınızdan haberdardır.
Arapça sözcüklerin, ayetin kontekstiyle ilişkisine dayalı; yani “Türkçe Bağlam Çevirisi” ise şöyle olmalıdır;
“Kendisini inciterek itibarını düşüren ve gözü dışarıda olan bir erkeğe karşı; aile düzenine sahip çıkan kadının, kocasının ıslahı için barışçı olan her yola başvurması onun hakkıdır. Benliklerde olan ve aileyi koruyan kıskançlık duygusunu barışçıl olarak kullanın; bununla birbirinize zarar vermeyin. Aileye zarar veren davranışlardan uzak durup, güzelce birbirinizle yetinirseniz sizin için en iyisi budur. Ailenin korunması için birbirinizden haberdar olun; yaptıklarınızı en iyi takip eden Allah’tır.”
Erkeğin nüşuzuyla yüz yüze kalan kadını, hukuken korumaya alan 128. ayetten sonra; 129. ayette, dizginlenmeyen ve ikinci bir eş peşinde koşan erkek, azarlanıp uyarılıyor. Biyo-psiko-sosyal olarak insanüstü ve hukuksuz bu “kör davranış” açıkça reddediliyor. Tek eşte karar verip, bu kimlik bunalımını ıslaha; tutku ve bencillikten kurtulmaya bağlayan erkeğin, ancak o zaman toplum ve kadın tarafından bağışlanacağının altı çiziliyor... 

Nisa Suresi 129:
Ve erkekler! Ne kadar çaba harcarsanız harcayın, (bir kadından başka) kadınlar arasında adil olmayı başaramazsınız. Öyleyse (eşinizden) başka bir kadına meyletmeyin. Aksi halde diğerini (eş sevgisinden) mahrum bırakmış (ona en büyük zulmü yapmış) olursunuz. Eğer (başka kadınlarla ilişkiden uzak durup) erdemli olur, eşinizle barış (sadakat) içinde yaşarsanız Allah (aranızdaki sevgiyi) merhametiyle aileyi güçlü kılar. Böylece, Allah (ve toplum) kusurlarınızı affeder. 
Böylece Yüce Allah, kadının nüşuzuna karşı, erkeğin “aile itibarını” koruma refleksini; erkeğin nüşuzuna karşı ise kadının “aile düzenini” koruma reflekslerini yönlendirip psiko-sosyal olarak; tarafları doğru alanlara çekip aileyi korumaya alıyor. 
Doğruyu bildiren Allah’a hamdolsun… 

10 Haziran 2012 Pazar


TÜRKİYELİ ERMENİLER, BAYRAĞIMIZ ve İSTİKLAL MARŞI  
      

Geçtiğimiz günlerde TRT Haber Televizyonunda izlediğim bir program beni çocukluğuma götürdü.  Uzun zamandan beri bu kadar duygulanmamıştım. Buradan program yapımcısına ve emeği geçenlere teşekkür ederim. Bir sanatçının başarı öyküsüydü. İstanbul doğumlu Ermeni bir genç adamın, çocukluğunda başlayan müzik sevdasını konu etmişti TRT; “Güzel Ülke” adlı programıyla…
Aşağıda bunun detaylarını yazmak üzere şimdi benim çocukluğuma gidelim. Hemen hemen birçoğumuzun hiç unutamadığı ilkokul yıllarının başladığı ilk günlere…
Eylül 1971 olması gerekiyor, doğum yılıma bakılırsa. Ceviz ve kavak ağaçlarının hüzünle dökülen yaprakları sonbahara yenik düşerken, ben de yıllarca sürecek olan okul hayatımın ilkbaharına başlıyordum. Malum, siyah renkli okul önlüğünü; mahkûm gömleği gibi kollarımıza önden giyer, düğmeleri zor da olsa arkadan iliklerdik. Ve beyaz yakayı da boynumuza bağlayınca haydi hazırsın, tabi bir de sırtında kitap-kırtasiye dolu ağır çantayla…  Bahçelerin taş duvarları arasından inişli çıkışlı uzayıp giden sokakları, çocukluğun hafifliğiyle hızla geçer; epeyce uzak, diğer mahalledeki Cumhuriyet İlk Okuluna 20 dakika kadar bir sürede varırdık. 1. Sınıfa başladığımda bana rehberlik yapacak olan ağabeyim de 4. Sınıfa geçmişti. Gâh korku gâh sevinç duygularıyla okul yollarına dökülmüştük bir güz gününde. Küçük bir tepe üstünde genişçe bir alandaydı okulumuz. Çevresinde eski yapı duvarlarının kalıntıları duruyordu. Yıllar önce büyük bir kilise varmış burada. Heyhat, o zaman yıkılmış bir kilise bahçesine yapılan okulumuzun akıbeti de şimdilerde aynı olmuş…
Okul bahçesi bana mahşer alanı gibi gelmişti, mahalledeki üç beş çocuğa bakarak. Sert mizaçlı, eli sopalı Ekrem Hoca’nın avaz avaz, tehditkâr bağırmalarıyla ilk günden tanışıp hemencecik susmayı ve asker gibi sıraya girmeyi öğrenmiştik sabah içtimasında. “Türk’üm! Doğruyum! Çalışkanım! Yaaasam; küçüklerimi korumak!” Diye, bağıra bağıra okunan “andımızı” ağzımı aç kapa yaparak kalabalığa uyup bir haftada ezberledim. Fakat bugün anlamsız da gelse o zamanlar içimden hep, “Bu öğretmenler babamın Kürt olduğunu bilmiyorlar mı? Neden yalnızca Türküm diye okuyoruz andımızı?” derdim. Gerçi annem Türk olduğu için de fazla ciddiye almadım kendimi. Çünkü ikisini de çok seviyordum…
İlk günün heyecanı ve tedirginliği olacak, arkalara bir yere oturmuşum.  Sınıfta bir uğultu, sanki arı kovanı dağılmış; öğretmenimizi bekliyoruz heyecanla. Ben, bahçede bizi sıraya koyan o sinirli adamın gelmesinden korkarak, olmaması için dua ediyordum. Ders zili çaldı. Kapı açıldı ve öğretmenimiz sınıfa girmişti; uzunca boylu, karakaşlı, düz siyah saçları ve beyaz teniyle uyumlu al yanaklarıyla gülümseyen genç bir bayan. Benim gibi sınıftaki birçoğunun, derin bir “ooh” mutluluğu ile kasları gevşedi. Günaydınla başlayan öğretmenimiz, tanışmak için adını söylediğinde çok şaşırmıştım! “Jinever” dedi ismim… Ne demekti Jinever? Onun ismi buydu, ama ben hiç duymamıştım şimdiye kadar. Annem anlatırdı; ben doğmadan önce, yakın komşulardan bana farklı gelen isim Anşalos diye Ermeni bir kadın varmış; annem bu kadından epeyce yemek tarifi öğrenmişti. Ayrıca o yıllarda komşumuz Molla Dayı’nın eşi Zühre Yenge vardı; bir Ermeni kızıymış. Tehcirde yetim bulup büyütmüşler, sonrada bu adamla evlendirmişler. Yine mahallemizde birden çok Ermeni kızının küçükten Müslüman yetiştirilip Türklerle evlilikler yaptığını bilirim. Ama Jinever’i hiç duymamıştım. Evet, Jinever! Öğretmenimiz bir Ermeni kızıymış. Bizim ilçede yani Arapkir’de doğup büyümüş ve okuyup öğretmen olmuş. Benim için memnuniyet vericiydi. Ablam kadar sempatik, annem kadar sıcaktı sesi... Hiçbir Türk’ten farkı yoktu Jinever Öğretmen’in. Giyimi, konuşması, şefkati, her şeyi Türk’tü. Ve bize 29 harfi öğretti; toplama, çıkarma, bölme yapmayı, dürüst insan olmayı, ayrımcılık yapmamayı ve herkese saygılı olmayı. Birçok defa, her pazartesi ve cumaları Türk bayrağımızı göndere çekerken bizimle birlikte okuduğu “İstiklal Marşımızı” da o öğretmişti bize… Yaşıyorsa kucak dolusu sevgiler gönderiyorum buradan ona, vefat ettiyse Yüce Allah’tan rahmet diliyorum Jinever Hanım’a.
Günler ilerlemiş, sınıfça birbirimize alışıp arkadaşlıklar kurmuştuk diğer çocuklarla. Birbirimizi iyice tanımaya başladık aylar içerisinde. Yakın, uzak mahalle grupları oluşturup futbol maçları ve küçük kavgalar bile yapıyorduk, çocukluk hali bilirsiniz… Okulda Ermeni olarak Jinever Öğretmen yalnız değildi. Benim sınıfımda Mikail adında, ağabeyimin sınıfında ise Mikail’in kardeşi olan Serkis adında iki öğrenci arkadaşımız daha vardı. Babaları ara işlerde çalışır, zor geçinirlerdi; sonradan Karayollarında çalıştığını öğrendim. Mikail’in anne ve babaannelerini görürdüm bazen okul yolunda. Müslüman kadınlara benzerler, annem gibi giyer, sıkı sıkıya örtünürlerdi; yolda bir erkekle karşılaşınca kenara çekilip, örtüleriyle ağızlarını kapatıp o erkek geçene kadar beklerlerdi. Bu ailenin haline, o yaştan kalmış olacak ki halen üzülüp durmaktayım… Çok talihsiz zamanlardı o yıllar, ama paylaşmak zorundayım: Hem Mikail hem de Serkis, Cumhuriyet İlkokulunda çok horlandılar, çok itilip kakıldılar, dövülüp sövüldüler çok…
Bir ders teneffüsüydü. Mikail, eli yüzü “kıp kırmızı” kanlar içinde okul duvarı dibinde ağlayıp duruyordu. Hemen onu lavaboya götürüp kanlarını ve tozlarını yıkadım. Fena yaralanmıştı, saatlerce sızlanıp ağladı… Bizim Mikail, aslında bugün bildiğimiz BEP’li öğrenci* olmalıyken MEB’in ilkel yıllarında normal öğrenci muamelesi görmek zorundaydı. Bu halinden olacak ki, her şeyi kolayca kavrayamaz, itirazcı ve uyumsuzdu. Böyle olmakla beraber bir o kadar da savunmasızdı. Bu yüzden birçok öğrenci onu döverek, yere çömeltip sırtına binerek eziyet ederlerdi. Yine bir iteklenmeyle beton zemine düşüp eli yüzü yaralanmıştı ve bu akan “kırmızı kanı” beni hayretler içinde bırakmıştı! Okuldan eve dönüşte ilk işim bunu anneme sormak oldu: “Anne, biliyor musun bugün ne oldu? Mikail diye bir Ermeni çocuk var ya. Onu okulda dövüp yaralamışlardı; elinden ve burnundan kırmızı kanlar akmıştı!” Annem, “Yazık çocuğa!” demeyle geçiştirince ben, “Ama nasıl olur, Ermenilerin ‘kanı yeşil’ değil mi?” diye ısrarla, zihnime yerleştirilmiş bir doğruyu (!) teyit etme gayreti içindeydim. Annemin son sözü, o günkü çocukça komedyanın da bugünkü politik trajedinin de cevabı olmuştu; “Yavrucuğum onlar da Allah’ın kulu, tabi ki kanları kırmızı akacak.” Eğer, bu soruyu anneme sormasaydım “Ermenilerin kanı” benim için hala “yeşil” akacaktı… 
Bu nasıl bir anlayıştır ki, 7 yaşındaki düşüncemi böyle biçimlendirmişti. Bunu mahalle arkadaşlarım mı öğretmişti bana; yoksa halkımızın tarihte yaşadığı, etnik çatışma döneminden devreden bir husumet miydi bilemiyorum. Yoksa dinsel bir taassubun etkisi miydi acaba? Belki de hemen deri altından geçen toplardamarların yeşil renkli görünmesinden bu şekilde bir kanıya da varmış da olabilirim. Sebebi her ne olursa olsun bir Ermeni’nin farklı olması gerekliliği düşüncesinin benden kaynaklanmadığı belliydi. Yani onları ötekileştiren, bizi “asil bir Türk” yapan bir farkımız olmalıydı.  Ama ne yazık ki, Cumhuriyet İlkokulu benim o masum çocuk zihnime kazınmış kana dayalı, soya dayalı ve inanca dayalı bir ayrımcılığı söküp atamamıştı…  İyi ki bunu, soruyu sıcağı sıcağına sorup meseleyi o gün halletmişim. Çok yaşayasın Anacığım…
Masis Aram Gözbek, TRT Haber’in programına konu olan sanatçı. Gözbek, 1987 İstanbul doğumlu bir Ermeni. Müziğe 3 yaşında, oyuncak bir melodikayla başlamış. 7 yaşından itibaren kilise korolarında ilahiler söyleyerek, bu yeteneğini icra etmeyi, tüm imkânsızlıklara rağmen Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’nda sürdürmüş. Çin’de düzenlenen dünya koro olimpiyatları "WORLD CHOIR GAMES - Shaoxing 2010"da ve yaklaşık 90 ülkeden 450’nin üzerinde koro arasından üç kategoriden (oda korosu, çağdaş müzik, caz) üç altın kazanmış. Ve arkasından, uluslararası alandaki en büyük çaplı ve en saygın koral müzik etkinliği olarak gösterilen, Temmuz 2011’de Avusturya’nın Graz kentinde düzenlenen Dünya Koro Şampiyonası’na katılmış. Yine aynı ekiple, Çağdaş Müzik ve Folklor kategorilerinde ’DÜNYA ŞAMPİYONU’, Karma Korolar kategorisinde ise ’Dünya İkincisi’ olmuş. Şampiyonların yarıştığı ’Grand Prix’de ise 2 altın madalya kazanarak toplam 5 altın madalyayı alıp ekibiyle Türkiye’ye dönmüşler.
Belki bu sanat dalı, birçoğumuzun ilgisini çekmeyebilir. Lakin genç müzisyen Masis Aram’ın TRT’den verdiği etkileyici mesaj şu olmuştu; “Avusturya’da iki kez, Türk bayrağımızın salonda göndere çekilmesi ve İstiklal Marşımızın iki kez okunması benim için en büyük şeref ve en büyük ödül olmuştur.” Onun bu sözleri belleğimdeki kadim Ermeni sadakatini hatırlatıp, Türk Milleti mensubiyetinden duyduğu memnuniyeti beni çok duygulandırmıştı…
Birilerinin, onları bu ülkenin vatandaşı bile saymak istemezken, üstelik insaniyetten çıkarmaya çalıştıkları şu “karanlık politik” devrede; Ermeni kardeşlerimizin bizden hiçbir eksiği olmadığı gibi, benim için fazlası olduğunu görmekteyim. Bu ülkede biz neyi hak ediyorsak onlarda aynısını hak ediyorlar. Bayraksa bayrak, marşsa marş, onursa onur!
Evet, benim için Jinever Öğretmen de, Mikail de, Masis Aram da birer değerdir ve öyle kalacaklar… Bu yüzden bir kez daha çocukluk anılarımla benliğimin ve bilincimin ayrılmaz bir parçası olan, bu ülkenin evlatları Ermeni kardeşlerimi saygıyla selamlamak istiyorum.
Anılarımı tazeleyen “Güzel Ülke” programı vesilesiyle;
Bana okuma-yazmayı öğreten öğretmenim Jinever Hanım’a çok teşekkür ediyorum.
Çektiği acılardan dolayı arkadaşım Mikail’den okul arkadaşlarım adına özür diliyorum.
Büyük bir özveriyle çalışarak uluslararası arenada bayrağımızı ve marşımızı yücelten değerli genç sanatçımız Masis Aram’ı da tebrik ediyorum…
Bu ülkenin renkleri solmasın, zenginliği kaybolmasın ve dostluklar bozulmasın Yüce Allah’ım… 

* Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı/Zihinsel yetersizlik içinde olan öğrencilere uygulanıyor.
Kazım Bayar/Nisan 2012