EVLİLİK ve ÇOĞALMA
Başbakanımızın yeni evlenen çiftlere hitaben, “En
az üç çocuk yapmanızı istiyorum!” sözünü duymayan kalmadı. İnsan, haliyle
bu talebin nedenleri üzerinde düşünmeden geçemiyor…
Doğum ve ölüm parantezinde yaşıyoruz. İnsanın
kaçınılmaz başı ve sonu. İyi kötü, güzel çirkin, zengin yoksul gibi birçok
karşıtlıklar da hep bu parantez içinde olup bitiyor.
Yaratıcı iradenin takdir ettiği gibi kadın ve
erkeğin evlilikleri sonucunda doğum olayı gerçekleşiyor. Bu sebeple “nüfus
etmeni” üzerinde talepkar durumdaysanız, evlilik konusunu en başından
zikretmelisiniz. Fakat her nedense
Başbakan evlilikten hiç söz etmiyor, talebini evli ya da yeni evlenen çiftler üzerinden
yürütüyor.
Müslüman bir toplumdan, “en az üç çocuk”
istemenin iki ayrı anlamı/etkisi vardır. Birincisi kapitalistlere (ekonomik
büyüme için) ucuz iş gücü ve pazar genişlemesi sağlamak; ikincisi dinsel bir
talep söyleminde bulunmak. Başbakan hem “İmam Hatip” mezunu hem de “iktisat”
okumuş! Acaba bunlardan hangisinin sözcüsü?
Bu konuda, biz Müslüman toplumların iki temel bilgi
referansımız vardır. Bu kaynaklardan, içeriğinde “evlilik talimatı”
geçen birer örnek seçerek çoğalma/nüfus artışı konusuna başlayalım.
Birincisi Kur’an-ı Kerim’den, “İçinizden, zenginlere
bağımlı ve muhtaç olan; bekâr erdemlileri birbirleriyle evlendirin…” (Nur
Suresi: 32).
İkincisi, Hadis-i Şerif olarak çok bilinen şu rivayet:
Ma’kıl İbnu Yesar (ra.) anlatıyor; “Resulullah (as.)’a bir adam gelerek: ‘Ben
asaletli ve güzel bir kadın buldum. Ancak kısırdır, çocuk doğurmuyor. Onunla
evleneyim mi?’ diye sordu. Resulullah: ‘Hayır evlenme!’ buyurdular. Sonra adam
ikinci sefer geldi, yine aynı cevabı aldı. Adam üçüncü sefer de gelince: ‘(Ey
insanlar!) Vedud (çok seven) ve velud (çok doğuran) olanla evlenin. Zira (kıyamet
gününde) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim.’ buyurdular.” [Ebu
Davud/Nikah, 4 (2050); Nesai/Nikah, 11 (6, 65-66) ] Ya da bu hadis, son
bölümüyle; “Evlenin, çoğalın. Kıyamet gününde ben, sizin çokluğunuzla
övüneceğim.” şeklinde daha
yaygın bilinen bir lafızdır.
Bunlardan
birincisi olan Kur’an ayeti; Müslümanlar tarafından yeterince irdelenmemiştir
ve yaşam içindeki olağan evliliklerdir diye algılanır. Diğeri, Peygamberimize (a.s.)
ait olduğu söylenen hadisle(!) birlikte kayıtlı başlıca iki İslami yönergedir. Söz
konusu Kur’an ayeti, bireysel ve toplumsal (biyolojik ve sosyolojik) bir ihtiyacın
giderilmesine karşı, ekonomik ve siyasal yetkeyi/otoriteyi sorumlu tutup, evliliği
dünyevileştirirken; söz de “hadis
bildiğimiz” lafız ise evliliği uhrevileştirip dindarlaştırmaktadır. Ayrıca
bu söz de hadisin(!) içeriği, kadın hakları açısından baştan sona sorunludur. İlk
bölümünde incelenmesi gereken; “erkeğin evliliğe ve boşanmaya tek taraflı
karar vermesi, çok eşlilik, eş seçiminde kadının
tercih hakkı vs.” gibi konuların hadis adı altında, din alimi tarafından(!) biçimlendirilerek dindarın
zihninde yerini alması apayrı/başlı başına bir sorunudur ki; bu konular şimdilik
yazımız dışında kalmaktadır.
Bu iki referansın evliliği teşvik eden söylemlerinin
yanı sıra, şimdi bir de politik olanı ile yüzleştik. Son zamanlarda, evlilik
değil ama bununla doğrudan ilişkili “çoğalma” (resmî olarak “üreme”)
hususunda üçüncü bir yönerge de Sayın Tayyip Erdoğan’dan duyuyoruz demiştik. Başbakanımız,
evlilikleri değil ama doğumu teşvik edip durmakta… Gördüğüne söylüyor,
görmediğine ısmarlıyor. Tabi evli olanlara… “En az üç çocuk isterim haa,
Türkiye’ye genç nüfus lazım!” demek
kolayına geliyor. Ama “İçimizdeki bekâr garibanları evlendirelim.” demiyor!
Niye? Çünkü zor iş, sormazlar mı adama; “Ev lazım, eş lazım, iş lazım nerede
bunlar?”
Müslüman
toplumları yüzyıllarca, doğumla ilgili modern anlayıştan farklılaştıran en
belirgin tutum, yukarıdaki hadis metni olmuştur. Bu dinsel motivasyon; Müslüman
toplumları, doğum kontrolü (caiz olanı da) yapmak bir yana, bilakis yerleşik “kaderci”
bir doğurganlığa dönüştürmüştür. Çoğu 5’ten az olmayan 8, hatta 9’a kadar varan
çocukla tam
bir doğum makinesine dönüşen zavallı “Anadolu kadınının” (analarımızın); erkek
egemen kültür sayesinde “karnından sıpası, sırtından sopası” hiç
eksik kalmamıştır…
Kur’an-ı
Kerim’in “içinizdeki bekârları evlendirin” ayeti, Yüce yaratanın (evrensel)
varlık düzeni içindeki takdiri ve buna bağlı olarak canlılığın doğal sürecinde
karşımıza çıkan bir olgusudur. Kur’an-ı Kerim; yerleşik sosyal (toplum-birey ilişkilerindeki)
davranışları ve buna ait olan hukuku biçimlendirmeyi, toplumsal işbirliğini (devlet
örgütü düzeyinde) başarmış sivil toplumlara “sosyal yardımı”
kurumsallaştırma yönergesi olarak bu ayeti önümüze getirmektedir.
Ayetteki
“bekarları evlendirin” emri ilahisi; hukuk ve ahlak değerleriyle
çevrelenmiş toplumu, temel birimi olan “aile” kavramına bağlamış
bir talimattır.
Bu
talimat, kutsal olanla fiili durumun örtüşmesidir. Evlilik, bütün insan topluluklarında
törensel bir uygulamayla kutsal/kabul edilmiştir. Adına “aile” denilen, mutluluk
ve memnuniyet verici bir sonucu ortaya çıkartır. Bunun aksi ise “gayri
meşruluk” yani dini terminolojideki adıyla zinadır. Bu hukuksuzluk; bireysel
istismar, soyda belirsizlik, psikolojik travma, çocuk hakları vb. birçok
bireysel ve sosyal bunalımların bizzat üretim kaynağıdır.
Ayrıca
insanlığı evlilik olgusuna götüren temel içerik, diğer canlılardaki gibi fıtri (doğuştan)
olarak vardır. Tüm canlıların (kendi türü içinde) evlilik davranışı gösterecek,
psikolojik ve biyolojik dürtüler (duygusal ve hormonsal), itkilere sahip olarak
doğdukları zaten ortadadır. Yine psikolojik olarak “soy”un, biyolojik olarak
da “tür”ün
devamı için üreme zorunludur. Bu yüzden evlilik ihtiyacı/isteği, teşvik
edilecek bir durum olmaktan çıkıp elzem/zorunlu hale gelir. İnsanlarda eksik
olan, ekonomik ve sosyal imkânlardır. Kur’an ayetindeki “evlendirin” lafzı, işte bu imkânları sağlayan ve hukuki sonuca
bağlayan biyolojik ve psikolojik faydayı istemektedir. Eğer canlı (insan) kendisini
bu eyleme götürecek dürtülere sahip değilse teşvik de anlamsızdır. Yaşamanın devamı
ve kuralı; beslenme, barınma, üreme, korunma gibi temel ihtiyaçların giderilmesidir.
Yani şöyle ki; “nefes alın, yiyip-için, beslenin yoksa ölürsünüz” diye
bir teşvik, bir emir ya da dinsel bir talimat cümlesi ne kadar ironiyse; “evlenin,
çoğalın” da o kadar benzer/abes ve alaycı bir durumdur. Tabi ki,
psikolojik, kültürel ve hukuki sapmanın olmadığı bir toplumda…
Evlilik
kavramına değindiği için seçtiğimiz bu Kur’an ayeti evlilikteki, bireysel ve
toplumsal “temel ihtiyaçların giderilmesi
yöntemini” göstermekte; hukuksal, toplumsal (ahlaki) ve ekonomik bir
yapılanmayı talimatlandırmaktadır. Çoğalma ve cinsel ihtiyacın “evlilik”
meşruiyeti/yasallığı ile giderilmesini istemektedir. Kısaca bu ayet; bekârları
zinadan (gayri meşruluktan) koruma hususunda, topluma sorumlusunuz demektedir.
Referanslardan
hadis diye bilinen lafzın son cümlesine tekrar dönersek, burada kullanılan “çoğalma”
kavramı doğumun; “kıyamet” ise ölümün sonuçlarındandır. Cümledeki, “kıyamet günü” sahnesini,
söylemin kastı/amacı olarak bırakıp; dünya ile ilgili yönünü ele almak
istiyoruz. Yani bu yönergenin parçalarından birinin sonuçlarını irdeleyelim: “Evlenin,
çoğalın.” Buradaki çoğalma, dünya nüfusunun az olduğu İlkçağ ve Ortaçağ
toplumları için iki önemli gereklilik içerirdi; 1- Ekonomik güç, 2- Askeri güç.
Tarıma ya da fetihe (ganimete) dayalı ekonomiler için asal değişken, nüfus
olmaktaydı. Toplumların ya da
yöneticilerin nüfus artışı talepleri çoğunlukla; siyaseti besleyen bir politik,
ekonomik ve askeri güç oluşturma amaçlıydı. Bu ihtiyaç ve talepleri, “hadis” denilen cümlede açıktan görmüyoruz. Yukarıda üremeyi ve cinselliği,
yaşamsal ihtiyaçlar arasına koymuştuk. Bu gerçek, Müslüman toplumları; evlilik
baskısı altındaki bekar gençleri zinadan korumak için “sosyal ve ekonomik yardım” gibi uygulamaların sonucuna götürür. Lakin
Peygamber’e atfedilen bu söylemde, böyle bir sonuca da gidilmemektedir. İş
böyleyken bunun tam karşıtı bir başka cümle, hadis diye zihinlere yerleşmiş; “zor
durumdaki bekârlara ‘oruç tavsiyesi’ gelmektedir.” Ayrıca 8-10 karıyı(!) birlikte
alan ve bir düzine çocuk doğurtan(!) ataerkil Arap’ın “evlenin” talimatına hiç ihtiyacı
olmadığı gibi; (bilinen -yanlış meallerin- okumanın aksine) Kur’an’ın evlilik
sayısını, azalan sıralamayla bire (tek eşe) düşürdüğünü okumaktayız. Ancak şu
düşünülebilir; nikâhsızlığa (hukuksuzluğa) karşın, Kur’an (Nur-32) ayetindeki
gibi hadisteki “evlilik” lafzı ile “nikâh” mı kastedilmektedir? Ancak lafzın
bağlandığı sonuç uhrevidir. Demek ki, bu hadisin bekârlığa/cinsel ihtiyaca
karşı bir çözüm olarak evliliği teşvik ettiğini düşünmek pek de mümkün
gözükmüyor.
İrdelediğimiz
“hadiste” çoğalması istenen nüfus, dinsel içerikli bir taleptir. Yani Müslüman
çokluk; peygambere (kendisine) iman eden
bir “çokluk” istenmektedir. Çünkü bu çokluk onu ancak, “ahiret gününde” memnun
edecektir. Ayrıca yine son cümlede, peygamberler arası “çokluk-sayısal ümmet
rekabeti” ironisi de ayrı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse
bugün 1,5 milyar denilen Müslüman nüfusumuzun, (varsayılan) 3 milyarlık
Hıristiyan nüfusunu geçmesi için ha bire doğurmalı mıyız? Hıristiyan Batı,
Siyah Afrika’yı, Uzakdoğu’yu ve Yeni Dünya’yı sömürgecilik için, sözde
İseviliği bir araç olarak yayarken; Müslümanlar “ümmet sayısını” (velud) kadınlarla
mı halledecek? Yahut da evli olanlara karşın ciddi sayıda bekar genç dururken,
evli erkekler birden fazla kadınla onlarca çocuk sahibi mi olacak? Devam
edersek, yine söz konusu “hadis” denilen cümlede geçen çoğalma beklentisinde;
dünyadaki iktisadi, askeri ve politik bir güce kavuşmaktan söz edilmiyor. Peki,
bu “kıyamet” için çoğalma, İslam’a davet yoluyla değil de neden “Müslüman
kadının sınırsız doğurganlığıyla” pekiştirilmeye çalışılmaktadır? Zengin-yoksul
ayrımı da yapmayan bu hadis(!) Müslüman erkek ruhunda/inancında, çoğalmayı vazgeçilemez
bir tabu haline getirmiştir. Böylelikle kaderleri(!) yoksulluk olan; doğuştan bir
ilenç (aç-açık, aşağılanmış; sosyo-ekonomik ve psikolojik bunalımlar) halinde
kıvranan çok çocuklu milyonlarca aile (alt sınıf katmanları) ortaya çıkmıştır. Akla
gelebilir ki, “evliliğin hikmetleri” vardır ve başka hadislerde de
dillendirilmiştir. Zaten dindar, kavrayamadığı olguları bu “hikmet” sözüyle
geçiştirme alışkanlığı kazanan kimsedir. Burada konuyu, güncelimizle örtüşen ve
ortak bilincimizde oluşturulan “evliliğin,
doğurganlık ve niceliksel sonucuyla doğrudan ilgili, kültürel/dinsel miras
cümlemizden” yola çıkarak irdeleme yapmaktayız. Yalnızca
dindarın/ayrıcalıklı bir grubun anladığı(!) gizli/hikmetli bir söylem mi var,
yoksa bu hadis uydurma mıdır? Uydurma ise o halde bu “sözün” arkasında; maymun
iştahlı, çok evliliğe hadis yoluyla kapı açan (kadın düşkünü) zengin dindarlar
mı vardır bilemiyoruz…
Gündemdeki
çoğalmaya gelirsek.
Başbakanın
söylemi göreli/rölatiftir. Toplumumuzun (ortak) değerlerindeki sorunlu dinsel
algıyı basamak yaparak, “püriten kapitalizmin” tesiri altında bu retoriği
yapıyor. Toplumların kaderinin önüne geçmemek gerekiyor. Bulunduğu iktidarın ve
ömrünün elbet bir gün biteceğini düşünerek konuşması en doğrusudur. Artırmaya çalıştığı genç ve dinamik nüfus
kimin içindir?
Yaşlı
Avrupa’ya iş gücü mü?
Yerli
kapitalist (Dindar-Kemalist) sermayeye pazar mı?
Yoksa
ülkenin doğal kaynaklarından hakça/adil pay alan toplum için mi?
Evet, bana göre konformizm düşkünü kapitalizmin
isteği olan nüfus artışı; yani çoğalma şu demektir;
Daha
fazla tüketim, daha büyük pazar…
Daha
fazla emek, daha fazla sömürü...
Daha
fazla dindar, daha fazla oy…
Araştırma
sonuçlarına göre gelişmemiş/fakir ülkelerdeki çocuk doğurma oranı, gelişmiş/zengin
(Kuzey) ülkelerine göre çok yüksektir. Ülkemizde de durum aynıdır. Doğu
bölgelerimizde ve yoksul ailelerde doğurganlık oranı ve genç nüfus daha
fazladır.
Kuzey ülkelerinde
doğum (genç nüfus) artış oranı durma noktasına gelmiştir. Aslında Batılı zengin
toplumların bu genç nüfus sorunu, Kur’an’da geçen “evlilik” konusuyla yani “nikâhla” ilgilidir.
Batı’daki “nikâhsızlık”
postmodern anlayışın (ahlaksızlığın) getirdiği bir yaşam biçimi olmuştur. Bu
durum; günübirlik temaslar, birlikte yaşama ve sapık cinsel (tür ve cinsiyet
dışı) ilişkilere karşı bir önlem olarak doğum kontrolü ve kürtaja dayalı; yaygın
cinsel davranış bozukluğu şeklinde ortaya çıkmıştır.
Ruhu/duyguları anarşist,
aklı/düşünceleri nihilist Batı gençliği; bu hayat tarzı ile böylece gelecekteki
genç nüfusu/artışını bitirmeye yetmiştir. Buna karşın, çok çocuk doğurmayı
kader veya dinsel bir görev olarak bilen, dünyanın ¾’ünü oluşturan yoksul/sömürülen
kesiminde ise doğurganlık artışı devam etmektedir.
Günümüzde
Kuzey/zengin ülkelerin yaşlanan nüfusu; başta ekonomideki üretim-tüketim
dengelerini, sonra da sosyo-psikolojik yapılarını bozmaya başlamıştır. Yoksul
ülkelerde ise artan genç nüfus, bu geçimsizlik/gelir düşüklüğü yüzünden bozulmayı
tersinden yaşamaktadır. (Asya, G. Amerika
ve Afrika’da milyonlarca kadın, yoksulluk sebebiyle fuhuş batağına
düşmektedir.)
Hâlbuki
Yaratıcı iradenin “Dünya” için belirlediği “doğal üreme” (ekosistem) mükemmel
bir şekildedir. Yani dünyanın normal sosyo-ekonomik yaşama ve üreme koşulları
içerisinde her birey, bir veya iki çocuk sahibi olursa (fazlası da olabilir) bu
durum insanoğlunun “dünya yaş medyanını” olumlamaktadır. Günümüzde evliliklerin
geciktirilmediği (20 yaşlarında gerçekleştirildiği) bir süreçte, insanın
(ekosistemde) dünya genelindeki yaş ortancası (medyanı) genelde “25-30” aralığında
olmaktadır. Bu aralık ne çok genç ne de çok yaşlıdır. İnsan türü için en
verimli, en dinamik yaş olması açısından ideal bir aralıktır. Bu ortancayı şu basit
sıralamayla bulabiliriz: Bugün, tür olarak ömrümüzü 67 yıl kabul edelim. Bu 67
yıl içerisinde (kadın veya erkek, fark etmez) şu dört kuşağı birlikte yaşarken
görebiliriz: 1- Bebek (yaş-01), 2- Çocuk (yaş-03), 3- Genç anne (yaş-24), 4-
Genç baba (yaş-26), 5- Yetişkin anne (yaş-45), 6- Yetişkin baba (yaş-47), 7- Büyükanne
(yaş-67) olan bir “geniş aile” örneğini ele alalım. Bu 7 bireyin yaş ortancası/medyanı
26 olmaktadır. Lakin Yaratıcı düzenle çatışmaya giren (başta Batı felsefesi) insanoğlu,
evlilik olayında kendi sapmasıyla bölgesel veya küresel nüfus (yaş) dengesini
yine kendisi bozmaktadır.
Doğal çoğalmanın denge
ve sürecinin bozulması, toplumların ya ahlaki -felsefi- ya da ekonomik ve
siyasi bozulmalarıyla olmaktadır. Yani bu bozulma/fesat; ahlaksızlık, savaşlar
ve baskıcı sömürü/yağmacı düzenler yüzündendir…
M.Ö. 10.000’li yıllarda
dünya nüfusunun 5-10 milyon civarlarında olduğu varsayılırken; 1750’de 750
milyonu aştığı; 1950 yılında 2,5 milyara ulaştığı görüldü. 1998 yılında 6
milyar olan dünya nüfusu, 30 Ekim 2011 tarihi itibariyle 7 milyar oldu. Son 13
yıldaki 1 milyarlık artışın, önümüzdeki 10 yılda gerçekleşeceği tahmin ediliyor.
Bilim insanları, 2021 yılında dünya nüfusunun 8 milyar olacağını şimdiden
öngörmekteler. Yapılan tahminlere göre içinde olduğumuz bu yüzyılda nüfus artış
hızının düşeceği; 2050'de 9-10 milyar, sonraki yarısında yani 2100'lerde ise 11-12
milyara ulaşacağı; kentleşmenin (nüfusun şehirlerde) yoğunlaşmasıyla birlikte
bu yıllarda, dünyadaki nüfusun artış eğiliminden çıkıp durağan bir seyir izleyeceği düşünülmektedir.
Durum böyleyken insanlığı
bekleyen önemli konular ve karşılaşacağı sorunlar nelerdir?
Sorun nüfusun
artışı değildir. Sorun, yaş/ortanca dengesizliğinin yanı sıra; gelir dağılımı,
insan hakları ve korunması; doğal kaynakların hak sahipleri arasında adilane
paylaşılması sorunudur…
Siyasal toplum/iktidarlar;
bu sınırsız iletişim çağında, zengin sınıflarla birlikte yaşayıp da refah (ekonomik
yaşam) düzeyi düşük olan kesimin, ebeveyn ve çocukları üzerindeki; psikolojik
ve sosyal davranış bozukluklarını nasıl gidereceklerini düşünmelidir. Büyüyen çocuk
ve gençlerin, çağın iletişim teknikleriyle nasıl yozlaştırıldıkları, büyük bir
pazara dönüştürüldükleri; iş, aş ve eş bulma derdindeyken, kaotik siyasi olayların
toz dumanında boğuldukları görmezden gelinmemelidir.
Ne oldu, şu geçen
90 yılın Türkiye’sinde; 6’şar 7’şer kardeş olarak doğan çocuklara? Yoksulluğun
utancı ve ezikliği içinde büyüdüler. Kimi, sermayenin beslediği darbecilerin işkencehanelerinde
veya faili meçhullerince öldürüldüler. Kimisi kalifiyesiz işsizler ordusunu
kurdular; kimileri de açgözlü patronların mengenelerinde sıkılıp, bilinçsiz (kişiliksiz)
posalara dönüştüler…
Çoğalmayı hangi
amaçla istediğinizi açmalısınız. Ülkemizde hükümet, memurunun 4 çocuğunu adamdan(!)
sayıyor. 6 yaşa kadar 30 TL., 18 yaşa kadar ise her çocuk için 13 TL. aylık
maaşta ek ödeme yapıyor. Artık bu ironik
rakamdaki paralar, bir memurun 4 çocuğunun hangi yarasına ilaç olur bilinmez…
Nüfusu gittikçe
azalan Rusya’nın başbakanı Putin duymuş ki, “genç
nüfus; gelecek için, ekonomik güç için çok önemli” imiş. Hemen teşvik paketiyle
(sıradan halka) her ebeveyne üçüncü çocuk için 7000 Ruble (240 dolar) vaat eder olmuş…
Yıllardır militan
demokrasinin ve faşist-Kemalist zihniyetteki medyasının Anadolu halkının tüm
değerlerini (iktisat, hukuk, eğitim, din vb.) nasıl tahrip ettiğini ve
umutsuzlaştırdığını göz ardı edemezsiniz…
Artık doğurarak
soy(lu)laşanın yakasını bırakmak, doğurmayıp soysuzlaşan burjuvayla uğraşmak gerekmez
mi?
Eğer taze iş gücü
ve genç nüfus lazımsa veriler ve yasal imkânlar iktidarın eli altındadır. Hiç
çocuk doğurmayan zenginlere, yasal/hukuki zeminde yaptırımlar getirin; vergilerini
artırın, miras mallarını kamulaştırın ya da astronomik gelirlerini çok çocuklu
ailelere üleştirin…
Milyonlarca işsiz,
kalifiyesiz; “aç biilaç bekâr garibanının” sonunu
bekleyen nedir?
Ben söyleyeyim: Hâlihazırda
ve uzun vadede/gelecek planlaması olarak; liberal kapitalistlerin holdinglerine
ucuz iş gücü ve büyük bir pazar projesidir…
Eğer hakkaniyetli
bir nüfus politikası gerekiyorsa; önce askeri vesayet rejimiyle, sermayeyle ve
etnik ideolojilerle ortaya çıkarılmış olan yapay siyasi sorunlar, hukuki yolla
kalıcı şekilde çözülmelidir. Eğer ülke, gerçek güvenlik ve ekonomik
yeterlilikle sağlıklı bir yönetime kavuşursa tüm canlılarda olduğu gibi
spontane (doğal sürecinde) bir çoğalma gerçekleşir. Refah ve güven içinde olan bekarlar
gençler evlenebilir hale gelirse; doğurmak için, birileri tarafından ikna
edilmesine de gerek kalmayacak…
İslam dini gençlerin;
iffetli/namuslu, eğitimi, yeteneği ve bunlara bağlı işiyle iyi bir kazancı olan
aileler kurmalarını istiyor. Gençlerin zinaya meyletmemeleri için siyasilerden
ve toplumdan; evlenebilmeleri için “sosyal ve ekonomik destek”
istiyor… Çocuklarının tüm ihtiyaçlarını
ezilmeden, utanmadan helal kazancı ile karşılayan ebeveynler olsun istiyor.
Kur’an, şerefli aileler kurulsun diyor; çocuk sayısını, gelecek kaygısı olmayan
anne-babanın psikolojik rahatlığına/özgüvenine ve hür iradelerine bırakıyor. Doğurgan
ve dayak yiyen bir kadın değil, mutlu anne istiyor. Onurlu babalar istiyor;
ezik köleler değil!
Sahi, Başbakanın
zihnindeki “çoğalma/üreme” dinsel bir kavram mı, yoksa “jeopolitik”
mi? Bir bilen varsa bize de söylesin…
Aslında paradigma
değiştiriliyor.
Başbakanımızı
severim ama “liberal kapitalist demokrasisini” beğenmedim!
Ben diyorum ki; “İçimizdeki
bekârları evlendirelim.” Böylece onlar zaten çocuk doğururlar,
ısmarlama değil…