Sayfalar

3 Ağustos 2012 Cuma



TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-2


Ötzi’yi Habil Öldürdü…


Başlığı okuyup da;
 “Ötzi de kimmiş kardeşim, ne demek istiyorsun? Habil, Hz. Adem (as)’ın küçük oğludur; masum ve maktuldür, hiç katil olur mu? Onu öldüren kardeşi Kabil’dir.” dediğinizi duyar gibiyim…
Dinler tarihi konusunda doğruya ulaşmak istiyorsanız; Tevrat’ın verdiği bilgilerin tersini düşünmelisiniz. Bu nedenle Ademoğulları hakkında Tevrat’ta verilen bilgilere tersinden bakmak faydalı olacaktır.
Habil ismi, tarihteki meçhul iki(!) Ademoğlundan birine nasıl din alimlerince verilmişse; Ötzi ismi de Alplerdeki buzulda 5300 yıl saklı kalan bir cesede, bilim insanlarınca verilmiştir.
Şayet tarihte avcı (çoban) bir Habil olduysa Ötzi’yi de öldürmüş olma ihtimali yüzde yüzdür. Çünkü Ötzi, bir avcının attığı ok yüzünden ölmüştü. (1)  
Kur’an’ı Kerim, Ademoğullarının Tevrat’ta tahrif edilen öyküsünü (kıssasını) Maide suresi 27. ayette şu girişle düzeltmeye başlar;
“Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘And olsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ dedi.”
Kur’an’ın bu ayetinde geçen “gerçek” (bil-hakkî; بِالْحَقِّ) sözüyle başlayan haber/bilgiler, tarihsel/arkeolojik bulgulara ve sosyal antropolojiyle örtüşen bir referansa doğru gider. Bu yüzden ayeti daha iyi anlamak için Tevrat’a değil de tarihe bakmak gerekir.
Evet, ayette de görüldüğü gibi Kur’an’da Hz. Adem’in oğullarının adı geçmez. İslami kaynaklara yerleşmiş olan bu Habil ve Kabil adı; Tevrat ilhamlı isimlerdir.
Birinci bölümde de sözünü ettiğimiz Ademoğullarının (dini kaynaklardaki) uğraşıları/meslekleri için, sosyo-ekonomik durum olarak yanlış birer (ters konumlarda) misyon tanımlaması yapılmıştır. Yani cinayeti işleyen avcıdır (çoban); öldürülen ise çiftçidir demiştik. Aslında Ademoğullarının (ilk insan topluluklarının) isimlerinden çok, içinde oldukları ekonomik faaliyetlerin konusu önemlidir. Çünkü ekonomik faaliyet tutumu, siyasal ve sosyal yapıları da belirler. Verili tarih incelendiğinde uygarlık öncesi ve hemen ardından gelen dönemdeki iktisadi faaliyetlerin ne olduğu da artık kesin olarak bilinmektedir. Bu yüzden Kur’an’ın bu ayrıntıları vermesine gerek yoktur da diyebiliriz… 
İslam’ın ilk dönemindeki Arap din âlimleri, (Kur’an’daki Semitik/İbrani kökenli; Yecüc-Mecuc, Harut-Marut isimlerindeki gibi) ikilemli/birlikte kullanılan ve ses uyumlu türemiş isimlere benzeştirerek, algıda dinselleştirme yoluyla “Kabil ve Habil” ad sözcüklerini tefsir kavramları arasına yerleştirmiş olmalılar. Kur’an’ı Kerim’de olmayan bu isimler, aslında birer sembol olarak; anlamı veya tanımı kısaltma (özleştirme) açısından da yüz yıllar boyunca Kur’an’da varmış gibi oldukça kullanışlı olmuştur. Şayet bu isimler gerekli, belirli ve gerçek kişiler olsaydı (örn. Hz. Nuh, Hz. Yunus, Hz. Musa -as- vd. gibi) bunlar da Kur’an’da mutlaka bildirilirdi…
 “Habil ve Kabil” isimleri, dini literatürümüzde tavizsiz bir saplantıyla kullanılır. Kabil adı, Yahudi kaynaklarında “Kain ya da Kayin” ismiyle “çiftçi” olarak; küçük kardeşi Habil ise “çoban” diye geçer.
İnsanlığın bilinen/verili iktisat tarihine bakıldığında bu iki sembol ismin, geçmişin bilinen iki temel geçimlik faaliyetinin birer tarafları olduğu görülür. İnsanlığın sosyo-antropolojik sürecinin bugüne getirdiği “ekonomik ve siyasal” düzenlerin kökenini, en iyi açıklaması bakımından bu iki farklı tutum büyük önem kazanmaktadır. Tarihte; insan topluluklarının önce avcılık, ardından da tarıma dayalı bir üretimle beslenme/yaşam tarzına geçtikleri yaygın ve kabul gören bir veridir. Bu yoruma en güçlü desteği/kanıtı, insanlığın başlangıçta tek toplulukken sonradan iki farklı topluma ayrılmış olduğunu Kur’an’da; Yunus suresi 19. ayette de okuruz;
İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra aralarında ayrılığa düştüler; şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı, ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.”
Bu yüzden mülkiyet kavgasının merkezinde olan Ademoğulları; “avcı ve çiftçi” şeklinde birbirlerinden ayrışan ve çatışan tarafları olduğunun güçlü teziyle incelenecektir…
Maide suresindeki 27. ayeti, Tevrat’ın Tekvin bölümünden yaptığımız şu alıntıyla karşılaştırırsak, kıssanın tahrif edilmiş yönlerini daha iyi görebiliriz;
“Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. ‘RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim!’ dedi. Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu. Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin, toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle yağlarını sundu. RAB, Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi suratını astı. … Kayin kardeşi Habil’e ‘haydi tarlaya gidelim’ dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine sarılıp onu öldürdü…”(Kutsal Kitap; Yaratılış-4: 1-8).
Tekvin’in bu bölümündeki giriş cümlesi sorunludur. İlahi öykülemeye uygun değildir. Devamı da çelişkilerle doludur. Kayin hem lanetlenir hem de ölümden korunur. Hem yeryüzünde aylak aylak dolaşmayla cezalandırılır hem de Aden bahçesinin doğusunda Nod’e yerleşir, şehir kurar ve çocukları olur. Öldürülmekten korkan Kayin’i korumak için bir işaret(!) koyan RAB, onu öldürmek isteyenden de yedi kez öç alınacağını söyler vs.
Tevrat’ta yazılanın aksine Kur’an’da; Ademoğullarının isimleri, uğraşıları ve kurbanlarının ne olduğu belirtilmez. Kur’an burada; insanı tarihsel sosyo-ekonomik ve siyasi süreçleri araştırmaya ve düşünmeye sevk eden bir suskunluğu tercih eder. Kıssanın genelinde ise akıl sahipleri/araştıranlar için, İslami bir tarih ve iktisat felsefesi oluşumuna ışık tutacak bilgiler vardır. Maide suresinden bu kıssayı okumaya devam ettiğimizde, “katil” olan Ademoğlunun; bir “kargadan” gözlemlediği, “doğal hukuk dersi” diyeceğimiz sürecin/pişmanlığın (çiftçileri öldürmek yerine; yönetmenin/mülkiyeti ele geçirmenin kararına varmasının) ardından, kendisini öncekinden daha fazla rahat ettirecek bir sosyo-ekonomik yapıya götüren; yeni bir siyasal düzene ulaşmasıdır. Böylece Kur’an’ı ve verili tarihi birlikte izleyerek, katilin (avcının) dünya üzerinde nasıl bir iktidar ve rızık/mülk düzenine giriştiğini göreceğiz…
Sosyal antropoloji ve iktisat bilimi, tarihi verilerle düşünür. Bu verilerin en güçlüsü arkeolojik olanlarıdır. Kur’an bu konuya, birbirinin benzeri şu iki ayetle işaret eder;
De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da (Peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir görün.” (Enam S. 11).
Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Âli İmran S. 137).
Buradan hareketle uygarlığın, yani yerleşik hayatın başlangıç öyküsünü ve öncesini tarihten izleyerek Ademoğullarının; (bil-hakkî; بِالْحَقِّ“gerçek öyküsüne” ulaşabiliriz…
Bu konu incelenirken iktisat, siyaset ve devlet alanında en ciddi teorileri ve dönemine göre en geçerli tarih felsefesini ortaya koyan büyük Müslüman Bilge İbn Haldun akla gelmelidir. “Bedevi-Hadari (köylü-kentli) ya da “göçebe-yerleşik toplum” analiziyle birlikte “göçebe ve çiftçi” yaşam tarzlarının getirdiği sosyo-ekonomik yapısal farklılığının devlet idaresine etkisi ve mülkiyetteki sonuçlarını temellendiren ilk sosyolog olarak, Batı ve Müslüman düşüncesinin yolunu açmıştır. (2)
Aydınlanma dönemi filozoflarının birçoğunun etkilendiği gibi, Karl Marks’ında İbn Haldun’dan  etkilenmemiş olması mümkün değildir. Marks’ın, “Avcı-toplayıcı toplum dönemindeki özgür, mülksüz ve sınıfsız düzene dönmek için; tarım toplumu tarafından kurulan köleci, sınıflı ve özel mülkiyetçi sömürü düzenini ortadan kaldıracak olan tarihsel materyalizm felsefesine” iskelet kabul ettiği kuramını ileri sürerken, esinlendiği kaynakların neler olduğu konusu düşünmeye değerdir.  Ayrıca Marks’ın Yahudi bir aileye mensup olmasının Tevrat’taki, “Adem’in (çiftçi) büyük oğlu Kabil ile (çoban) küçük oğlu Habil’in kurban (artı değer/ürün) kavgası” hikayesinden esinlenmiş olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü Marks’ın  (avcı Habil’in ölümüne) yani “ilkel komünal toplumu” değiştiren ve karşıt durum olan; (çiftçi Kabil ve kurduğu şehir; Hanok) sınıflı, eşitsiz ve köleci tarım toplumu yorumu, Tevrat’taki tahrif edilmiş öyküyle örtüşen bir yaklaşımdır… 
Günümüzdeki, Müslüman düşünür ve sosyologların da yine Tevrat’a dayalı tefsirlerden yola çıkıp; tarihteki iktidar/mülkiyet kavgasında, sosyalizmin yanlış kurgu noktasında birleşen aciz tutumu ise hazırcılık açısından eleştiriyi hak eder. 
Yahudi din alimlerinin Tevrat’ı tahrifleriyle Ademoğullarının (insanlık) tarihini;“gerçek haberden saptıran ve akıldışı bir yöne çeken yorumunu” yine Kur’an’ın düzelttiğini; “… Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Âli İmran S. 137) ayetiyle Müslüman düşüncenin (arkeolojik verilere dayalı)“gerçek tarihe” döndürüldüğünü görürüz.
Buradan, bugünkü sömürgeci ve sınıflı kapitalist düzenin tarihsel köklerini tarım/çiftçi toplumunun sosyo-ekonomik duruşunda arayan sosyalist yanılgıyı şimdi irdelemeye geçebiliriz.
Tez olarak;
Tarım toplumu barışçıdır; hak mülkiyetini savunur, kanaatkâr ve itaatkar ruhludur.
Avcı toplumu savaşçıdır; özgürlüğü, sınırsız mülkiyeti/rızık ve iktidarı yalnız kendisi için savunur ve müsrif ruhludur.

Bu iki topluluğun bir araya gelmesiyle oluşan uygarlık süreci; krallıklar, sultanlıklar veya imparatorluklar kuran “avcı ruhun” hep sömürgeci hakimiyetiyle geçmiştir. Modern döneme geçişte de yönetsel argümanlarını değiştirip; köleliği ve sömürüyü kitleselleştiren yine bu avcı ruhtur. Savaşçı ve sömürgeci avcı ruhun egemenliğine boyun eğen barışçı (çiftçi/kanaatkar ruhla) tutumla sürgit bir çatışmanın kaçınılmazlığı ise insanlık için bir kaderdir. Barışçı topluluklar direnişe geçmediği ve başkaldırmadığı sürece; avcı ruhun kurduğu bu yönetsel/siyasal yapıların devam edeceği ise kaçınılmaz bir gerçektir. 
 “İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra aralarında ayrılığa düştüler; şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı, ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.” Bu (Yunus suresi 19.) ayette geçen “takdir” edilenin; “kaçınılmaz iki topluluk/ruh çatışmasının” yerselliğiyle örtüşen bir sürecin İlahi ifadesi olmalıdır.
Yukarıdaki başlıkların açılımından yola çıkarak ileride; İslami düşünüşte kapitalizme karşıt olan bir “hak, rızık ve mülkiyet/varlık, iktisat ve iktidar” tanımlaması yoluna gidilecektir…

Tarım Toplumu Barışçıdır

“And olsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Maide S. 28)
Ayetten de anlaşıldığı gibi  olan Adem oğullarından biri barışçıdır...
Bunlardan yerleşik olanı; yani “tarım toplumu” barışçı olmak zorundadır; çünkü emek ve ürünü yağmaya açıktır. Toprağa bağlı üretimin dışında kalan göçebeler/avcılar ise meskûn değildir. Yerleşik çiftçilere her an saldırıp kaçabilirler. Çiftçiler ise bu saldırı ve yağmadan korunmak için başka avcı gruplara vergi ya da haraç ödeyerek artı değeri ancak gerçekleştirebilirler… 
Tarım toplumunun, yaşam biçimine bağlı olarak üretimde kullandığı alet ve yöntemleri hep; toprağı ekip biçmeye, hayvanları evcilleştirmeye/çoğaltmaya ve barındırmaya yönelik olmuştur. Toprağı işlemek, hayvanları beslemek “artı değer/ürün” (ihtiyaç fazlası/kurban; infak edilecek ürünün) ortaya çıkması demektir. Artı ürün ise insanın diğer alanlara iş gücü aktarmasının; yani zanaat, bilim, kültür ve sanat üretmesinin yolunu açacaktır. Bunlardan özellikle sanat, barışçıl amaçları içeren tasarım ve fikirleri taşıyan medeni ve insani bir olgu olarak tarihte karşımıza çıkar…
Yerleşik hayat; insanın yaşadığı ortama ve yaşam şekline her alanda değer katmasını sağlar. Yer değiştirmeyen meskun insan; ürün/araç geliştirmeye, çevreyi imar etmeye ve kalıcı şehirler kurmaya devam eder. Kurduğu medeniyetin üyeleri arasında, kalıcı işbirliği ve barışçıl ilişkiler sağlayan hukuk sisteminin gelişmesi de bu şehirlerin ruhunu oluşturur.
Tarım toplumunun tutumu, insanlık tarihinde; avcılık ve göçebelikten farklılaşan, ekonomik faaliyette ve siyasal yapılanmada yeni bir durum olmuştur. Kurduğu yerleşik yaşamı korumak ve tarımsal üretime devam etmek için barışçıl olma zorunluluğu bu toplumların temel özelliği haline gelir.
Dolayısıyla hem üretkenlik hem de barışçıl tutum (din dilinde; takva) yerleşik tarım toplumunun genel karakteri olarak insanlığı bu ruh ve davranış üzerinden geleceğe taşıyacaktır…

Avcı Toplumu Savaşçıdır

“… Kurbanı kabul edilmeyen, ‘And olsun seni mutlaka öldüreceğim!’ demişti... (Maide S. 27)
Bu ayetten de anlaşılan; Ademoğullarından bir diğeri de savaşçı/saldırgandır.
Avcı toplumu temsil eden bu savaşçı oğul(lar), yerleşik çiftçi/tarım toplumunu temsil eden kardeş(ler)ini açıktan ölümle tehdit ediyor. Akabinde cinayeti gerçekleştiriyor...
Avcı toplumların yaşam biçimleri; beslenme tarzlarına ve bu besinleri elde etme yöntemlerine bağlıdır. Ürettikleri aletlerin çoğu, av hayvanlarını öldürmek için geliştirdikleri silahları ve teknikleri/tuzakları içerir. Hep av hayvanı ve mevsimlik meyveler peşinde koşan bu ekonomik faaliyet tutumu, insanın önüne oldukça zor bir yaşam koyar…
Av hayvanlarının bölgesel hareketliliği, avcıların yaşam alanlarının sınırsızlığı ve belirsizliği demektir. Yerleşik olmayan ve geniş bir alana yayılan bu ekonomik faaliyet tutumu, avcı-göçebe toplumu kalıcı imar ve üretkenlik ruhundan uzak tutmuştur. Avcı toplumun hazır yiyiciliği, bu toplumu besin elde etme konusunda saldırgan ve hukuksuz bir anlayışa taşımış olmalı ki nüfusun artan dönemlerinde av arazisi yüzünden benzer topluluklar arsında ölümcül çatışmalar çıkmıştır. Bu döneme ait arkeolojik bulgu kabul edilen mağaralarda; duvarlarında av hayvanı resimleri, sivri uçlu ve keskin silahlar, çok sayıda toplu av hayvanı kemiklerine rastlanması bu durumun kanıtıdır…
Avcı toplumların bu zor yaşam tarzları, onları daha acımasız, özgür ve sert karakterli olmaya zorlamış olmalı. Aralarında cinsiyet eşitliğinin olmadığı; katı bir hiyerarşik gruplaşmaya sahip oldukları ve hayvan haklarına da saygı göstermedikleri ihtimali de yüksektir. Ayrıca geçici konaklama alanlarında çevreye büyük zararlar (ağaçları kesme, yangın, zararsız savunmasız canlıları öldürme vs.)  verdikleri de düşünülebilir. Üretmeden, hazır besini tüketme alışkanlığına sahip bu toplum; artı ürün (kurban) yani bereket olgusundan uzak kalarak; besin paylaşımında zorunlu tutumluluk ve kısıtlayıcı bir hukuk ilişkisi geliştirmiş olmalı. Yerleşik/tarım toplumunun artı değer/üründen sağladığı zaman ve işgücünden de mahrum kalan avcı-göçebe topluluğun besin elde etmek için av arazisini elde tutma çabası; onları, önemli ölçüde bilgi üretme ve zanaatla uğraşmada ciddi değer kaybına da düşürmüş oluyordu…
Bu avcı-göçebe yaşam biçimi, gittikçe doğayı tüketen (ekosistemi bozan), doğal kaynakların yenilenmesi için (tohumları değerlendirme/bereket) olumlu davranış göstermeyen/israfçı karakterdeydi. Artı değeri/ürünü (ihtiyaç fazlasını/kurbanı) görünce yağmalayan (kenz; stok yapan) bir ruhu uygarlık tarihine taşıdı. Bu ruhla kapitalizmin temellerini atacak istilacı bir karakteri; yani avcılığın yöntemlerini (mülkiyet/iktidar ve rızık; sınırsızlığını) neolitik döneme taşıyan avcılar (Habiller), böylece çiftçi (Kabilleri) kardeşlerini öldürmeye (kıskançlık/mülkiyet hırsına) başlayacaktı…  

Uygarlığın Başında* 
                 “İnsanlar tek ümmetti…”(3)

Uygarlık, Ademoğullarının şehirler kurmasıyla başladı. Öncesinde, yeryüzünde sınırsız mülk ve bol nimetler içerisinde özgürce dolaşıp dururken kendi aralarında paylaşımcı ve kavgasızlardı…
Dini yorumcuların -çoğu Tevrat kaynaklı- düşündürdüklerinin aksine, Kur’an’ın İnsan suresi 1. ayetinde de bildirdiği gibi;
“İnsan (henüz) anılır bir şey değilken, hesap edilemeyecek kadar öyle uzun bir zaman geçti ki üzerinden.”
Beşeriyet epeyce uzun süreyi (dehr) kapsayan -belki on milyonlarca yılları aşan- vahşi bir hayattan geçtikten sonra ancak, “algısı ve şuuru açık; mütekamil hale geldi.”(4) Ardından yüz binlerce yıllık ilkel dönemini yaşayıp, neolitik dönemin hemen öncesinde dünyanın farklı coğrafyalarında ve farklı zaman dilimlerinde çok sayıda, ayrı ayrı topluluklar halinde yerleşik hayata geçmeye başladı. Bu yerleşik Ademoğulları, sınırlı arazilerinde; tecrübeye, yoğun emeğe, koşullara bağlı tarım ve niceliksel evcil hayvan besiciliğiyle “arazi/toprak mülkiyeti ve ürün hırsına” da sınır koymayı başardı. Böylece yerleşik insanlar; gezici halde avcılık yaparak, hazır bulup topladığı bitki ve meyvelerle beslenen, mülkiyette sınırsız saydıkları arazilerin ve sayısız yaban hayvanı sahipliği arzusu peşinde koşan gezgin avcı kardeşlerinden/hemcinslerinden ayrılmaya başladılar…
“Gezgin avcı” ve “yerleşik çiftçi” olarak Ademoğullarının aralarındaki“ayrılığın”(5) özü şu oldu: bir tarafın sınırsız mülkiyet hırsı ve özgürlük, diğer tarafın sınırlı mülkiyet rızası ve bağımlılık... Bu ayrılık aynı zamanda, iktisat/kıt kaynaklar üzerine kurulan ve yaşam tarzlarını da belirleyecek olan felsefelerinin temeli olacaktı. Evet, bu “ayrılık” Ademoğullarının aralarında oluşan anlaşmazlığın temelini teşkil eden bir çıkış noktasıydı. Yerleşik çiftçilerin kanaatkâr dünyaları, gezgin avcıların hazır yiyici ihtiraslarıyla istila edildiğinde ölümcül saldırılar başlayacaktı…
Yerleşik insan, önce toprağı işleme, hayvanları evcilleştirme ve çoğaltmayı öğrendi. Mevsimine göre bitki ve meyve üretme konusunu yani ziraatı tecrübe yoluyla elde etmiş olması, besin sürekliliği ve mevsimlik depolama konusundaki kazanımlar, yerleşik insanı yaşamsal güvenceye kavuşturmuştu. Bu güvenin onları, yoğun bir emekle elde ettikleri ürünlerini hemcinsleriyle paylaşmada (infak) cömert davranma rahatlığına (tevekküle) kavuşturduğunu düşünebiliriz.
Diğer taraftan yaban hayvanlarını bulduğu yerde, günlük yiyeceği kadar avlayan gezgin avcılar, meyve ve bitki üretimi de yapmadığı gibi besinlerini mevsimlik miktarda saklama ve depolama imkân ve tekniklerine henüz yeterli düzeyde sahip olmadığından elde ettiği besinlerin çoğunu taze olarak tüketmek zorunda kalıyordu. Bu haldeki gezgin avcı, paylaşacağı artı -ihtiyaç fazlası- üründen de mahrum kalıyordu. Bu durum gezgin avcıyı zorunlu olarak daha az paylaşımcı davranmaya zorlamış olmalı… Sonuçta akla gelen o ki, buldukça tüketen ve artı -paylaşacak- ürünü olmayanla ürettiğini tüketen ve artı ürününü (bereketi) paylaşan bir iktisadi faaliyet farkı böylece tarihte ortaya çıkmış oldu. (6)
Gezgin avcı topluluklar için yerleşik hayat, mülkiyetteki sınırsızlığın ortadan kalkması demekti. Özel mülkiyet, birey ve toplum için bilgiye, emeğe dayalı kalıcı üretkenliği temsil etmekte; insanları iskâna ve daha karmaşık bir sosyal dayanışmaya zorlamaktaydı… Oysa bunun tersi durumda yani toprak ve ürün mülkiyeti sınırsızlığı, gezgin avcı topluluk için vazgeçilemez bir egemenlik ve özgürlük sağlıyordu. Kadın, çocuk ve yaşlıların yerleştirildiği geçici konaklama noktasına vaktinde dönecek kadar mesafeye gitmek, onun zihnindeki mülkiyet arzusunun sınırlarıydı. Ya da bir başka avcı topluluğa karşı sinsi planlarla ölesiye bölgesel savaşlar veriyordu. Bu özgür mülk saplantısı gezgin avcıyı; sınırları belirsiz, kontrol edebileceği tüm toprakların efendisi, içinde bulunanların da tek sahibi yapmaktaydı.
Yerleşiklerin doğdukları topraklarda kalıcı şekilde iskânları, tarım ve zirai faaliyetlerle elde ettikleri ürünleri onları, gezgin avcıların istila ve yağmalamalarıyla yüz yüze getirdi…  Barışçı, pasif direnişçi ve uylaşmacı karakterli, yerleşik çiftçi olan bu Ademoğulları; sert mizaçlı, cesur, savaşçı ve silahlı gezgin avcı Ademoğulları arasındaki istenmeyen tarihi hegemonya çatışması bu yaşam ve karakter ayrılığıyla başlamış oldu…
Yahut gezgin avcının değişen iklim şartlarında, gittikçe artan nüfusları için gereken hazır besini doğal ortamdan sürgit yöntemlerle yeterli miktarda elde edememesi; yerleşiklerin kesintisiz ve hazır görünen ürünlerinden zorla pay alma girişimlerini başlattı. Savunmasız ve silahsız barışçı yerleşiklerin içine düştükleri ölümcül baskılar onları yönetsel itaate, yani gezgin avcıların iktidarına ve yağmacı rejimlerine doğru sürüklemeye başladı...
Zamanla yerleşikleri öldürmenin, yağmalamanın psikolojik ve ekonomik olumsuzluğundan kendisi de etkilenen gezgin avcının pişmanlık duyarak bu yoldan dönmesi (kargayı gözlemleyen Ademoğlu), avcılık tecrübesi ve taktik zekâsıyla yerleşikler üzerinde meşru bir yetkeye/otoriteye dönüşecek, kabul edilebilir fikirler ve yönergeler üretmesiyle dünya hayatının Ademoğulları için yeni bir konsepte/düzene dönüşmesi kaçınılmaz hale gelecekti… 
Gittikçe artan nüfusu, üretim için bağımlı olduğu arazilerin yetersizliği, toprak mülkiyetinin ve ürünlerin korunması, artan köy-kent karmaşası için ihtiyaç duyduğu kamu düzeni ve güvenlik ihtiyacı ile karşı karşıya kalan yerleşiklerin, devlet öncesinde içine girdikleri bu yeni konsept belki de işlerine geldi. Böyle olsa da insanlık tarihinin bu ilk döneminde, yönetenlerin ve yönetilenlerin içine dahil olduğu diğer sınıfların da; gelecekte insanlığın en büyük sorunu olacak olan kaçınılmaz toplumsal tabakalaşmanın temelleri atılmış oldu…
 Avcılığın en önemli meziyeti, taktik üretmek ve araziyi sürekli kontrol etmekti. Gezgin avcıların bu yeteneklerini, istila edecekleri yerleşik toplumlar için de kullanacakları aşikardı. Çöllerin sıcak veya kuzeyin dağlık sert iklimli arazisinde doğup büyüyen katı yürekli, cesur gezgin avcılar; vadilerin verimli düzlüklerinde, yerleşik çiftçilerinin yeni efendileri olmaya başladılar...   
Ovalara hakim küçük tepecikler -doğal veya yapay- üzerine kulelerini ve saraylarını yükselterek, rahatça gözetleyip izledikleri çiftçileri yönetmeye başladılar. Böylece insanlık tarihinin ya da uygarlığın tohumları kök salmak üzere farklı coğrafyalarda toprağa atılmaya başlanmış oldu…
Kur’an ayetleri ve bilimsel veriler ışığında yapılan bu kuramsal yorumdan sonra, tarih çağlarının başlangıcı sayılan yazının icadıyla Ademoğullarının günümüze kadar gelen bilinen tarihine yeniden dönebiliriz.
Avcıların çiftçileri yönetmek için tarihteki en büyük icatları; yersel tanrılar ve yersel dinler üretmek olmuştur. Buna karşılık hidayeti/doğru yolu gösteren İlahi merhamet ise hep “barışçıl toplumun” yanında yer alır.
Mezopotamya’nın verimli ovalarında ortaya çıkan yerleşik toplumların en eskisi Sümerlerdi… Burada başlayan bu tarihi siyasal çatışmanın tarafları sahnesinde; Kur’an’da anlatılan ve Sümerlere gönderilen ilk uygarlık peygamberi “Hz. Nuh ve kıssası” ile “gerçek tarihin” (bil-hakkî; بِالْحَقِّ) öyküsü de başladı...  


(1) Bkz.; Kazım Bayar; Tarihte Mülkiyet Kavgası-1
(2) İbn Haldun; Mukaddime
(3) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19
(4) Kur’an’ı Kerim, İnsan S.; 2
(*) Bu bölüm; Kazım Bayar’ın “Zülkarneyn ve İktidarın Öyküsü” adlı çalışmasından alınmıştır.
(5) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19: (… ‘sonra aralarında ayrılığa düştüler’…)
(6) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19: (… ‘şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı’ …)

1 yorum:

  1. Tarım toplumu barışçıdır; hak mülkiyetini savunur, kanaatkâr ve itaatkar ruhludur.
    Avcı toplumu savaşçıdır; özgürlüğü, sınırsız mülkiyeti/rızık ve iktidarı yalnız kendisi için savunur ve müsrif ruhludur.
    TEZ COK GUZEL
    GUNUMUZDE AMERIKADAKI YERLILER (KIZILDERILILER) CIFTCILERE ISGALCI INGILIZ, PORTEKIZ, ISPANYOL....(GUNUMUZ AMERIKALILARI) AVCILARA ORNEK VERILEBILIR SANIRIM

    YanıtlaSil