Sayfalar

22 Temmuz 2012 Pazar



EVLİLİK ve ÇOĞALMA

Başbakanımızın yeni evlenen çiftlere hitaben, “En az üç çocuk yapmanızı istiyorum!” sözünü duymayan kalmadı. İnsan, haliyle bu talebin nedenleri üzerinde düşünmeden geçemiyor…
Doğum ve ölüm parantezinde yaşıyoruz. İnsanın kaçınılmaz başı ve sonu. İyi kötü, güzel çirkin, zengin yoksul gibi birçok karşıtlıklar da hep bu parantez içinde olup bitiyor.
Yaratıcı iradenin takdir ettiği gibi kadın ve erkeğin evlilikleri sonucunda doğum olayı gerçekleşiyor. Bu sebeple “nüfus etmeni” üzerinde talepkar durumdaysanız, evlilik konusunu en başından zikretmelisiniz.  Fakat her nedense Başbakan evlilikten hiç söz etmiyor, talebini evli ya da yeni evlenen çiftler üzerinden yürütüyor.
Müslüman bir toplumdan, “en az üç çocuk” istemenin iki ayrı anlamı/etkisi vardır. Birincisi kapitalistlere (ekonomik büyüme için) ucuz iş gücü ve pazar genişlemesi sağlamak; ikincisi dinsel bir talep söyleminde bulunmak. Başbakan hem “İmam Hatip” mezunu hem de “iktisat” okumuş! Acaba bunlardan hangisinin sözcüsü?
Bu konuda, biz Müslüman toplumların iki temel bilgi referansımız vardır. Bu kaynaklardan, içeriğinde “evlilik talimatı” geçen birer örnek seçerek çoğalma/nüfus artışı konusuna başlayalım.
Birincisi Kur’an-ı Kerim’den, “İçinizden, zenginlere bağımlı ve muhtaç olan; bekâr erdemlileri birbirleriyle evlendirin…” (Nur Suresi: 32).
İkincisi, Hadis-i Şerif olarak çok bilinen şu rivayet: Ma’kıl İbnu Yesar (ra.) anlatıyor; “Resulullah (as.)’a bir adam gelerek: ‘Ben asaletli ve güzel bir kadın buldum. Ancak kısırdır, çocuk doğurmuyor. Onunla evleneyim mi?’ diye sordu. Resulullah: ‘Hayır evlenme!’ buyurdular. Sonra adam ikinci sefer geldi, yine aynı cevabı aldı. Adam üçüncü sefer de gelince: ‘(Ey insanlar!) Vedud (çok seven) ve velud (çok doğuran) olanla evlenin. Zira (kıyamet gününde) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim.’ buyurdular.” [Ebu Davud/Nikah, 4 (2050); Nesai/Nikah, 11 (6, 65-66) ] Ya da bu hadis, son bölümüyle; “Evlenin, çoğalın. Kıyamet gününde ben, sizin çokluğunuzla övüneceğim.”  şeklinde daha yaygın bilinen bir lafızdır.
Bunlardan birincisi olan Kur’an ayeti; Müslümanlar tarafından yeterince irdelenmemiştir ve yaşam içindeki olağan evliliklerdir diye algılanır. Diğeri, Peygamberimize (a.s.) ait olduğu söylenen hadisle(!) birlikte kayıtlı başlıca iki İslami yönergedir. Söz konusu Kur’an ayeti, bireysel ve toplumsal (biyolojik ve sosyolojik) bir ihtiyacın giderilmesine karşı, ekonomik ve siyasal yetkeyi/otoriteyi sorumlu tutup, evliliği dünyevileştirirken; söz de “hadis bildiğimiz” lafız ise evliliği uhrevileştirip dindarlaştırmaktadır. Ayrıca bu söz de hadisin(!) içeriği, kadın hakları açısından baştan sona sorunludur. İlk bölümünde incelenmesi gereken; “erkeğin evliliğe ve boşanmaya tek taraflı karar vermesi,  çok eşlilik, eş seçiminde kadının tercih hakkı vs.” gibi konuların hadis adı altında, din alimi tarafından(!) biçimlendirilerek dindarın zihninde yerini alması apayrı/başlı başına bir sorunudur ki; bu konular şimdilik yazımız dışında kalmaktadır.
Bu iki referansın evliliği teşvik eden söylemlerinin yanı sıra, şimdi bir de politik olanı ile yüzleştik. Son zamanlarda, evlilik değil ama bununla doğrudan ilişkili “çoğalma” (resmî olarak “üreme”) hususunda üçüncü bir yönerge de Sayın Tayyip Erdoğan’dan duyuyoruz demiştik. Başbakanımız, evlilikleri değil ama doğumu teşvik edip durmakta… Gördüğüne söylüyor, görmediğine ısmarlıyor. Tabi evli olanlara… “En az üç çocuk isterim haa, Türkiye’ye genç nüfus lazım!” demek kolayına geliyor. Ama “İçimizdeki bekâr garibanları evlendirelim.” demiyor! Niye? Çünkü zor iş, sormazlar mı adama; “Ev lazım, eş lazım, iş lazım nerede bunlar?”
Müslüman toplumları yüzyıllarca, doğumla ilgili modern anlayıştan farklılaştıran en belirgin tutum, yukarıdaki hadis metni olmuştur. Bu dinsel motivasyon; Müslüman toplumları, doğum kontrolü (caiz olanı da) yapmak bir yana, bilakis yerleşik “kaderci” bir doğurganlığa dönüştürmüştür. Çoğu 5’ten az olmayan 8, hatta 9’a kadar varan çocukla tam bir doğum makinesine dönüşen zavallı “Anadolu kadınının” (analarımızın); erkek egemen kültür sayesinde “karnından sıpası, sırtından sopası” hiç eksik kalmamıştır…  
Kur’an-ı Kerim’in “içinizdeki bekârları evlendirin” ayeti, Yüce yaratanın (evrensel) varlık düzeni içindeki takdiri ve buna bağlı olarak canlılığın doğal sürecinde karşımıza çıkan bir olgusudur. Kur’an-ı Kerim; yerleşik sosyal (toplum-birey ilişkilerindeki) davranışları ve buna ait olan hukuku biçimlendirmeyi, toplumsal işbirliğini (devlet örgütü düzeyinde) başarmış sivil toplumlara “sosyal yardımı” kurumsallaştırma yönergesi olarak bu ayeti önümüze getirmektedir.
Ayetteki “bekarları evlendirin” emri ilahisi; hukuk ve ahlak değerleriyle çevrelenmiş toplumu, temel birimi olan “aile” kavramına bağlamış bir talimattır.
Bu talimat, kutsal olanla fiili durumun örtüşmesidir. Evlilik, bütün insan topluluklarında törensel bir uygulamayla kutsal/kabul edilmiştir. Adına “aile” denilen, mutluluk ve memnuniyet verici bir sonucu ortaya çıkartır. Bunun aksi ise “gayri meşruluk” yani dini terminolojideki adıyla zinadır. Bu hukuksuzluk; bireysel istismar, soyda belirsizlik, psikolojik travma, çocuk hakları vb. birçok bireysel ve sosyal bunalımların bizzat üretim kaynağıdır. 
Ayrıca insanlığı evlilik olgusuna götüren temel içerik, diğer canlılardaki gibi fıtri (doğuştan) olarak vardır. Tüm canlıların (kendi türü içinde) evlilik davranışı gösterecek, psikolojik ve biyolojik dürtüler (duygusal ve hormonsal), itkilere sahip olarak doğdukları zaten ortadadır. Yine psikolojik olarak “soy”un, biyolojik olarak da “tür”ün devamı için üreme zorunludur. Bu yüzden evlilik ihtiyacı/isteği, teşvik edilecek bir durum olmaktan çıkıp elzem/zorunlu hale gelir. İnsanlarda eksik olan, ekonomik ve sosyal imkânlardır. Kur’an ayetindeki “evlendirin” lafzı, işte bu imkânları sağlayan ve hukuki sonuca bağlayan biyolojik ve psikolojik faydayı istemektedir. Eğer canlı (insan) kendisini bu eyleme götürecek dürtülere sahip değilse teşvik de anlamsızdır. Yaşamanın devamı ve kuralı; beslenme, barınma, üreme, korunma gibi temel ihtiyaçların giderilmesidir. Yani şöyle ki; “nefes alın, yiyip-için, beslenin yoksa ölürsünüz” diye bir teşvik, bir emir ya da dinsel bir talimat cümlesi ne kadar ironiyse; “evlenin, çoğalın” da o kadar benzer/abes ve alaycı bir durumdur. Tabi ki, psikolojik, kültürel ve hukuki sapmanın olmadığı bir toplumda…
Evlilik kavramına değindiği için seçtiğimiz bu Kur’an ayeti evlilikteki, bireysel ve toplumsal “temel ihtiyaçların giderilmesi yöntemini” göstermekte; hukuksal, toplumsal (ahlaki) ve ekonomik bir yapılanmayı talimatlandırmaktadır. Çoğalma ve cinsel ihtiyacın “evlilik” meşruiyeti/yasallığı ile giderilmesini istemektedir. Kısaca bu ayet; bekârları zinadan (gayri meşruluktan) koruma hususunda, topluma sorumlusunuz demektedir.
Referanslardan hadis diye bilinen lafzın son cümlesine tekrar dönersek, burada kullanılan “çoğalma” kavramı doğumun; “kıyamet” ise ölümün sonuçlarındandır. Cümledeki, “kıyamet günü” sahnesini, söylemin kastı/amacı olarak bırakıp; dünya ile ilgili yönünü ele almak istiyoruz. Yani bu yönergenin parçalarından birinin sonuçlarını irdeleyelim: “Evlenin, çoğalın.” Buradaki çoğalma, dünya nüfusunun az olduğu İlkçağ ve Ortaçağ toplumları için iki önemli gereklilik içerirdi; 1- Ekonomik güç, 2- Askeri güç. Tarıma ya da fetihe (ganimete) dayalı ekonomiler için asal değişken, nüfus olmaktaydı. Toplumların ya da yöneticilerin nüfus artışı talepleri çoğunlukla; siyaseti besleyen bir politik, ekonomik ve askeri güç oluşturma amaçlıydı.  Bu ihtiyaç ve talepleri, “hadis” denilen cümlede açıktan görmüyoruz. Yukarıda üremeyi ve cinselliği, yaşamsal ihtiyaçlar arasına koymuştuk. Bu gerçek, Müslüman toplumları; evlilik baskısı altındaki bekar gençleri zinadan korumak için “sosyal ve ekonomik yardım” gibi uygulamaların sonucuna götürür. Lakin Peygamber’e atfedilen bu söylemde, böyle bir sonuca da gidilmemektedir. İş böyleyken bunun tam karşıtı bir başka cümle, hadis diye zihinlere yerleşmiş; “zor durumdaki bekârlara ‘oruç tavsiyesi’ gelmektedir.” Ayrıca 8-10 karıyı(!) birlikte alan ve bir düzine çocuk doğurtan(!) ataerkil Arap’ın “evlenin” talimatına hiç ihtiyacı olmadığı gibi; (bilinen -yanlış meallerin- okumanın aksine) Kur’an’ın evlilik sayısını, azalan sıralamayla bire (tek eşe) düşürdüğünü okumaktayız. Ancak şu düşünülebilir; nikâhsızlığa (hukuksuzluğa) karşın, Kur’an (Nur-32) ayetindeki gibi hadisteki “evlilik” lafzı ile “nikâh” mı kastedilmektedir? Ancak lafzın bağlandığı sonuç uhrevidir. Demek ki, bu hadisin bekârlığa/cinsel ihtiyaca karşı bir çözüm olarak evliliği teşvik ettiğini düşünmek pek de mümkün gözükmüyor.
İrdelediğimiz “hadiste” çoğalması istenen nüfus, dinsel içerikli bir taleptir. Yani Müslüman çokluk;  peygambere (kendisine) iman eden bir “çokluk” istenmektedir. Çünkü bu çokluk onu ancak, “ahiret gününde” memnun edecektir. Ayrıca yine son cümlede, peygamberler arası “çokluk-sayısal ümmet rekabeti” ironisi de ayrı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse bugün 1,5 milyar denilen Müslüman nüfusumuzun, (varsayılan) 3 milyarlık Hıristiyan nüfusunu geçmesi için ha bire doğurmalı mıyız? Hıristiyan Batı, Siyah Afrika’yı, Uzakdoğu’yu ve Yeni Dünya’yı sömürgecilik için, sözde İseviliği bir araç olarak yayarken; Müslümanlar “ümmet sayısını” (velud) kadınlarla mı halledecek? Yahut da evli olanlara karşın ciddi sayıda bekar genç dururken, evli erkekler birden fazla kadınla onlarca çocuk sahibi mi olacak? Devam edersek, yine söz konusu “hadis” denilen cümlede geçen çoğalma beklentisinde; dünyadaki iktisadi, askeri ve politik bir güce kavuşmaktan söz edilmiyor. Peki, bu “kıyamet” için çoğalma, İslam’a davet yoluyla değil de neden “Müslüman kadının sınırsız doğurganlığıyla” pekiştirilmeye çalışılmaktadır? Zengin-yoksul ayrımı da yapmayan bu hadis(!) Müslüman erkek ruhunda/inancında, çoğalmayı vazgeçilemez bir tabu haline getirmiştir. Böylelikle kaderleri(!) yoksulluk olan; doğuştan bir ilenç (aç-açık, aşağılanmış; sosyo-ekonomik ve psikolojik bunalımlar) halinde kıvranan çok çocuklu milyonlarca aile (alt sınıf katmanları) ortaya çıkmıştır. Akla gelebilir ki, “evliliğin hikmetleri” vardır ve başka hadislerde de dillendirilmiştir. Zaten dindar, kavrayamadığı olguları bu “hikmet” sözüyle geçiştirme alışkanlığı kazanan kimsedir. Burada konuyu, güncelimizle örtüşen ve ortak bilincimizde oluşturulan “evliliğin, doğurganlık ve niceliksel sonucuyla doğrudan ilgili, kültürel/dinsel miras cümlemizden” yola çıkarak irdeleme yapmaktayız. Yalnızca dindarın/ayrıcalıklı bir grubun anladığı(!) gizli/hikmetli bir söylem mi var, yoksa bu hadis uydurma mıdır? Uydurma ise o halde bu “sözün” arkasında; maymun iştahlı, çok evliliğe hadis yoluyla kapı açan (kadın düşkünü) zengin dindarlar mı vardır bilemiyoruz…
Gündemdeki çoğalmaya gelirsek.
Başbakanın söylemi göreli/rölatiftir. Toplumumuzun (ortak) değerlerindeki sorunlu dinsel algıyı basamak yaparak, “püriten kapitalizmin” tesiri altında bu retoriği yapıyor. Toplumların kaderinin önüne geçmemek gerekiyor. Bulunduğu iktidarın ve ömrünün elbet bir gün biteceğini düşünerek konuşması en doğrusudur.  Artırmaya çalıştığı genç ve dinamik nüfus kimin içindir?
Yaşlı Avrupa’ya iş gücü mü?
Yerli kapitalist (Dindar-Kemalist) sermayeye pazar mı?
Yoksa ülkenin doğal kaynaklarından hakça/adil pay alan toplum için mi?
Evet, bana göre konformizm düşkünü kapitalizmin isteği olan nüfus artışı; yani çoğalma şu demektir;
Daha fazla tüketim, daha büyük pazar…
Daha fazla emek, daha fazla sömürü...
Daha fazla dindar, daha fazla oy…
Araştırma sonuçlarına göre gelişmemiş/fakir ülkelerdeki çocuk doğurma oranı, gelişmiş/zengin (Kuzey) ülkelerine göre çok yüksektir. Ülkemizde de durum aynıdır. Doğu bölgelerimizde ve yoksul ailelerde doğurganlık oranı ve genç nüfus daha fazladır.
Kuzey ülkelerinde doğum (genç nüfus) artış oranı durma noktasına gelmiştir. Aslında Batılı zengin toplumların bu genç nüfus sorunu, Kur’an’da geçen “evlilik” konusuyla yani “nikâhla” ilgilidir.
Batı’daki “nikâhsızlık” postmodern anlayışın (ahlaksızlığın) getirdiği bir yaşam biçimi olmuştur. Bu durum; günübirlik temaslar, birlikte yaşama ve sapık cinsel (tür ve cinsiyet dışı) ilişkilere karşı bir önlem olarak doğum kontrolü ve kürtaja dayalı; yaygın cinsel davranış bozukluğu şeklinde ortaya çıkmıştır.
Ruhu/duyguları anarşist, aklı/düşünceleri nihilist Batı gençliği; bu hayat tarzı ile böylece gelecekteki genç nüfusu/artışını bitirmeye yetmiştir. Buna karşın, çok çocuk doğurmayı kader veya dinsel bir görev olarak bilen, dünyanın ¾’ünü oluşturan yoksul/sömürülen kesiminde ise doğurganlık artışı devam etmektedir.  
Günümüzde Kuzey/zengin ülkelerin yaşlanan nüfusu; başta ekonomideki üretim-tüketim dengelerini, sonra da sosyo-psikolojik yapılarını bozmaya başlamıştır. Yoksul ülkelerde ise artan genç nüfus, bu geçimsizlik/gelir düşüklüğü yüzünden bozulmayı tersinden yaşamaktadır.  (Asya, G. Amerika ve Afrika’da milyonlarca kadın, yoksulluk sebebiyle fuhuş batağına düşmektedir.)
Hâlbuki Yaratıcı iradenin “Dünya” için belirlediği “doğal üreme” (ekosistem) mükemmel bir şekildedir. Yani dünyanın normal sosyo-ekonomik yaşama ve üreme koşulları içerisinde her birey, bir veya iki çocuk sahibi olursa (fazlası da olabilir) bu durum insanoğlunun “dünya yaş medyanını” olumlamaktadır. Günümüzde evliliklerin geciktirilmediği (20 yaşlarında gerçekleştirildiği) bir süreçte, insanın (ekosistemde) dünya genelindeki yaş ortancası (medyanı) genelde “25-30” aralığında olmaktadır. Bu aralık ne çok genç ne de çok yaşlıdır. İnsan türü için en verimli, en dinamik yaş olması açısından ideal bir aralıktır. Bu ortancayı şu basit sıralamayla bulabiliriz:  Bugün,  tür olarak ömrümüzü 67 yıl kabul edelim. Bu 67 yıl içerisinde (kadın veya erkek, fark etmez) şu dört kuşağı birlikte yaşarken görebiliriz: 1- Bebek (yaş-01), 2- Çocuk (yaş-03), 3- Genç anne (yaş-24), 4- Genç baba (yaş-26), 5- Yetişkin anne (yaş-45), 6- Yetişkin baba (yaş-47), 7- Büyükanne (yaş-67) olan bir “geniş aile” örneğini ele alalım. Bu 7 bireyin yaş ortancası/medyanı 26 olmaktadır. Lakin Yaratıcı düzenle çatışmaya giren (başta Batı felsefesi) insanoğlu, evlilik olayında kendi sapmasıyla bölgesel veya küresel nüfus (yaş) dengesini yine kendisi bozmaktadır.
Doğal çoğalmanın denge ve sürecinin bozulması, toplumların ya ahlaki -felsefi- ya da ekonomik ve siyasi bozulmalarıyla olmaktadır. Yani bu bozulma/fesat; ahlaksızlık, savaşlar ve baskıcı sömürü/yağmacı düzenler yüzündendir…
M.Ö. 10.000’li yıllarda dünya nüfusunun 5-10 milyon civarlarında olduğu varsayılırken; 1750’de 750 milyonu aştığı; 1950 yılında 2,5 milyara ulaştığı görüldü. 1998 yılında 6 milyar olan dünya nüfusu, 30 Ekim 2011 tarihi itibariyle 7 milyar oldu. Son 13 yıldaki 1 milyarlık artışın, önümüzdeki 10 yılda gerçekleşeceği tahmin ediliyor. Bilim insanları, 2021 yılında dünya nüfusunun 8 milyar olacağını şimdiden öngörmekteler. Yapılan tahminlere göre içinde olduğumuz bu yüzyılda nüfus artış hızının düşeceği; 2050'de 9-10 milyar, sonraki yarısında yani 2100'lerde ise 11-12 milyara ulaşacağı; kentleşmenin (nüfusun şehirlerde) yoğunlaşmasıyla birlikte bu yıllarda, dünyadaki nüfusun artış eğiliminden çıkıp durağan bir seyir izleyeceği düşünülmektedir.
Durum böyleyken insanlığı bekleyen önemli konular ve karşılaşacağı sorunlar nelerdir?
Sorun nüfusun artışı değildir. Sorun, yaş/ortanca dengesizliğinin yanı sıra; gelir dağılımı, insan hakları ve korunması; doğal kaynakların hak sahipleri arasında adilane paylaşılması sorunudur…
Siyasal toplum/iktidarlar; bu sınırsız iletişim çağında, zengin sınıflarla birlikte yaşayıp da refah (ekonomik yaşam) düzeyi düşük olan kesimin, ebeveyn ve çocukları üzerindeki; psikolojik ve sosyal davranış bozukluklarını nasıl gidereceklerini düşünmelidir. Büyüyen çocuk ve gençlerin, çağın iletişim teknikleriyle nasıl yozlaştırıldıkları, büyük bir pazara dönüştürüldükleri; iş, aş ve eş bulma derdindeyken, kaotik siyasi olayların toz dumanında boğuldukları görmezden gelinmemelidir.
Ne oldu, şu geçen 90 yılın Türkiye’sinde; 6’şar 7’şer kardeş olarak doğan çocuklara? Yoksulluğun utancı ve ezikliği içinde büyüdüler. Kimi, sermayenin beslediği darbecilerin işkencehanelerinde veya faili meçhullerince öldürüldüler. Kimisi kalifiyesiz işsizler ordusunu kurdular; kimileri de açgözlü patronların mengenelerinde sıkılıp, bilinçsiz (kişiliksiz) posalara dönüştüler…
Çoğalmayı hangi amaçla istediğinizi açmalısınız. Ülkemizde hükümet, memurunun 4 çocuğunu adamdan(!) sayıyor. 6 yaşa kadar 30 TL., 18 yaşa kadar ise her çocuk için 13 TL. aylık maaşta ek ödeme yapıyor.  Artık bu ironik rakamdaki paralar, bir memurun 4 çocuğunun hangi yarasına ilaç olur bilinmez…
Nüfusu gittikçe azalan Rusya’nın başbakanı Putin duymuş ki, “genç nüfus; gelecek için, ekonomik güç için çok önemli” imiş. Hemen teşvik paketiyle (sıradan halka) her ebeveyne üçüncü çocuk için 7000 Ruble (240 dolar)  vaat eder olmuş…
Yıllardır militan demokrasinin ve faşist-Kemalist zihniyetteki medyasının Anadolu halkının tüm değerlerini (iktisat, hukuk, eğitim, din vb.) nasıl tahrip ettiğini ve umutsuzlaştırdığını göz ardı edemezsiniz…
Artık doğurarak soy(lu)laşanın yakasını bırakmak, doğurmayıp soysuzlaşan burjuvayla uğraşmak gerekmez mi?
Eğer taze iş gücü ve genç nüfus lazımsa veriler ve yasal imkânlar iktidarın eli altındadır. Hiç çocuk doğurmayan zenginlere, yasal/hukuki zeminde yaptırımlar getirin; vergilerini artırın, miras mallarını kamulaştırın ya da astronomik gelirlerini çok çocuklu ailelere üleştirin…
Milyonlarca işsiz, kalifiyesiz; aç biilaç bekâr garibanının” sonunu bekleyen nedir?
Ben söyleyeyim: Hâlihazırda ve uzun vadede/gelecek planlaması olarak; liberal kapitalistlerin holdinglerine ucuz iş gücü ve büyük bir pazar projesidir…
Eğer hakkaniyetli bir nüfus politikası gerekiyorsa; önce askeri vesayet rejimiyle, sermayeyle ve etnik ideolojilerle ortaya çıkarılmış olan yapay siyasi sorunlar, hukuki yolla kalıcı şekilde çözülmelidir. Eğer ülke, gerçek güvenlik ve ekonomik yeterlilikle sağlıklı bir yönetime kavuşursa tüm canlılarda olduğu gibi spontane (doğal sürecinde) bir çoğalma gerçekleşir. Refah ve güven içinde olan bekarlar gençler evlenebilir hale gelirse; doğurmak için, birileri tarafından ikna edilmesine de gerek kalmayacak…
İslam dini gençlerin; iffetli/namuslu, eğitimi, yeteneği ve bunlara bağlı işiyle iyi bir kazancı olan aileler kurmalarını istiyor. Gençlerin zinaya meyletmemeleri için siyasilerden ve toplumdan; evlenebilmeleri için “sosyal ve ekonomik destek” istiyor…  Çocuklarının tüm ihtiyaçlarını ezilmeden, utanmadan helal kazancı ile karşılayan ebeveynler olsun istiyor. Kur’an, şerefli aileler kurulsun diyor; çocuk sayısını, gelecek kaygısı olmayan anne-babanın psikolojik rahatlığına/özgüvenine ve hür iradelerine bırakıyor. Doğurgan ve dayak yiyen bir kadın değil, mutlu anne istiyor. Onurlu babalar istiyor; ezik köleler değil!
Sahi, Başbakanın zihnindeki “çoğalma/üreme” dinsel bir kavram mı, yoksa “jeopolitik” mi? Bir bilen varsa bize de söylesin…
Aslında paradigma değiştiriliyor.
Başbakanımızı severim ama “liberal kapitalist demokrasisini” beğenmedim!
Ben diyorum ki; “İçimizdeki bekârları evlendirelim.” Böylece onlar zaten çocuk doğururlar, ısmarlama değil… 

17 Temmuz 2012 Salı


Edebi Kıssadan

GENÇLİĞE YUSUF TERBİYESİ

Yüce Allah (cc), kitabımız Kur’an’ı Kerim’i insanlığa bir hidayet kaynağı olarak vahyetmiştir. Hidayet, Türkçemizde “kurtuluşa ermek” yani hak olanı, doğru yolu bulmak demektir.
Kur’an’ı elimize alıp okumaya başladığımızda hemen ilk sure olan Fatiha’da bu kavramla yüz yüze geliriz. Zaten her Müslüman, hergün namazlarında okuduğu bu sure ile “hidayet” sözünü çok defa talep ve zikretmiş olur. Fatiha ile hidayeti isteyerek Kur’an’ın engin ufuklarında “hak yolun” yolculuğuna başlarız. Bu sebeple müminlerin hayatında en büyük mürşit Kur’an-ı Kerim olur…
İşte bu hidayet yolu ve öğretisi, Kur’an’ın girişinden itibaren her bağlamda ve her kıssada, insanlığa temel amaç olarak işlenmeye devam eder. Bu kıssalardan biri de Hz. Yusuf’un (as) hayatını konu edinen; Kur’an’ın en duygulu ve en belâgatlı anlatımını içeren kıssadır. Hz. Yusuf kıssası, birey ve toplumun psiko-sosyal davranışlarının birçok yönünü ele alır. Özellikle gençliğin ve ergenliğin getirdiği sorunlarla beraber, duygusal yapılanmada gerekli olanın ipuçlarını akla ve kalbe nakış nakış işler. Doğru yolun işaretlerini harikulade bir anlatımla ortaya koyar… 
Kıssanın içeriğini kapsamlı olarak ele almak sayfalarımıza sığmayacağı için, detaylarını Kur’an’dan okumak kaydıyla burada kıssayı okumaya girişe bir ön hazırlık yapılmıştır. Aşağıda kıssadan alınması gereken dersler sıralanacaktır. Bundan maksat, kıssayı okurken ayetlerle örtüşen bu çıkarımları/başlıkları kıssa içerinde bulmaya çalışarak; sıradan bir okumanın ötesinde, kıssayı daha eğitici ve kalıcı bir anlamaya ve öğrenmeye taşımak…
Hz. Yusuf, Hz. İbrahim ‘in bir diğer oğlu Hz. İshak’tan gelen Hz. Yakub Peygamber’in oğludur. Muhtemelen diğerleri kendisinden büyük 12 kardeştirler. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in ateşten kurtarıldıktan sonra, bir nimet olarak soyundan gelecek peygamberleri de şöyle bildirilir;
Enbiya Suresi: “72- Ona İshak’ı armağan ettik, üstüne de Yakub’u verdik. Her birini salihler kıldık. 73- Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdendi.”
Hz. Yakub’un bir adı da Allah’a yönelen anlamında İsrail’dir. Yani Yahudiler olarak bildiğimiz İsrailoğullarının atasıdır Hz. Yakub. Bu kıssada Kur’an’da geçen isim olarak İsrail oğullarından yalnızca Hz. Yusuf zikredilir; diğerlerinin adı verilmez ve kardeşler diye bildirilir. Hz. Yakub ve ailesinin, bugün Şeria Nehri-Antik Filistin bölgesi olarak bilinen eski Kenan Ülkesi denen yerde yaşamış olmaları güçlü ihtimaldir…
Kur’an kıssalarının diğer bir özelliği de sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (as) önceki peygamberleri tasdik etmek ve onların ibret sahnelerini insanlığa doğru bir şekilde bildirmektir. Çünkü Peygamberimizin risaletine gelinceye kadar Yahudi ve Hıristiyan din âlimleri; geçmişi, yani dinler tarihini kendilerine göre yorumlamışlardır. Bu yorumlar birçok iftira ve yanlışları içerir.
Hz. Yusuf kıssasının kapsamı, ibret tablolarıyla doludur. Bunlar, insan duygu ve davranışlarını olumlu bir şekilde biçimlendirir. Dinimiz İslam’ın üzerine temellendiği insanlığın evrensel kabul ilkelerinden; “merhamet, adalet ve doğruluk” olan fıtri, vicdani duyguların diriltilmesini ve insan davranışlarına yerleşmesini ister. Bu vicdanı; aceleciliğe ve yanılgıya her zaman açık olan insan aklını, kontrol altında tutması için yönlendirir.
Kısaca, “Hz. Yusuf Kıssası” Yüce Rabbimizin gençliğe; onu terbiye edecek/eğitecek dersleri içeren hususi ve edebi bir armağanıdır. Kur’an-ı Kerim’in 12. suresinde yer alır ve şöyle bir başlangıç yapar;
 Yusuf Suresi: “3- Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki daha önce sen bunlardan habersizdin. 4-Bir zamanlar Yusuf babasına demişti ki, Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm. 5- (Babası) Demişti ki; ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır’... 7- Andolsun ki, Yusuf ve kardeşleri kıssasında soranlara ibret olacak ayetler (dersler) vardır.”
Küçük Yusuf’un gördüğü rüya, ona bir risalet müjdesi vermekteydi. (Hz. İbrahim’den) Büyük dedelerinden gelen bu risalet/önderlik nimeti, diğer on bir büyük kardeşi de bu hususta bir beklentiye götürmüş olmalıydı.  Beklentilerin aksine peygamberliğin, anne ayrı olan Yusuf’ta tezahür etmesi diğer büyük kardeşleri, Yusuf’a karşı kıskançlığa ve bir düşmanlığa götüreceği aşikârdı. Bu beklentinin boşa çıkması onları, kendi aralarında Yusuf’u yok etme kararına götüren ihtiraslı bir öfkeye düşürmüştü. Bu arada Hz. Yakub’un risalet feraseti, Yusuf’u onlardan koruması gerektiğini hissettirmiş oldu. Bu durum Hz. Yakub’u Yusuf’a karşı gayri ihtiyari, sevgi ve ilgide açıkça, belirgin bir hassasiyete ve ihtimama götürmüş olmalı ki; büyük kardeşler ondaki kıymeti sezerek Yusuf’u yok etmeyi amaçlayan o sinsi planı yapmakta gecikmediler.
Nihayetinde, büyük kardeşler kendi organizeleri içinde, Yusuf ve diğer küçük kardeşine karşı bir söz ve güç ittifakına/işbirliğine giderek, babalarına bu rekabetin kıskançlığını ve düşmanlığını içeren planı açıkça bildirdiler… 
Yusuf’un kendileriyle birlikte kırda gezinti ve eğlenmeye gönderilmesini istediler. Babalarına açıkça yalan üzerine yemin edip emaneti korumaya söz(!) verdiler…
Sonuç, Kur’an’ın anlattığı akıbete varır. Bu akıbet; sabredenlerin türlü çilelere direnişinin zaferi olmuştur!
Bu kıssayı bütünüyle okuyup anlamaya çalışırsak; içeriğinden insan davranışlarıyla ilgili olarak çıkarabileceğimiz bazı sonuçları şu başlıklar halinde sıralayabiliriz:
1- Sorumluluk duygusu; hakkı tavsiye etmek
2- Sevgide aşırılık; aile içi iletişim ve denge unsurunun kaybolması
3- Kıskançlık; toplumsal parçalanma ve düşmanlık
4- Güvensizlik; emanete ihanet
5- Erdemsizlik; doğru söze/hakikate muhalefet
6- Sabır ve azmin getirdiği güzel sonuçlar
7- Yalan ve getirdiği olumsuz sonuçlar
8- Kadın erkek ilişkisinde ölçü; sadakat ve ahlak
9- Nefis terbiyesi ve şehvet kontrolü
10- Duygusal gelişim/vicdani olgular; merhamet, adalet ve erdem
11- Ticarette ahlaki yozlaşmanın eleştirisi
12- İktidar meşruiyeti; liyakat yetisi ve vicdan olgusu
13- Umarsızlık ve unutkanlık; özgüven ve sosyalleşme.
Bütün bu öğrenme ve davranma alanlarının irdelenip açıklanması sağlıklı bir toplum oluşturmak için oldukça önemlidir. Gençlerimize bu konularla ilgili eğitim verilmesi ve mevcut alışkanlıklarının gözden geçirilmesi her zaman elzem olmuştur. Maddelenmiş konulara birebir temas eden ayetleri; kıssa bağlamıyla ilişkilendirerek okumak, bunları başka kaynaklardan da araştırıp öğrenmek, gençlerde Kur’an ahlakıyla kişilik oluşturma açısından tutarlı bir yöntem olacaktır…
Kıssa, yalnızca gençlerin şahsiyet oluşumunu değil, orta yaşın getirdiği arzuların tatminsizliği, dünyevileşme; para, kariyer vb. çekici istekler dönemini de dizginleyen bir rehberlik vecizesidir aynı zamanda. 30-40’lı yaş dönemi, erkek ve kadın için en verimli yıllardır. Bu dönemde, bir babanın ailesine karşı ilgi ve sevgisini daha da artırması, ailenin ihtiyaçları ve çocukların geleceğe hazırlanması konusunu birinci sıraya koyması en büyük görevidir. Yine erkeğin, nefs terbiyesi yolu ve aklıyla hareket edip aile itibarını ve Müslüman şahsiyetini koruması da çok önemli bir husustur. Erkeğin bir kadında aradığı her şeyi eşinde araması da ailesini çok sevmesi de İslam ahlakının temel esaslarındandır. Annenin ise babayı bu geçiş dönemlerinde; aşırılığa gitmeden kontrol altında/takipte tutması gerekmektedir. Anne ve baba, nefislerdeki kıskançlığı olumlu olacak; aile birliği ve huzuru için barışçı şekilde kullanmalıdır. Mutlu ve huzurlu çiftler, mutlu ve ahlaklı gençler yetiştirir.
Ailenin birliği ve dirliği, toplumun da sağlıklı olması demektir. Hz. Yusuf (as) kıssasının bu amaçla da okunması dileğiyle… 





YUSUF; KUYU ve ZİNDAN

Yusuf ve Kuyu

Yakub’un etrafında yıldızlar,
Ama o yalnızca güneşe ram oldu.
Ancak batınca güneş, teselliyi ay ışığında buldu…

Vicdan çökmüştü pusuya, karanlık kuyularda.
Merhamete sinsi tuzaklar kurmak için,
Adaleti ve erdemi çamurda boğmaya hazırlanıyordu.

Sadakati, hayali bir canavar katletti.  
Ve bir ceylanın kanı kalleşliğe ödünç alındı.
Güneşi kararacak, yüreği yanacak hakikat elçisi bir baba için…

Kan ve kuyu oyunu bir çare olmadı,
Kıskançlığın hileli geleceğine, o yalnızca bir kumardı.
Oysa ceylan bir gün, ziyankâr bedbahtlar her gün ölürdü.

Gerçekte düşen Yusuf değildi,
Kıskançlığın, birliği yok eden ayrılıkçı kuyusuna.
Kardeşliği bölen bir ihanetin, muhalefet körlüğüydü hakikate… 

Susuz kuyu yağmuru beklerken,
Çevirmişti çölün güneşi, içini apaydınlığa.
Su yerine Yusuf çıktı kuyudan, güzelliği parayla satan tüccarlara…

Umut; güzel haberi sesiz ve yıllarca bekletti,
Muştu yeşersin diye gözyaşı ekildi kum tepelerine
Ey suya doymaz çöl, isteme artık çünkü Yakub’un pınarları tükendi!

Ey sonsuz sabır!
Güneş artık daha parlak doğsun,
Eriyip kaybolsun pür ışıkta solgun yıldızlar.
Ve Yakub’un oğulları Mısır’da dilensin bir avuç sefaleti,
Bulsunlar kuyuya gömdükleri sadakat ve merhameti.
Söndürsünler artık,
Yakub’un yüreğindeki o kor hasreti!
Getirsinler, umudu tükenmeyen bu babaya
Vuslat müjdesini
Ve Güneş’e perde olan,
Yusuf kokan terli mendilini…



Yusuf ve Zindan

Yıldızlar ay ışığına mahcup,
Yusuf gençliğin terleyen bıyıklarına.
Kıyamazsın Ey Yakup bu yanık tenli delikanlıya bakmaya!

Ne kadar da keskin bu bıçaklar.
Bir sevdayı acıtmadan kesip bitirmek için mi?
Yoksa hasta bir kalbi tutkulu bir bedenden ayırmak için mi?

Ey kara sevda, nedir bu iftira?
Parmaklıklar ardında daha mı huzurlusun?
Koy arzulu ve umarsız gönlünü zindana sükûnet bulsun.

Yıllar sessiz ve habersizce tükendi.
Ey saray, uyan artık şu esrarlı rüyandan!
Bir meftunenin ateşi, külleriyle örtünüp sönen zamanı yitirdi…

Ey Yusuf!
Seni unuttular zindanda…
Öyleyse boş durma ağla.
Kavuşmayı bekleyen Yakub’a ağla…
Kardeşliği kuyuya gömenlere ağla,
Birliği bölüp, gerçeğe yüz çevirenlere…
Ağla zindanda geçen yıllara,
Ağla ki, körelsin şehvet pak bedeninde,
Adalet yücelsin yüreğinde,
Erdem doğrulsun sözünde,
Ve merhamet dolsun gönlüne…
Ağla ey Yusuf!
Gençliğine ağla,
Boşa giden yıllara!
Kuyunun, zindanın ve hain yüreklerin karanlığında
Güneşi bekleyen ülkene ağla...
Rahman ve Rahim olan Allah için ağla…


Kazım Bayar / 25.06.2012


11 Temmuz 2012 Çarşamba


KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -2-


Berzah alemi ne demek?

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür ki, hayatımda yapmadığım salih amelleri işlerim’ der. Hayır! Bu, onun söylediği (boş) sadece bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah (geri dönmelerine engel) vardır.” (Mü’minun S. 99-100)
Berzah, sözlükte; aşılmaz engel, perde demektir. Ayette geçen bu “berzah” kavramıyla onu niteleyen ve belirleyen bir sıfat ya da isim tamlaması yapılmamıştır. Yani “berzah alemi, kabir hayatı” gibi bir tamlama yoktur. Bu din aliminin bir çıkarsamasıdır.
Berzah, dünya hayatına geri dönüşe engelidir. Yoksa geleceğe/baas gününe (yeniden dirilişe) kadar geçecek olan bir sürenin adı değildir. Ayetteki, “Dirilecekleri güne kadar sözündeki zaman zarfı ise bizim bilip algıladığımız bir zaman mefhumu değildir. Buradaki, “kadar” süre/miktar zarfının; milyarlarca dünya yılının kabirdeki karşılığı yokluğa/sıfıra yakın bir süreye eşdeğer de olabilir. Dünyada geçen zamana/saatine göre buna, “hemen, şimdi” de denebilir…
Berzah, şuurun/bilincin kapanmasıdır. Eski hal, yani şuur bitmiş; yeni durum başlamıştır. Yani derin ve geri dönülemez bir uyku halidir başlayan. Bu, tamamen duyarsız; şuursuz bir haldir. Ölü için zamanın sürdüğü ara bir dönem değildir. Berzah, biz yaşayanların algısı olan üç boyutlu; kütle, yer ve zaman varlık bütünlemesinin olmadığı bir geçiş durumudur. Yaşayan insan; dünyada, bilinci açık ve önünde henüz ömür/süresi vardır, bu yüzden üç boyutlu ve göreceli bir tasavvura gitmek zorunda kalır. Ama ölü insan için böyle bir algı, üç boyutlu bir tanım ve farkında olduğu ara bir devre olamaz. Çünkü bilinç/şuur (algı) kapalıdır (berzah), his yoktur. Ta ki Sûr’a üfleninceye kadar…
Yasin suresi 51-52. ayetler bu durumu daha iyi açıklar;
 “Sûr’a üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler. Derler ki: 'Eyvah bize! Bizi uyuduğumuz yerden kim diriltti? Bu Rahman'ın vaad ettiğidir. Demek ki peygamberler doğru söylemişler.”
Din adamı bu berzah kavramına, “alem” ve “hayatı” sözcüklerini de ekleyerek, dünya hayatına dönülme engelini (berzahı); ayrı bir süreç ya da zamansal bir devir anlamını çağrıştıran “berzah alemi” diye yeni bir “mekan ve ara dönem” tamlamasına taşımıştır. Hâlbuki ölümden sonraki devrede; baasla açılan şuurun/bilincin gösterdiği tepkiyle ölümün “derin uyku halindeki” bir süreç olduğu yukarıdaki ayette açıkça bildirilmiştir…
Mecaz anlamlarıyla birlikte şu ayetlerin gerçek anlamları da ölüm halini açıklamak için inananları tefekküre çağırır;
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır S. 19-20-21-22)
Aslında “kabire girme olayı” yaşayanların ölüye yaptığı bir iştir. Ölü, dirilip kabirden çıktığında; oraya girdiğini de orada kaldığını da hatırlamaz. Yeniden diriliş/baas gününde; hızlı ve neredeyse zamansız bir şekilde; ölüm anındaki durumuna, eski bilincine geri dönüp; “Rahman’ın vaat ettiği” mahşer/toplanma sahnesi tanıklığıyla yeni bir aleme derhal geçmiş olur. Bu geçiş, derin bir uyku içindeymiş gibi gerçekleşip biter. Sonuçta berzah; dünyaya geri döndürmeyen, yalnızca ahirete geçişi sağlayan bir kapıdır insan için…
Yine berzah; iki alemin arası olup, herhangi bir fenomenin geçerli olduğu zaman sürecini/dilimini kapsamaz. Yani imtihan için ayrılan süre tükenmiştir, dünya hayatı ve bedenimizde geçen dönem bitmiştir… Ölüm, dünyaya ait zaman algısının da sonudur. Bedeni toprağa veren ruh için, farklı bir devir ve mekân başlayacaktır. Berzah, bu zamansız ve eylemsiz kapıdan bir geçiştir. Tekrarlarsak şuursuz/bilinçsiz andır. Şayet bilinçli olduğumuz ara bir mekan olsaydı; ölüm sonrasında, mizan öncesinde insana tövbe etme imkânı ve hakkı doğmuş olurdu. Zaten inkârcılar, yeniden dirilişte derhal pişmanlık ve af dilemeye başlar. Yukarıda, Mü’minun suresi 99. ayetinde geçen; “günahkârın, dünyaya geri dönüş arzusu” ömür sonu ile berzah başı arasında gerçekleşen bir süreç/andır. Fakat biz, insan için zaman ve mekân boşluğu düşünmediğimizden bu berzahı; bir “zaman-mekan-beden” tanımı gibi algılarız. Oysa kozmik düzendeki zaman mefhumu da, insanın dünyada yaşadığı süre/ömür de birbirine karşı değişken/göreceli olmaktadır.
“… Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin sayıp durduğunuz bin yıl gibidir.” (Hacc S. 47)
Sûr’a üflendiğinde (baas günü) bilinç açılır ve yeni bir zaman-mekân süreci başlar. Bu, aynı zamanda; ölümünden itibaren insan için kıyamet sürecinin, hesap gününün başlaması demektir. Kabire girme ve Sûr’a üflenme arasındaki süre, şuursuz/bilinçsiz geçtiği için; dünyada (kabirde) geçen zaman milyarlarca dünya yılı dahi olsa ölü için bir değeri veya ölçüsü olamaz. Yukarıdaki ayette göre; bilinen on bin yıllık insanlık tarihi/hayatı, Allah katında on günlük bir süredir. Yine aynı hesaba/formüle göre 80 dünya yılı yaşayan bir insanın kozmik ömrü; 80/10.000= 0,008 kozmik gün kadar olur ki, buda din dilinde; yani kozmik algıda “bir günden daha az” bir zaman kadardır…
Biz yaşayanlar için tanık olduğumuz süre ve daha fazlası; bir ölü için ölçülmeyecek kadar kısadır. Hatta kıyamet gününde dirilen insan; değil kabir hayatını, yıllarca yaşadığı dünya hayatını bile unutmuş/kısaltmıştır. İnsanın bu unutkanlığını, baas/yeniden dirilme gününde şöyle dillendirir Kur’an;
“Kıyamet koptuğu gün günahkârlar, (dünyada) ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar, (dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler ise şöyle derler: 'Andolsun ki, Allah'ın kitabında (yazılı) olana göre siz yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden diriliş günüdür. Ancak siz bilmiyordunuz.'” (Rum S. 55-56)
Bu ayetlerde; inkârcıların dünya hayatında iken bile zaman algısından, gerçek süreden (iman, amel ve tövbe fırsatından) nasıl kopmuş oldukları da belirtilir. Mü’minlerin ifadesinden de; inkârcıların kabirde kalınan süreyi bilmediklerini ve bu devrede ölünün açıkça, şuursuz ve algısız bir devre geçirdiğini gösteriyor. Şayet kabirde bir azap görselerdi, inkârcılar bunu ifade etmezler miydi?
Yine inkârcıların dünyadaki kıymetli ömrü seyyiatla tükettiklerinin, “zaman kavramını ve sosyal bağlarını yitirdiklerinin” baas günündeki hali pürmelali ise şöyledir;
“Sanki (dünyada ve kabirlerinde) gündüzün bir saatinden başka durmamışlar gibi, Allah hepsini mahşere sevk edeceği gün, aralarında (birbirleriyle yeniden) tanışacaklardır. Allah’ın huzuruna çıkacaklarını inkâr edip de hidayet yolunu tutmamış olanlar, muhakkak en büyük ziyana uğramışlardır.” (Yunus S. 45)
“Kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.” (Naziat S. 46)
“Allah inkâr edenlere: 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?' der. 'Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık. ‘Sayanlara sor' derler. Allah; 'Pek az kaldınız.' buyurur. 'Keşke bunu vaktiyle bilseydiniz!” (Mü’minun S. 112-113-114)
Kur’an ayetlerinde; dünya hayatı, geçen ömür, kıyamet günündeki diriliş ve mahşer sahneleri böyleyken, kabir hayatıyla(!) ve azabıyla ilgili herhangi bir sahne bulunmamaktadır. Kabir sadece, “şuur edilemeyen, zamansız bir bekleyiş devresi” olarak geçmektedir. Bu da insanın göreceli/rölatif zaman-mekân algısının tanımlama/somutlaştırılmış ifade şeklidir. Oysa İslami kaynaklardan, hadis külliyatında “kabir azabıyla” ilgili onlarca; hadis, menkıbeler, rivayetler, risaleler ve tefsirlerin toplamı neredeyse ansiklopedik hale gelmiştir. (2)
Yukarıda açıklanmaya çalışılan “göreceli zaman” algısına yorumsanacak; kabir ve sonrasıyla ilgili Kur’an’a uyum sağlayabilecek, geçerli ve tek hadisi şerif şu olabilir;
“Peygamberimiz (s.a.s.), bir ölüyü defnettikten sonra; " Kardeşiniz için Allah'tan mağfiret dileyiniz; çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.’ buyurmuşlardır.” (Ebu Davud, Cenâiz. 67; es-Sâbûnî, "el-Bidâye Fi Usûli'd-Dîn).
Bu hadis, kabirde olan bir sorguyu değil; ölen insan için “artık (iman, amel, tövbe) fırsatı/zamanı bitmiş, kıyamet günü hesabı başlamıştır” anlamı taşır. Artık o insan için “İlahi mizan” kurulmuş/kurulacak sayılır. Aksi kastedilmişse bu durumda; Kur’an’a uymadığı için bu hadis, İslam ilahiyatı için kabul edilemez. Birileri peygamberimiz adına söylemiştir.
Münker ve Nekir; inkârcı için çirkin ve korkunç “sorgu melekleri” diye belleklere yerleştirilmiştir. Bazı rivayetlerde seyrek olarak geçen; “Rûmân” adlı melek vs. bunların hiçbiri, Kur’an da yer alan melek isimlerinden değildir. Açıkçası Habil ve Kabil ismi de Kur’an’da olmadığı halde dini literatürümüze yerleşmiştir. Bu melek isimlerinin hiçbir kıymeti yoktur, geçtiği tüm rivayetler uydurmadır. (3) Zaten dikkatli incelenirse bu isimlerin olduğu rivayetlerdeki betimlemeler de şizofreniktir. Eski çağ dinlerindeki fantastik tanrı veya şeytanlara benzetilir. Ölüleri korkutmaya çalışan Mısır tanrıları gibidir. Belki, melek diye bu isimlerin geçtiği hadisleri uyduranlar, Kur’an’daki cehennem bekçisi olan “zebani” kavramından esinlenmişlerdir de diyebiliriz. Ayrı bir inceleme konusu olan zebani betimlemesi; İslam’a ve Peygamberimize yönelik çirkin ve alaycı tehditler savuran inkârcılara karşı, Kur’an’da tehditkar bir misilleme imgesi olarak önümüze çıkar…
Kabir azabı ve mükâfatının İslam dininde “olmadığı” bir iddia değil, “hakikatin” kendisidir. Günümüz din adamının bu konuda akli hiçbir delili yoktur. Kur’an’ın tüm beyyinatları akıl sahipleri için bildirilmiştir. Aklın kabul etmediği, (sözde) hadislerle yapılmış tefsir ve menkıbeleri dayanak yapanlar, selefi aliminin saplantısı üzerinden bu iddiayı sürdürenler; eğer güçleri yetiyorsa hadisleri bir (anlık da olsa) kenara bırakıp; bu kadim iddiayı bize Kur’an’dan kanıtlasınlar.
Bu konuda yapılması gereken; ayetlerden yola çıkıp, hadisleri akıl süzgecinden geçirmektir. Fakat din alimleri bunun tam tersini yapar; eğrilttiği hadisleri ayetlerle doğrultmaya çalışır. “Kabir azabını anlatan hadislerin(!)” büyük bir çoğunluğu; sağlıklı düşünen her insan tarafından, akıldışı görülecek kadar traji-komiktir. Bu uydurma hadisler, “klasik dönemdeki epistemolojik/bilgisel sapmanın” bir kanıtıdır. Kur’an’ın zaman kavramını yer yer göreceli anlamda kullandığını; dünya-ahiret sahnelerindeki iki ayrı zaman olgusunun birbiriyle iç içe geçtiği tasvirlerin dikkate alınmaması, o dönemin çok sayıdaki eksiğinden sadece birisidir.
Antik çağda ceza hukuku, yersel (batıl) tanrıların güç konseptine dayalıdır. Bu zihniyet, mitoslar/efsaneler yoluyla dinselleştirilip “azapçı bir tanrı” imgesi üretmiştir. Bu yanlış imgenin hadis kutsalına yerleştirilip, modern çağa kadar taşınması ayrı bir sorunken; bugünkü öykünmeciliğin akademik felsefi kısırlığı ise hayret vericidir!
“Kabir hayatını” araştıranlar; bu iddia peşindeki din adamlarının, “uydurma hadislerin” içeriğini ispatlamak için delil olarak en çok kullandıkları şu beş Kur’an ayetiyle karşılaşır.  Üstelik bu ayetler de; eski rivayet tefsirlerindeki tevilleriyle (şahsi fikrine uydurma, döndürme amaçlı) kullanılır. Şimdi bu ayetlerin meallerini yazıp, anlam ve bağlamlarını tek tek inceleyelim:
1- “Belki dönerler diye onlara, en büyük azaptan önce en yakın (yaşadıkları dünyalarından) bir azaptan mutlaka tattıracağız.” (Secde S. 21)
Bu ayetteki “en yakın azaba” kabir azabı demek için deli olmak gerekir. “Belki dönerler” yani dünya hayatında iken; iman ederler, tövbe ederler anlamını açıkça her okur anlar.  Ayetteki büyük azap; cehennemdir. Yakın azap ise dünyadaki musibetler ve yenilgiler; psikolojik ve biyolojik acılardır. Kabirdeki ölü, berzahtan nasıl geri dönecek? Bu ayette, yaşadığı musibetler sonunda aklını başına alıp, ölmeden önce tövbe edecekler için; Yüce Allah’ın rahmetinden bir lütuf ve fırsat verileceğinin bilgisi apaçıktır. Yine bu ayetin okunmasında, siyak ve sibakı ihmal edenler akılsızlardır.
2- “Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve ateşe sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.” (Nuh S. 25)
Bu ayetteki, “ateşe dâhil edilmeyi” kabir olarak anlamak hiç de akıl kârı değildir. Nuh kavmi; Hz. Nuh’a karşı kibirlenip uyarıldıkları tufanı inkâr edip, hafife alıp, iman ve tövbe etmeden tıpkı “Firavun ve âlisi” gibi suda/tufanda boğuldular. Kur’an burada da zaman olgusunu kısaltmış; sadece bir sıralama vermiştir. Dünya ve ahiret, zaman ve mekan olarak birleştirilmiştir. Allah için geçmiş-gelecek böyledir. Boğulma, dünyadaki; ateş ise ahiretteki azaptır. Bu ayeti illa da dünya için de düşüneceksek; farz edelim ki, yeryüzünde bir yerde büyük bir deprem olmuş olsun; yer altından veya yanar dağlardan gelen duman ve küller insanları boğsun, sonra da lavlar/akıcı ateş bu kavmi helak etmiş olsun. Yeryüzünde bu şekilde helak olan kavimler yok mudur? Her iki mekânda da Allah zalimlere yardım etmez…
3- “Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp saptırır; Allah dilediğini yapar.” (İbrahim S. 27)
Bu ayet apaçıktır.  Kabirden söz etmez; “ahirette” der. İman edenlerde; dünyadaki şehadetlerinin hesap günündeki hakikatle örtüşmesinin mutluluğu vardır. Zalimlerin dünyadaki inkârları ise; ahiret gününde yalancı çıkmalarının kanıtı olmuş ve büyük bir şaşkınlık içine düşmüşlerdir…  Din alimlerinin, kabir iddiasına kanıt için ileri sürdüğü Kur’an ayetlerinde hep ahiret tasvirleri varken; delil diye getirdikleri hadisler nedense kabir üzerinde yoğunlaşır. Ve yine bazı ayetlerde geçen, dünyadaki azap/bela-musibet ile cehennem sahneleri zaman sırasız ve iç içe kullanılırken; din adamı bu sahneleri kabirde oluyormuş gibi tevil edip durur. Eğer bu mantıkla ayetlere bakarsanız, ölüye baas günü de gerekmez. Ölüm ne demekse din adamının zihninde; mizana, cennete, cehenneme lüzum yok, her şey kabirde de yaşanabilir! 
4- “Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?” (Mü’min S. 11)
Yukarıdaki ayeti tek başına okuyan, hatta Kur’an’ın tümünden soyutlayan bu din aliminin beyni nasıl çalışır acaba? Kur’an okumada siyak ve sibakı en iyi kendi bilir; sonrada kalkıp, ayeti bağlamından koparır! Ayetteki iki ölüm ve iki dirilmeye anlam veremeyen din alimi; Kur’an’ı kendi iddiasına delil yapmak için usulü de terk eder… 
Mümin suresi 11; 10 ve 12. ayetlerle birlikte okunur. Bu ayet, kafirlerin dünyadan getirdikleri inkâr/günahtan dolayı hak ettikleri azabın verdiği; “Bu ateşin içinde ölüp diriliyoruz, sonra tekrar ölüp tekrar diriliyoruz, kurtuluş yok mudur!” feryadıdır Allah’a. Yani cehennem ateşinin bir döngüsü, Türkçemizdeki “ölüp ölüp dirilmek” deyiminin bir benzerdir bu Arapçada.
Din aliminin kast ettiği bedensel/biyolojik; hayat-ölüm döngüsü ise şu ayette açıklanmıştır; “Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara S. 28)
Ayrıca Kur’an’da “hayat ve ölüm” kavramıyla ilgili mecaz anlamlar da vardır. “Allah’a verilen sözden dönme, Kur’an dilinde “ölüm” anlamına geldiği gibi; iman etmek de “hayat” anlamına gelir (Fatır S. 19-22). Yine Araf suresi (172 ve 173.) misak ayetlerinde, ruhların rububiyete “şahitlik etme dirilmesiyle” kıyamette bu tanıklığın hatırlanması arasında geçen; bütün ruhsal şuurlar, Hz. Adem’in bedenine üflenen ruh ve biyolojik dirim-ölümler; bunların hepsi Mü’min S. 11. ayetin anlaşılmasına ışık tutabilir.
5- “Sonunda Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun ailesini de azabın en kötüsü kuşattı. Ateş sunulur onlara sabah ve akşamüstü. Saat (kıyamet günü) geldiğinde şöyle denir: Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun!" (Mü’min S. 45,46)
Bu ayetlerin öncesinde ve 40. ayette Hz. Musa’yı tasdik eden bir mümin; Firavun ve yakın çevresini cennete/imana çağırmaktadır. Bu mümine karşı çıkanlar; “sen bizi ateşe çağırıyorsun” diye onu suçlarlar. Hak söze çağırmak, Firavun için; ateşe çağırmak ve onlara “ateş sunmak” anlamına gelmektedir. Bu mümin de onlara; “asıl kendilerinin/aşırı gidenlerin, ateş ehli olduğu söyleyerek” Firavun ve yakın çevresini ikaz etmeye devam eder. Yine bu mümin; Firavun ve yardımcılarını, gelecekte kuşatacak azaplara/musibetlere karşı uyarırken, bu müstekbirler ise iman edenlere tuzak kurmakla meşguldür. 45. ayette “azabın kötüsü onları kuşatır.” Bu azap ve uyarısı 46. ayette tekrar ateşe bağlanıp; kıyamet saatiyle birleştirilir. Mü’min suresi 46. ayet bu tartışma bağlamında okunduğunda, elçinin onlara yaptığı her tebliğ; onlara “ateşi göstermek” olup, artık hayat bundan sonra/Musa ve iman edenlerin; aralarında var oldukları süre içinde; yaşadıkları her gün onlar için bir ateşe/azaba dönüşür. Artık iktidarları sarsılmış, Mısır’ı yıllarca kahreden musibetler başlamıştır… Sabah ve akşamüzeri; dünyada huzur ve sohbetin arandığı iki hoş zaman dilimidir. Bu güzel vakitlerin huzuru kaçmıştır artık Mısır’da. Bu vakitlerde, ateşi/azabı görür gibi işkenceye dönüşen bir devre başlamıştır artık Firavun ve yakınlarına. Bu bir cehennem psikolojisi metaforudur dünyanın sabahı-akşamı onlar için. Sonra da; ölünce/saati gelince asıl ve ebedi olan cehennem ateşine atılacakları bildirilmiştir Firavun ve yardımcılarına.
Bu ayetler, aynı zamanda içerdiği kinayesiyle tarihte büyük/istikbari bir uygarlık kurmuş olan Firavunlar üzerinden; bugünün “süper güçlerine de” gönderme yaparak, bu güçlere ve onlara güvenen insanlığa ateşi gösteren bir hakikat dersi verilir. Sonraki ayetlerde de (Mü’min S. 47.48.49-) bu ateş tartışması sürüp gider cehennemde de…
Din adamının semiyyattandır diyerek; kanıtlamak için paralandığı kabir azabı iddiası tam bir ironidir demiştik. Kabirle ilgili hadisleri tahrif etmek oldukça kolaydır. “Ahiret, kıyamet, hesap” günü lafızlarının yerine “kabir” sözcüğü koyduğunuzda iş bitmiş olur…
Ayrıca bu din alimleri; “Sahabeyi kiram, Ehli sünnet, İslam alimi, Hadisi şerif, Dini rivayet, sahih, menkıbe” ıstılahlarını dine kaynak kabul ederken, bunları “Kur’an’ı Kerim”den daha fazla önemseyip kutsamış; İslam’ın iman esaslarını da bu ıstılah başlıkları altına toplayıp eleştirileri küfürle itham etmiştir…
“Klasik hadis alimi” kendi eserinde arada bir; bazı saçma rivayetlere çekince ve şüphesini şerh düşer. Bu yolla, eserindeki diğer uydurmaların doğruluğunu ikame etmenin kazancını kar hanesine yazar. Böylece, kendince “makul uydurmalardaki yanlışları” ehlisünnet literatürüne taşıma kurnazlığını Müslüman’a hazmettirmiş olur. Artık, günümüzün öykünmeci din alimleri de el altındaki hazır bilgiyi; sorumlusu “filan alleme imamdır” diye bu tahrifatı, genç kuşaklara oldukça ucuza satar…
Kabir hayatı (Berzah alemi) iddiasının kaynağının çoğu “sahih hadislerdir.” Bunların “sahih” başlığı altıda toplanması “onları uydurma” olmaktan çıkarmaz. “Ehli sünnet öykünmeci alimlerinin zihniyetini” kavrama açısından “deve idrarı” hadisi(!) örnek olarak incelenebilir. Bu hadiste, hastalara deve idrarı içirilmesiyle yetinilmez. İyileşen hastalar, çobanı öldürüp, develeri çaldıkları için; gözlerine mil çekilir, elleri ayakları kesilir ve ölmeleri için susuz çöle bırakılır! Peygamberimiz burada (haşa); hastaya sidik içiren bir cahil, zalim bir yargıç ve işkenceci bir infazcıdır! Bazılarının mensuh/hükümsüz kabul ettiği, Diyanet onaylı bu sahih hadis” dipnotta verilen web adresinden okunabilir. (4)
Bütün bunlar uydurulurken, Kur’an’ın ayetleri, Peygamberimizin masumiyeti, kutsal risalet vazifesi ve insaniyeti; “ehlisünnet dokunulmazlığının kutsallığı” adı altında ayaklar altında acımasız ve utanmazca çiğnenir!
Yine “hadis uydurmalarının” nasıl bir komedyaya dönüştüğünü anlamak için “kabir azabından muaf kalmayı bildiren “rivayetlerin” bazılarının sadece başlıklarını vermek bile bu akıldışılığı anlamaya yeter. Bunlar; ayrıştırıcı ve vehmedici hitaplardır; ilk bölümde söz ettiğimiz, insanda psiko-sosyal bunalımları üreten telkinlerdir.
“Karın ağrısından ölenler, Mülk suresini okuyanlar, Cuma günü ölenler...”
Son söz; “kabir azabının ve mükâfatının olmadığını” belirtenleri sapıklıkla suçlayan insanımıza şu soruyu soralım:
Her fırsatta/devrede, kullarına eziyet eden bir tanrı tasvir etmek mi sapıklık; yoksa Kur’an’da geçen bunca ayetle “hesap günü mizanını ve İlahi adaleti” savunmak mı; Allah’ın sınırsız merhametli olduğunu, insanları bağışlamak için her durumda affedici olduğunu hatırlatmak mı sapıklık?
Bir de din alimlerine şunu soralım; “Peygamberimiz (as) adına hadis uydurmak mı, yoksa uydurma hadisleri reddetmek mi küfürdür?” Yoksa dinimizi hurafelerle doldurmak mı?
Sağduyulu din alimlerine selam olsun. (5)
Merhum M. Akif’in şu dörtlüğü dinimiz, tertemiz İslam’a kötülük edenlere ne güzel bir cevaptır;

Nebiye atfen binlerce herze uydurdun,
Yıktın da dini Mübin-i yeni bir din kurdun!
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı…


Dipnotlar
(1) “Yaşlılarda ölümden korkmamaya yetecek derecede benlik bütünlüğü olursa, çocuklar da yaşamdan korkmayacaklardır.” Erik. H. Erikson

KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -1-

Bu makalenin amacı;
Kaynakları semitik hale dönüştürülmüş İslam’ı antik çağın dinsel inanışları etkisinden bir nebze de olsa uzaklaştırmak; dini, iktidarların ve kapitalizmin politik angajmanı haline getirmiş din adamının gölgede kalan yüzünü aydınlatmaktır…  

Psiko-sosyolojik yaklaşım

İnsanda doğuştan gelip, bebeklik çağında güçlü bir şekilde gelişen ve ebeveyn tarafından karşılanan bir “güvenlik duygusu” ihtiyacı vardır. Bu duygu, insanı hayata sıkı sıkıya bağlayıp geleceğe hazırlar. İlerleyen dönemlerde, hayatla barışık yaşayan insanda gelişen; “benlik bütünlüğü” olgusu ise insan psikolojisini olumlu davranmaya yönelten en önemli motivasyondur…
Bu duygu ya da ruh hali, hayatı her yönüyle sevmek demektir.  Benlik bütünlüğünü sağlamış insan; yaşadığı geçmişinden pişman olmayan ve gelecekten endişelenmeyen insandır. Geleceğin kendisine ne getireceğini iyi bilen yaşlı insanda, ölüm korkusunu ortadan kaldıran da yine bu psikolojidir. Bu yaşlı insan, çocukluk evresinde olan yeni kuşaklara; ölüm korkusuzluğunu gösterip, güçlü bir özgüvenle hayata bağlılık duygusunu aktarmış olur.(1)  Bu duygu veya ruh hali, Yüce Yaratıcının biz canlılara verdiği büyük bir lütuftur.
Bu girişten sonra, dinin “gelecekle” ilgili içerdiği bilgilerin insan üzerindeki etkisini daha kolay tartışabiliriz. 
Ölüm ve sonrasını tam olarak din açıklar ve insanı buna yalnızca din hazırlar. Eğer bu din İslam ise inananlar için verdiği bilgilerin doğruluğu tartışılmaz; bunlar kesindir ve tatmin edici bilgilerdir. Aklıselim için kuşku ve soruları ortadan kaldırır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz benlik bütünlüğünün verdiği huzuru ise ancak, “ölüm ve sonrasına ait yanlış bilgiler” bozabilir. Bunu da ilk sırada yapabilecek olan ancak bir “din alimi” olur. Nasıl mı? Kur’an’da olmayan bir bilgiyi ona inananlara, varmış gibi göstermeye kalkışarak bunu yapar. Yani gelecek endişesi ya da ölüm sonrası kaygı oluşturacak bazı yanlış bilgiler; bu benlik bütünlüğünün getirdiği huzuru/sükûneti devre dışına iterek, ölüm sonrası olacaklarla ilgili bir korkuyu insanın önüne koyar. Bu yanlış inancın vereceği ankisiyete bozuklukları; genç nesillere aktarılacak olan kültürel ve ahlaki değerlerin zedelenmesi açısından da olumsuz sonuçlar doğurur. Sürekli kaygı ve yol açtığı huzursuzluk insanı; farkında olmadan sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel alanda bekleyen sorumluluk ve aktivitelere karşı umarsız hale getirir…
Konuyu bu bağlamda ele alırsak, Kur’an’da ölüm ile kıyamet arasında geçen kabir hayatından(!) ve buna bağlı herhangi bir sorgudan; ceza (azap) veya ödülden söz edilmez. Yalnızca istisna bir şekilde Rabbine dönen şehitlerin, ölmediği ve rızıklandıkları bildirilir. Bunun da insan tarafından anlaşılması mümkün değildir. Yani şehitlerin rızıklanmasını peygamber dahi kavratamaz. (K. Kerim: 2;154, 3;169)
İnsanın yaşadıklarıyla barışık olma halini yitirmesi; geçmişinden pişmanlık duymasıyla birlikte gelir. Pişmanlık duyulan bir geçmiş, insana ölüm ve sonrası için, endişe ve korku kaynağına dönüşebilir. Müslüman için bu aynı zamanda, geçmişteki yaşantıdan gelen suçların sorgusu ve cezası demektir. Artık gelecek; yani ölüm ve kabir, istenmeyen ve korkulan bir kâbusa dönüşür. Ölüm sonrası kabir hayatı, tehdit dolu bir gelecektir. Çünkü henüz hiçbir terazinin olmadığı yani adaletli bir sorgunun yapılmadığı bir ortamdır. “Kabir; henüz yargılanmamış ölü insanın, bedeni veya ruhuna işkence yapan korkunç yaratıklarla doludur. Sorgu melekleri (Münker-Nekir) tarafından tehdit ve işkenceler yapılır. Kabir, daraltılır veya genişletilir. Hatta bir cehennem çukuruna veya cennet bahçesine dönüşebilir!” Kur’an’da yer almayan bu bilgiler; “ilk dönemin kaygılı din alimleri” tarafından hadis adı altında İslam’ın temel kaynaklarına yerleştirilmiştir.
Evet, Kur’an “kabir azabıyla” ilgili hiçbir bilgiyi içermez. Kutsal Kitabımız; insanı önce iman etmeye, iyilik yapmaya, daima kötülükten kaçınmaya ve geçmişteki hatalar için tövbe etmeye çağırır. Bunlar, insanın benlik bütünlüğü sağlamasının en güzel yoludur. Bu aşamalardan geçip de mutmain olan nefs, kaygısız ve korkusuz olarak karşılıklı rıza ile rabbine döner…
Yüce Allah; iman etmiş, iyi amaller işlemiş ve tövbe etmiş müminler için, Kur’an’ı Kerim-Fecr Suresi; 27-28-29-30. ayetlerde şöyle buyurur:
Ey huzura; sükûnete ermiş insan! Sen ondan (Allah’tan), o da senden razı olarak (Allah’a) dön. Katıl iyi kullarımın arasına; gir cennetime!” 
Bu yüzden, inanan her insanın; olmayan kabir azabından kurtulmak için değil, cehennem azabından ve korkusundan uzak kalmak için “benlik bütünlüğünü” sağlamış olması gerekir. İnsan için doğrusu, yaşadığı hayatın bütününden pişmanlık duymadan veya varsa hataları (günahları) için ölmeden önce tövbe ederek ömrü bitirip, arınmış olarak Allah’a dönmesidir.
Kur’an ayetinde geçen bu huzur; geçmişle barışık olma ve yaptıklarından pişmanlık duymama ya da tövbe etme halidir. Benlik bütünlüğünü sağlamış, yani yaşadığı hayattan ve yaptıklarından pişmanlık duymayan veya tövbekâr insana merhametle hitap eder Kur’an. Yüce Allah, bu insanı cennetle müjdeler. Bir Müslüman için bundan daha güzel bir vaat ve daha büyük bir mutluluk var mıdır?
Yine Kur’an, insan için son ana kadar tövbe kapısını hep açık tutar. İnanan bir insan, hemen her an Allah’a tövbe edip arınır ve günahtan kurtulur. Bu durum, insan için çok önemli bir huzur ve güven duygusunu sağlar. Müslüman, tövbeyle hemen ve koşulsuz temize çıkar, kötümser geçmişinden kurtulur ve selamete erer. Çünkü Yüce Allah; “Tevvab ve Gafur’dur.” Şu ayeti kerime tövbenin önemini ve sonucunu açıklamak için yeterlidir.
Kötülükleri işleyip de sonra tövbe edip, iman(larında sebat) edenlere gelince şüphe yok ki, Rabbin ondan (tövbeden) sonra elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Araf S. 153)
Bu tövbeden, yalnızca; Musa’ya ve ona inananların canına kastetme sırasında ölen Firavun ve yakın çevresi mahrum kalmıştır. Çünkü Firavun tarihte, Allah’a en çok büyüklenenlerden olduğu için tövbe edecek fırsatı da bulamadan suda boğulmuştur…
İnsanlığın din tecrübesinde, berzah sebebiyle kabirden gelen bir bilgi yoktur. Bu yüzden ölüm sonrasıyla ilgili bütün bilgiler sadece Kur’an’dan alınmalıdır; bu bir İslam ilahiyatı postulatıdır. Bu ön kabul, ayetlerle sabittir. Peygamber dahi bu konuda kendinden bir şey söyleyemez. 
Din böyleyken, din alimleri yüzyıllardır; Müslüman halka bir “kabir azabı” tehdidi nakledip durur. Bu tehdidi üretenler; muhtemelen antik Sümer, Babil, Mısır, Yunan, Anadolu vs. eski çağ uygarlıklarındaki dini inanışların çeşitliliği ve etkilerine bakarak, İslam’ın da bir ölüm ve kabir ontolojisini oluşturmaya çalışmışlardır. Ölen insan için, azaplı veya ödüllü bir “berzah alemi” devresi iddia eden bazı din alimleri; dindarı günah işlemekten caydırma ve İslam’ı yersel dinler ilahiyatına benzeştirme çabasına girişmiştir. Evet, tarih incelendiğinde eski Babil, Mısır vs. kabir inanışlarının bu iddialara esin kaynağı olduğunun izleri görülecektir.
 Ayrıca asırlardır bu iddiayı ileri sürenlere biz de şu soruyu soralım;
“Müslüman’ı ikna etmek (günahtan uzak tutmak) için Kur’an’da yeterince öğüt ve uyarı yok mudur?” Ya da hesap günü ve cehennem yeterli değil midir?
Dindar üzerinde en etkili retorik (hitap) Kur’an ve hadistir. Kur’an tahrif edilemediği için tahrifatta en kestirme yol, sünnete ve hadis külliyatına sızmaktır.
Din aliminin kendisini yetkin ve otoriter gördüğü birinci alan; insanın psikolojik yönüyle ilgilidir. Bu da nerdeyse insanın yarısına hükmetmek demektir.  Üstelik gelecekle ilgili bir konuyu kutsal kaynaklar adı altında dillendiriyorsanız, insanı tamamen etki altına alıp çıkabilirsiniz. Çünkü insan beynindeki güvenlik algısı ve savunma refleksleri; “şimdiki an, yakın ve uzak geleceğe” dönük şekilde çalışır. Eğer insan beynine bir tehdit algısı bildirdiğinizde, o insan bütün benlikleriyle savunma donanımlarını harekete geçirecektir. Sürekli tehdide dayalı bir algı, insanda yerleşik bilişsel ve biyo-psikolojik bir gerilime yol açabilir. Bu da bireyi, sosyal uyumsuzluklara kadar götürebilir demiştik. Fakat dindar bu uyumsuzluklarını, topluma karşı verdiği veya biriktirdiği öfkeyle haklı bir dinsel çatışma olduğunu sanır…
Müslüman bu olguya; ya inanıp ölüm ve getirdiği bu yargısız infazın kaygısına girecek ya da bu tehditkâr iddiayı reddedip; değerlerini biçimlendiren temel bilgi kaynağı olan dinini, büsbütün inkâr etmesine kadar varabilecektir. Bu da, kabir azabı iddiasında bulunanları; hem günaha hem de insan psikolojisini bozarak, toplumsal barış ve ilişkileri de sabote etme hatasına düşürecektir…
Konuyu bir de Kur’an’ın bildirdikleriyle ele alalım.

İslam ilahiyatı açısından kabir azabı;

İslam dininin anlatıldığı pek çok eserde(!) ilginçtir bu konu, “kabir hayatı” başlığıyla ele alınarak daha söylemde kavramsal bir ironiye dönüşür. Ölünün mezardaki hayatı! Şayet ölü, kabirde bir şeyleri algılayıp duruyorsa ölüm nedir? O halde şehit nedir, şehitlerin ölüden farkı nedir?
Bu kadim “kabir azabı ve mükafatı” iddiasının, İslam dininde yol açtığı dört büyük sorun/inanç tahribatı vardır. Bunlar;
1-      İlahi adalet sorunu/Mizan.
2-      İslam akidesi sorunu/İman esasları.
3-      İslam’ı yersel dinlere benzeştirme sorunu/Tahrifat.
4-      İslam’da risaletin kaynak sorunu/Kendiliğindenlik.
     Sondan başlarsak; peygamberler, ölüm sonrası ve ahiret hakkında kendiliğinden bir şey söyleyemez. Risalet, insanları ahirete hazırlamak için şahsi fikirlerin söylendiği bir makam da değildir. Bu durum hakkında Kur’an’da çok sayıda ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir;
“O (elçi) kendiliğinden bir şey söylemez. O, ancak kendisine vahyolunanı bildirir.”(Necm S. 3-4)
“De ki, ben sizi yalnızca bana vahyedilenle korkutuyorum…” (Enbiya S. 45)
“Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona (vahye) bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” (Hâkka S. 44-45-46)
Eğer peygamberimizin ölüm ve sonrasıyla ilgili söyleyecek şahsi sözü var idiyse risaletten önce de bu konular hakkında bir fikri olmalıydı ki, bu da müsteşriklerin nübüvvet hakkındaki iddialarını doğrulamış olurdu. Yani, Kur’an’da olmayan bir içerik; hadiste de olmaz ilkesiyle yüz yüzeyiz. Ayrıca, Peygamberimizin vahiy kâtiplerinden yazılmasını istediği yalnızca Kur’an ayetleridir. Hadisler, onun vefatından yaklaşık iki yüz yıl sonra râvilerden derlenip yazılmaya başlandı. (Örn. Buhari, 810-869)
İkinci sorun, İslam inancında; yani Kur’an’da olmayan bir bilgiye inanmış olmak, o dine en büyük ihanet olmaz mı? Veya o din mensupları aldanmış sayılmaz mı? Dinde olmayanı ve din dışından dine kanıt göstermeyi ise Kur’an şöyle reddeder;
“De ki; Allah, kitabı ayrıntısıyla açıklamışken ondan başka hakem mi arayayım? ...” ( Enam S. 114)
“Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını, bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi. Ve biz sana sebat vermemiş olsaydık az daha onlara meyledecektin.”(İsra S. 73)
Üçüncü ve en önemli sorun; dindarın zihninde zedelenen (haşa) Allah’ın “adalet” sıfatıdır. Fakat çoğu bunun farkında değildir. Yüce Allah, yine Kur’an’da birçok ayette; hesap gününde hiç kimseye zerre miktarınca haksızlık edilmeyeceğini bildirir. Hesap sonunda; insanlar, dünyada kazandıklarının karşılıklarını görürüler. Ahiret günü, Allah’ın adaletinin ve mizanının tecellisidir. Mizan/terazi; ölçü ve tartı kurulmadan kimseye bir ceza verilmez. Bu konudaki ayetlerin bazıları ise şunlardır;
 Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiyâ S. 47)
“Hayırlı amellerinin, sevaplarının kefeleri ağır basanlar; işte onlar kurtuluşa, ebedî nimetlerle mutluluğa erenlerdir.” (Mü’minun S. 102)
“Kimlerin de tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır.” (Mü’minun S. 103)
“Kim bir kötülük yaparsa ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek; kim, mü’min olarak salih bir amel işlerse işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” (Mü’min S. 40)
O halde hesap gününden önceki azap ve ödül de neyin nesidir? Bunu sağduyulu din alimleri Müslümanlara açıklayamaz.
Evet, bu ayetlerin tersini iddia etmek yargısız infazı savunmaktır. Din adamının buna vereceği cevap; “Allah, her şeyi (suçluyu-suçsuzu) önceden bilir.” mi olacaktır? Biz de tekrar soralım; “O halde dünyadaki imtihana ne gerek var, hesap günündeki mizana ne gerek var, herkesin sonu belliyse; dünyaya gelmeden cezası verilsin mi?”  diyelim. Bu mudur ilahi adalet! Hayır; herkes dünyada ne yaptığının şuurunda olup, karşılığını da ahirette adilce görecektir; ayetler de bunu bildirir…
Kabir hayatı(!) iddiasının kaynağı Kur’an değildir. Peygamberimiz hiç değildir. İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an’ı Kerim’de olmayan bir bilgiyi varmış gibi göstermek, onu tahrif etmekten başka bir tanıma girmez. Bu da, yine eski din alimlerinin ve bugün onlara öykünenlerin işidir.
Bu yanlış inanışı, uydurma hadislere dayandıranlara karşı; hadislerin uydurma olduğunu ispat etmek için Kur’an ayetleri yeterlidir, başka çabaya da gerek yoktur. Kabir hayatıyla ilgili; Kur’an’da olamayan bir bilgi neden hadislerde aranır ki, acaba?
“Müslüman halklar tarihinin” ilk dönemlerinde, Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) adına, (onun vefatından sonra) çok sayıda söz uydurulmuştur.
Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Peygamberimizden sonra genişleyen “Müslüman halklar coğrafyası” ve artan nüfusu, Müslüman düşüncesini farklı dinler ve yeni felsefelerle yüzleştirmiştir. Bu kaçınılamaz kültürel etkileşim sürecinde bazı din alimleri, dindarları farklı inanış ve felsefelerden koruma refleksiyle; kimi iyi kimi kötü niyetli, affedilmez çabalar içine girmiştir. Ayrıca Arap yarımadasındaki, peygamberimi öncesinde var olan Semitik (Yahudi) kaynaklarının da bu olumsuzluklara etkisi büyüktür. Tefsir, hadis ve siyer gibi İslam dinini biçimlendiren temel kaynaklara tesir eden; İsrailiyat ve Mesihiyat olgusu yadsınamaz tarihi bir gerçektir…
Din aliminin sahip olduğu gelecek bilgisi ve içerdiği tehdit; ona inanan insanın benlik bütünlüğünü etkileyip dindarı olumsuz hislere düşürmektedir.
Bu yüzden, bir an önce din aliminin bu yanlışından dönüp halka, Kur’an merkezli doğru bilgiyi aktarma yoluna girmesi gerekir. Bu konu, hem inananlar hem inanmayanlar hem de İslam dininin inanç esasları bakımından oldukça büyük önem arz etmektedir.
Kabir azabı ve mükâfatının İslam’da olmadığının kanıtını Kur’an’ı Kerim’den, yukarıda verdiğimiz ayetlerle açıklamaya çalıştık... Şimdi de din aliminin bu iddiasına delil gösterilen “uydurma hadisleri” doğrulatmak için kullandıkları ayetleri inceleyelim…
 Bunlardan “berzah” kavramını içeren ayetle konuya devam edelim...


Yazının devamı, BERZAH ALEMİ için:
  http://kazimbayar.blogspot.com/2012/07/kuranda-kabir-azabi-var-mi-2-berzah.html