TARİHTE MÜLKİYET
KAVGASI-2
Ötzi’yi Habil Öldürdü…
Başlığı okuyup da;
“Ötzi de kimmiş kardeşim, ne demek istiyorsun? Habil, Hz.
Adem (as)’ın küçük oğludur; masum ve maktuldür, hiç katil olur mu? Onu öldüren
kardeşi Kabil’dir.” dediğinizi duyar gibiyim…
Dinler tarihi konusunda doğruya ulaşmak istiyorsanız; Tevrat’ın
verdiği bilgilerin tersini düşünmelisiniz. Bu nedenle Ademoğulları hakkında
Tevrat’ta verilen bilgilere tersinden bakmak faydalı olacaktır.
Habil ismi, tarihteki meçhul iki(!) Ademoğlundan birine nasıl din
alimlerince verilmişse; Ötzi ismi de Alplerdeki buzulda 5300 yıl saklı kalan
bir cesede, bilim insanlarınca verilmiştir.
Şayet tarihte avcı (çoban) bir Habil olduysa Ötzi’yi de öldürmüş
olma ihtimali yüzde yüzdür. Çünkü Ötzi, bir avcının attığı ok yüzünden
ölmüştü. (1)
Kur’an’ı Kerim, Ademoğullarının Tevrat’ta tahrif edilen öyküsünü
(kıssasını) Maide suresi 27. ayette şu girişle düzeltmeye başlar;
“Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani
birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise
kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘And olsun
seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’
dedi.”
Kur’an’ın bu ayetinde geçen “gerçek” (bil-hakkî; بِالْحَقِّ) sözüyle başlayan haber/bilgiler,
tarihsel/arkeolojik bulgulara ve sosyal antropolojiyle örtüşen bir referansa
doğru gider. Bu yüzden ayeti daha iyi anlamak için Tevrat’a değil de tarihe
bakmak gerekir.
Evet, ayette de görüldüğü gibi Kur’an’da Hz. Adem’in oğullarının
adı geçmez. İslami kaynaklara yerleşmiş olan bu Habil ve Kabil adı; Tevrat
ilhamlı isimlerdir.
Birinci bölümde de sözünü ettiğimiz Ademoğullarının (dini
kaynaklardaki) uğraşıları/meslekleri için, sosyo-ekonomik durum olarak yanlış
birer (ters konumlarda) misyon tanımlaması yapılmıştır. Yani cinayeti işleyen
avcıdır (çoban); öldürülen ise çiftçidir demiştik. Aslında Ademoğullarının (ilk
insan topluluklarının) isimlerinden çok, içinde oldukları ekonomik
faaliyetlerin konusu önemlidir. Çünkü ekonomik faaliyet tutumu, siyasal ve
sosyal yapıları da belirler. Verili tarih incelendiğinde uygarlık öncesi ve
hemen ardından gelen dönemdeki iktisadi faaliyetlerin ne olduğu da artık kesin
olarak bilinmektedir. Bu yüzden Kur’an’ın bu ayrıntıları vermesine gerek yoktur
da diyebiliriz…
İslam’ın ilk dönemindeki Arap din âlimleri, (Kur’an’daki
Semitik/İbrani kökenli; Yecüc-Mecuc, Harut-Marut isimlerindeki gibi)
ikilemli/birlikte kullanılan ve ses uyumlu türemiş isimlere benzeştirerek,
algıda dinselleştirme yoluyla “Kabil ve Habil” ad
sözcüklerini tefsir kavramları arasına yerleştirmiş olmalılar. Kur’an’ı
Kerim’de olmayan bu isimler, aslında birer sembol olarak; anlamı veya tanımı
kısaltma (özleştirme) açısından da yüz yıllar boyunca Kur’an’da varmış gibi
oldukça kullanışlı olmuştur. Şayet bu isimler gerekli, belirli ve gerçek
kişiler olsaydı (örn. Hz. Nuh, Hz. Yunus, Hz. Musa -as- vd. gibi) bunlar da
Kur’an’da mutlaka bildirilirdi…
“Habil ve Kabil” isimleri, dini literatürümüzde tavizsiz bir
saplantıyla kullanılır. Kabil adı, Yahudi kaynaklarında “Kain ya da Kayin”
ismiyle “çiftçi” olarak; küçük kardeşi Habil ise “çoban” diye geçer.
İnsanlığın bilinen/verili iktisat tarihine bakıldığında bu iki
sembol ismin, geçmişin bilinen iki temel geçimlik faaliyetinin birer tarafları
olduğu görülür. İnsanlığın sosyo-antropolojik sürecinin bugüne getirdiği “ekonomik
ve siyasal” düzenlerin kökenini, en iyi açıklaması bakımından bu iki
farklı tutum büyük önem kazanmaktadır. Tarihte; insan topluluklarının önce
avcılık, ardından da tarıma dayalı bir üretimle beslenme/yaşam tarzına
geçtikleri yaygın ve kabul gören bir veridir. Bu yoruma en güçlü
desteği/kanıtı, insanlığın başlangıçta tek toplulukken sonradan iki farklı
topluma ayrılmış olduğunu Kur’an’da; Yunus suresi 19. ayette
de okuruz;
“İnsanlar bir tek
ümmettiler, sonra aralarında ayrılığa düştüler; şayet Rabbinden, daha önce bir
takdir geçmemiş olsaydı, ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan
verilmiş olurdu.”
Bu yüzden mülkiyet kavgasının merkezinde olan Ademoğulları; “avcı ve çiftçi”
şeklinde birbirlerinden ayrışan ve çatışan tarafları olduğunun güçlü
teziyle incelenecektir…
Maide suresindeki 27. ayeti, Tevrat’ın Tekvin bölümünden
yaptığımız şu alıntıyla karşılaştırırsak, kıssanın tahrif edilmiş yönlerini
daha iyi görebiliriz;
“Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i
doğurdu. ‘RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim!’ dedi. Daha sonra
Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu. Kayin ise çiftçi. Günler
geçti. Bir gün Kayin, toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi. Habil de
sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle yağlarını sundu. RAB,
Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok
öfkelendi suratını astı. … Kayin kardeşi Habil’e ‘haydi tarlaya gidelim’ dedi.
Tarlada birlikteyken kardeşine sarılıp onu öldürdü…”(Kutsal Kitap; Yaratılış-4:
1-8).
Tekvin’in bu bölümündeki giriş cümlesi sorunludur. İlahi
öykülemeye uygun değildir. Devamı da çelişkilerle doludur. Kayin hem lanetlenir
hem de ölümden korunur. Hem yeryüzünde aylak aylak dolaşmayla cezalandırılır
hem de Aden bahçesinin doğusunda Nod’e yerleşir, şehir kurar ve çocukları olur.
Öldürülmekten korkan Kayin’i korumak için bir işaret(!) koyan RAB, onu öldürmek
isteyenden de yedi kez öç alınacağını söyler vs.
Tevrat’ta yazılanın aksine Kur’an’da; Ademoğullarının isimleri,
uğraşıları ve kurbanlarının ne olduğu belirtilmez. Kur’an burada; insanı
tarihsel sosyo-ekonomik ve siyasi süreçleri araştırmaya ve düşünmeye sevk eden
bir suskunluğu tercih eder. Kıssanın genelinde ise akıl sahipleri/araştıranlar
için, İslami bir tarih ve iktisat felsefesi oluşumuna ışık tutacak bilgiler
vardır. Maide suresinden bu kıssayı okumaya devam ettiğimizde, “katil” olan
Ademoğlunun; bir “kargadan” gözlemlediği, “doğal
hukuk dersi” diyeceğimiz sürecin/pişmanlığın (çiftçileri öldürmek
yerine; yönetmenin/mülkiyeti ele geçirmenin kararına varmasının) ardından,
kendisini öncekinden daha fazla rahat ettirecek bir sosyo-ekonomik yapıya
götüren; yeni bir siyasal düzene ulaşmasıdır. Böylece Kur’an’ı ve verili tarihi
birlikte izleyerek, katilin (avcının) dünya üzerinde nasıl bir iktidar ve rızık/mülk
düzenine giriştiğini göreceğiz…
Sosyal antropoloji ve iktisat bilimi, tarihi verilerle düşünür. Bu
verilerin en güçlüsü arkeolojik olanlarıdır. Kur’an bu konuya, birbirinin
benzeri şu iki ayetle işaret eder;
“De ki: “Yeryüzünde gezin
dolaşın da (Peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir görün.” (Enam S. 11).
“Sizden önce(ki
milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da
yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Âli İmran S. 137).
Buradan hareketle uygarlığın, yani yerleşik hayatın başlangıç
öyküsünü ve öncesini tarihten izleyerek Ademoğullarının; (bil-hakkî; بِالْحَقِّ) “gerçek öyküsüne” ulaşabiliriz…
Bu konu incelenirken iktisat, siyaset ve devlet alanında en ciddi
teorileri ve dönemine göre en geçerli tarih felsefesini ortaya koyan büyük
Müslüman Bilge İbn Haldun akla gelmelidir. “Bedevi-Hadari (köylü-kentli) ya
da “göçebe-yerleşik toplum” analiziyle birlikte “göçebe ve çiftçi”
yaşam tarzlarının getirdiği sosyo-ekonomik yapısal farklılığının devlet
idaresine etkisi ve mülkiyetteki sonuçlarını temellendiren ilk sosyolog olarak,
Batı ve Müslüman düşüncesinin yolunu açmıştır. (2)
Aydınlanma dönemi filozoflarının birçoğunun etkilendiği gibi, Karl
Marks’ında İbn Haldun’dan etkilenmemiş olması mümkün değildir.
Marks’ın, “Avcı-toplayıcı toplum dönemindeki özgür, mülksüz ve sınıfsız
düzene dönmek için; tarım toplumu tarafından kurulan köleci, sınıflı ve özel
mülkiyetçi sömürü düzenini ortadan kaldıracak olan tarihsel materyalizm
felsefesine” iskelet kabul ettiği kuramını ileri sürerken, esinlendiği
kaynakların neler olduğu konusu düşünmeye değerdir. Ayrıca Marks’ın
Yahudi bir aileye mensup olmasının Tevrat’taki, “Adem’in (çiftçi) büyük
oğlu Kabil ile (çoban) küçük oğlu Habil’in kurban (artı değer/ürün) kavgası” hikayesinden
esinlenmiş olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü Marks’ın (avcı Habil’in
ölümüne) yani “ilkel komünal toplumu” değiştiren ve karşıt durum
olan; (çiftçi Kabil ve kurduğu şehir; Hanok) sınıflı, eşitsiz ve köleci tarım
toplumu yorumu, Tevrat’taki tahrif edilmiş öyküyle örtüşen bir
yaklaşımdır…
Günümüzdeki, Müslüman düşünür ve sosyologların da yine Tevrat’a dayalı
tefsirlerden yola çıkıp; tarihteki iktidar/mülkiyet kavgasında, sosyalizmin
yanlış kurgu noktasında birleşen aciz tutumu ise hazırcılık açısından
eleştiriyi hak eder.
Yahudi din alimlerinin Tevrat’ı tahrifleriyle Ademoğullarının
(insanlık) tarihini;“gerçek haberden saptıran ve akıldışı bir yöne çeken
yorumunu” yine Kur’an’ın düzelttiğini; “… Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu
bir görün.” (Âli İmran S. 137) ayetiyle Müslüman düşüncenin (arkeolojik verilere dayalı)“gerçek
tarihe” döndürüldüğünü görürüz.
Buradan, bugünkü sömürgeci ve sınıflı kapitalist düzenin tarihsel
köklerini tarım/çiftçi toplumunun sosyo-ekonomik duruşunda arayan sosyalist
yanılgıyı şimdi irdelemeye geçebiliriz.
Tez olarak;
Tarım toplumu barışçıdır; hak mülkiyetini savunur, kanaatkâr ve
itaatkar ruhludur.
Avcı toplumu savaşçıdır; özgürlüğü, sınırsız mülkiyeti/rızık ve
iktidarı yalnız kendisi için savunur ve müsrif ruhludur.
Bu iki topluluğun bir araya gelmesiyle oluşan uygarlık süreci; krallıklar,
sultanlıklar veya imparatorluklar kuran “avcı ruhun” hep sömürgeci hakimiyetiyle
geçmiştir. Modern döneme geçişte de yönetsel argümanlarını değiştirip; köleliği
ve sömürüyü kitleselleştiren yine bu avcı ruhtur. Savaşçı ve sömürgeci avcı ruhun
egemenliğine boyun eğen barışçı (çiftçi/kanaatkar ruhla) tutumla sürgit bir
çatışmanın kaçınılmazlığı ise insanlık için bir kaderdir. Barışçı topluluklar
direnişe geçmediği ve başkaldırmadığı sürece; avcı ruhun kurduğu bu yönetsel/siyasal
yapıların devam edeceği ise kaçınılmaz bir gerçektir.
“İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra aralarında
ayrılığa düştüler; şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş
olsaydı, ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.” Bu (Yunus suresi 19.) ayette geçen “takdir”
edilenin; “kaçınılmaz iki topluluk/ruh çatışmasının” yerselliğiyle
örtüşen bir sürecin İlahi ifadesi olmalıdır.
Yukarıdaki başlıkların açılımından yola çıkarak ileride; İslami
düşünüşte kapitalizme karşıt olan bir “hak, rızık ve
mülkiyet/varlık, iktisat ve iktidar” tanımlaması yoluna gidilecektir…
Tarım Toplumu Barışçıdır
“And olsun! Sen beni
öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak
değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Maide S. 28)
Ayetten de anlaşıldığı gibi olan Adem oğullarından biri
barışçıdır...
Bunlardan yerleşik olanı; yani “tarım toplumu”
barışçı olmak zorundadır; çünkü emek ve ürünü yağmaya açıktır. Toprağa
bağlı üretimin dışında kalan göçebeler/avcılar ise meskûn değildir. Yerleşik
çiftçilere her an saldırıp kaçabilirler. Çiftçiler ise bu saldırı ve yağmadan
korunmak için başka avcı gruplara vergi ya da haraç ödeyerek artı değeri ancak
gerçekleştirebilirler…
Tarım toplumunun, yaşam biçimine bağlı olarak üretimde kullandığı
alet ve yöntemleri hep; toprağı ekip biçmeye, hayvanları evcilleştirmeye/çoğaltmaya
ve barındırmaya yönelik olmuştur. Toprağı işlemek, hayvanları beslemek “artı
değer/ürün” (ihtiyaç fazlası/kurban; infak edilecek ürünün) ortaya
çıkması demektir. Artı ürün ise insanın diğer alanlara iş gücü aktarmasının;
yani zanaat, bilim, kültür ve sanat üretmesinin yolunu açacaktır. Bunlardan
özellikle sanat, barışçıl amaçları içeren tasarım ve fikirleri taşıyan medeni
ve insani bir olgu olarak tarihte karşımıza çıkar…
Yerleşik hayat; insanın yaşadığı ortama ve yaşam şekline her
alanda değer katmasını sağlar. Yer değiştirmeyen meskun insan; ürün/araç
geliştirmeye, çevreyi imar etmeye ve kalıcı şehirler kurmaya devam eder.
Kurduğu medeniyetin üyeleri arasında, kalıcı işbirliği ve barışçıl ilişkiler
sağlayan hukuk sisteminin gelişmesi de bu şehirlerin ruhunu oluşturur.
Tarım toplumunun tutumu, insanlık tarihinde; avcılık ve
göçebelikten farklılaşan, ekonomik faaliyette ve siyasal yapılanmada yeni bir
durum olmuştur. Kurduğu yerleşik yaşamı korumak ve tarımsal üretime devam etmek
için barışçıl olma zorunluluğu bu toplumların temel özelliği haline gelir.
Dolayısıyla hem üretkenlik hem de barışçıl tutum (din dilinde;
takva) yerleşik tarım toplumunun genel karakteri olarak insanlığı bu ruh ve
davranış üzerinden geleceğe taşıyacaktır…
Avcı Toplumu Savaşçıdır
“… Kurbanı kabul edilmeyen, ‘And olsun seni mutlaka öldüreceğim!’ demişti...” (Maide S. 27)
Bu ayetten de anlaşılan; Ademoğullarından bir diğeri de savaşçı/saldırgandır.
Avcı toplumu temsil eden bu savaşçı oğul(lar), yerleşik
çiftçi/tarım toplumunu temsil eden kardeş(ler)ini açıktan ölümle tehdit ediyor.
Akabinde cinayeti gerçekleştiriyor...
Avcı toplumların yaşam biçimleri; beslenme tarzlarına ve bu
besinleri elde etme yöntemlerine bağlıdır. Ürettikleri aletlerin çoğu, av
hayvanlarını öldürmek için geliştirdikleri silahları ve teknikleri/tuzakları
içerir. Hep av hayvanı ve mevsimlik meyveler peşinde koşan bu ekonomik faaliyet
tutumu, insanın önüne oldukça zor bir yaşam koyar…
Av hayvanlarının bölgesel hareketliliği, avcıların yaşam
alanlarının sınırsızlığı ve belirsizliği demektir. Yerleşik olmayan ve geniş
bir alana yayılan bu ekonomik faaliyet tutumu, avcı-göçebe toplumu kalıcı imar
ve üretkenlik ruhundan uzak tutmuştur. Avcı toplumun hazır yiyiciliği, bu
toplumu besin elde etme konusunda saldırgan ve hukuksuz bir anlayışa taşımış
olmalı ki nüfusun artan dönemlerinde av arazisi yüzünden benzer topluluklar
arsında ölümcül çatışmalar çıkmıştır. Bu döneme ait arkeolojik bulgu kabul
edilen mağaralarda; duvarlarında av hayvanı resimleri, sivri uçlu ve keskin
silahlar, çok sayıda toplu av hayvanı kemiklerine rastlanması bu durumun
kanıtıdır…
Avcı toplumların bu zor yaşam tarzları, onları daha acımasız,
özgür ve sert karakterli olmaya zorlamış olmalı. Aralarında cinsiyet
eşitliğinin olmadığı; katı bir hiyerarşik gruplaşmaya sahip oldukları ve hayvan
haklarına da saygı göstermedikleri ihtimali de yüksektir. Ayrıca geçici
konaklama alanlarında çevreye büyük zararlar (ağaçları kesme, yangın, zararsız
savunmasız canlıları öldürme vs.) verdikleri de düşünülebilir. Üretmeden,
hazır besini tüketme alışkanlığına sahip bu toplum; artı ürün (kurban) yani
bereket olgusundan uzak kalarak; besin paylaşımında zorunlu tutumluluk ve
kısıtlayıcı bir hukuk ilişkisi geliştirmiş olmalı. Yerleşik/tarım toplumunun
artı değer/üründen sağladığı zaman ve işgücünden de mahrum kalan avcı-göçebe
topluluğun besin elde etmek için av arazisini elde tutma çabası; onları, önemli
ölçüde bilgi üretme ve zanaatla uğraşmada ciddi değer kaybına da düşürmüş
oluyordu…
Bu avcı-göçebe yaşam biçimi, gittikçe doğayı tüketen (ekosistemi
bozan), doğal kaynakların yenilenmesi için (tohumları değerlendirme/bereket)
olumlu davranış göstermeyen/israfçı karakterdeydi. Artı değeri/ürünü (ihtiyaç
fazlasını/kurbanı) görünce yağmalayan (kenz; stok yapan) bir ruhu uygarlık
tarihine taşıdı. Bu ruhla kapitalizmin temellerini atacak istilacı bir
karakteri; yani avcılığın yöntemlerini (mülkiyet/iktidar ve rızık;
sınırsızlığını) neolitik döneme taşıyan avcılar (Habiller), böylece çiftçi
(Kabilleri) kardeşlerini öldürmeye (kıskançlık/mülkiyet hırsına)
başlayacaktı…
Uygarlığın Başında*
“İnsanlar tek ümmetti…”(3)
Uygarlık, Ademoğullarının şehirler kurmasıyla başladı. Öncesinde, yeryüzünde
sınırsız mülk ve bol nimetler içerisinde özgürce dolaşıp dururken kendi
aralarında paylaşımcı ve kavgasızlardı…
Dini yorumcuların -çoğu Tevrat kaynaklı- düşündürdüklerinin
aksine, Kur’an’ın İnsan suresi 1. ayetinde de bildirdiği gibi;
“İnsan (henüz) anılır bir şey değilken, hesap edilemeyecek kadar
öyle uzun bir zaman geçti ki üzerinden.”
Beşeriyet epeyce uzun süreyi (dehr) kapsayan -belki on milyonlarca
yılları aşan- vahşi bir hayattan geçtikten sonra ancak, “algısı ve
şuuru açık; mütekamil hale geldi.”(4) Ardından yüz binlerce yıllık
ilkel dönemini yaşayıp, neolitik dönemin hemen öncesinde dünyanın farklı
coğrafyalarında ve farklı zaman dilimlerinde çok sayıda, ayrı ayrı topluluklar
halinde yerleşik hayata geçmeye başladı. Bu yerleşik Ademoğulları, sınırlı
arazilerinde; tecrübeye, yoğun emeğe, koşullara bağlı tarım ve niceliksel evcil
hayvan besiciliğiyle “arazi/toprak mülkiyeti ve ürün hırsına” da
sınır koymayı başardı. Böylece yerleşik insanlar; gezici halde avcılık yaparak,
hazır bulup topladığı bitki ve meyvelerle beslenen, mülkiyette sınırsız
saydıkları arazilerin ve sayısız yaban hayvanı sahipliği arzusu peşinde koşan
gezgin avcı kardeşlerinden/hemcinslerinden ayrılmaya başladılar…
“Gezgin avcı” ve “yerleşik
çiftçi” olarak Ademoğullarının aralarındaki“ayrılığın”(5) özü
şu oldu: bir tarafın sınırsız mülkiyet hırsı ve özgürlük, diğer tarafın sınırlı
mülkiyet rızası ve bağımlılık... Bu ayrılık aynı zamanda, iktisat/kıt kaynaklar
üzerine kurulan ve yaşam tarzlarını da belirleyecek olan felsefelerinin temeli
olacaktı. Evet, bu “ayrılık” Ademoğullarının aralarında oluşan anlaşmazlığın
temelini teşkil eden bir çıkış noktasıydı. Yerleşik çiftçilerin kanaatkâr
dünyaları, gezgin avcıların hazır yiyici ihtiraslarıyla istila edildiğinde ölümcül
saldırılar başlayacaktı…
Yerleşik insan, önce toprağı işleme, hayvanları evcilleştirme ve
çoğaltmayı öğrendi. Mevsimine göre bitki ve meyve üretme konusunu yani ziraatı
tecrübe yoluyla elde etmiş olması, besin sürekliliği ve mevsimlik depolama konusundaki
kazanımlar, yerleşik insanı yaşamsal güvenceye kavuşturmuştu. Bu güvenin
onları, yoğun bir emekle elde ettikleri ürünlerini hemcinsleriyle paylaşmada
(infak) cömert davranma rahatlığına (tevekküle) kavuşturduğunu düşünebiliriz.
Diğer taraftan yaban hayvanlarını bulduğu yerde, günlük yiyeceği
kadar avlayan gezgin avcılar, meyve ve bitki üretimi de yapmadığı gibi
besinlerini mevsimlik miktarda saklama ve depolama imkân ve tekniklerine henüz
yeterli düzeyde sahip olmadığından elde ettiği besinlerin çoğunu taze olarak tüketmek
zorunda kalıyordu. Bu haldeki gezgin avcı, paylaşacağı artı -ihtiyaç fazlası-
üründen de mahrum kalıyordu. Bu durum gezgin avcıyı zorunlu olarak daha az
paylaşımcı davranmaya zorlamış olmalı… Sonuçta akla gelen o ki, buldukça
tüketen ve artı -paylaşacak- ürünü olmayanla ürettiğini tüketen ve artı ürününü
(bereketi) paylaşan bir iktisadi faaliyet farkı böylece tarihte ortaya çıkmış
oldu. (6)
Gezgin avcı topluluklar için yerleşik hayat, mülkiyetteki
sınırsızlığın ortadan kalkması demekti. Özel mülkiyet, birey ve toplum için
bilgiye, emeğe dayalı kalıcı üretkenliği temsil etmekte; insanları iskâna ve
daha karmaşık bir sosyal dayanışmaya zorlamaktaydı… Oysa bunun tersi durumda
yani toprak ve ürün mülkiyeti sınırsızlığı, gezgin avcı topluluk için vazgeçilemez
bir egemenlik ve özgürlük sağlıyordu. Kadın, çocuk ve yaşlıların
yerleştirildiği geçici konaklama noktasına vaktinde dönecek kadar mesafeye
gitmek, onun zihnindeki mülkiyet arzusunun sınırlarıydı. Ya da bir başka avcı
topluluğa karşı sinsi planlarla ölesiye bölgesel savaşlar veriyordu. Bu özgür
mülk saplantısı gezgin avcıyı; sınırları belirsiz, kontrol edebileceği tüm
toprakların efendisi, içinde bulunanların da tek sahibi yapmaktaydı.
Yerleşiklerin doğdukları topraklarda kalıcı şekilde iskânları,
tarım ve zirai faaliyetlerle elde ettikleri ürünleri onları, gezgin avcıların
istila ve yağmalamalarıyla yüz yüze getirdi… Barışçı, pasif direnişçi ve
uylaşmacı karakterli, yerleşik çiftçi olan bu Ademoğulları; sert mizaçlı,
cesur, savaşçı ve silahlı gezgin avcı Ademoğulları arasındaki istenmeyen tarihi
hegemonya çatışması bu yaşam ve karakter ayrılığıyla başlamış oldu…
Yahut gezgin avcının değişen iklim şartlarında, gittikçe artan
nüfusları için gereken hazır besini doğal ortamdan sürgit yöntemlerle yeterli
miktarda elde edememesi; yerleşiklerin kesintisiz ve hazır görünen ürünlerinden
zorla pay alma girişimlerini başlattı. Savunmasız ve silahsız barışçı
yerleşiklerin içine düştükleri ölümcül baskılar onları yönetsel itaate, yani
gezgin avcıların iktidarına ve yağmacı rejimlerine doğru sürüklemeye başladı...
Zamanla yerleşikleri öldürmenin, yağmalamanın psikolojik ve
ekonomik olumsuzluğundan kendisi de etkilenen gezgin avcının pişmanlık duyarak
bu yoldan dönmesi (kargayı gözlemleyen Ademoğlu), avcılık tecrübesi ve taktik
zekâsıyla yerleşikler üzerinde meşru bir yetkeye/otoriteye dönüşecek, kabul
edilebilir fikirler ve yönergeler üretmesiyle dünya hayatının Ademoğulları için
yeni bir konsepte/düzene dönüşmesi kaçınılmaz hale gelecekti…
Gittikçe artan nüfusu, üretim için bağımlı olduğu arazilerin
yetersizliği, toprak mülkiyetinin ve ürünlerin korunması, artan köy-kent
karmaşası için ihtiyaç duyduğu kamu düzeni ve güvenlik ihtiyacı ile karşı
karşıya kalan yerleşiklerin, devlet öncesinde içine girdikleri bu yeni konsept
belki de işlerine geldi. Böyle olsa da insanlık tarihinin bu ilk döneminde,
yönetenlerin ve yönetilenlerin içine dahil olduğu diğer sınıfların da;
gelecekte insanlığın en büyük sorunu olacak olan kaçınılmaz toplumsal
tabakalaşmanın temelleri atılmış oldu…
Avcılığın en önemli meziyeti, taktik üretmek ve araziyi
sürekli kontrol etmekti. Gezgin avcıların bu yeteneklerini, istila edecekleri
yerleşik toplumlar için de kullanacakları aşikardı. Çöllerin sıcak veya kuzeyin
dağlık sert iklimli arazisinde doğup büyüyen katı yürekli, cesur gezgin
avcılar; vadilerin verimli düzlüklerinde, yerleşik çiftçilerinin yeni
efendileri olmaya başladılar...
Ovalara hakim küçük tepecikler -doğal veya yapay- üzerine
kulelerini ve saraylarını yükselterek, rahatça gözetleyip izledikleri
çiftçileri yönetmeye başladılar. Böylece insanlık tarihinin ya da uygarlığın
tohumları kök salmak üzere farklı coğrafyalarda toprağa atılmaya başlanmış
oldu…
Kur’an ayetleri ve bilimsel veriler ışığında yapılan bu kuramsal
yorumdan sonra, tarih çağlarının başlangıcı sayılan yazının icadıyla
Ademoğullarının günümüze kadar gelen bilinen tarihine yeniden dönebiliriz.
Avcıların çiftçileri yönetmek için tarihteki en büyük icatları;
yersel tanrılar ve yersel dinler üretmek olmuştur. Buna karşılık hidayeti/doğru
yolu gösteren İlahi merhamet ise hep “barışçıl toplumun” yanında
yer alır.
Mezopotamya’nın verimli ovalarında ortaya çıkan yerleşik
toplumların en eskisi Sümerlerdi… Burada başlayan bu tarihi siyasal çatışmanın
tarafları sahnesinde; Kur’an’da anlatılan ve Sümerlere gönderilen ilk uygarlık
peygamberi “Hz. Nuh ve kıssası” ile “gerçek
tarihin” (bil-hakkî; بِالْحَقِّ) öyküsü de başladı...
…
(1) Bkz.; Kazım Bayar; Tarihte Mülkiyet Kavgası-1
(2) İbn Haldun; Mukaddime
(3) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19
(4) Kur’an’ı Kerim, İnsan S.; 2
(*) Bu bölüm; Kazım Bayar’ın “Zülkarneyn ve
İktidarın Öyküsü” adlı çalışmasından alınmıştır.
(5) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19: (… ‘sonra
aralarında ayrılığa düştüler’…)
(6) Kur’an’ı Kerim, Yunus S.; 19: (… ‘şayet Rabbinden, daha önce bir
takdir geçmemiş olsaydı’ …)
Tarım toplumu barışçıdır; hak mülkiyetini savunur, kanaatkâr ve itaatkar ruhludur.
YanıtlaSilAvcı toplumu savaşçıdır; özgürlüğü, sınırsız mülkiyeti/rızık ve iktidarı yalnız kendisi için savunur ve müsrif ruhludur.
TEZ COK GUZEL
GUNUMUZDE AMERIKADAKI YERLILER (KIZILDERILILER) CIFTCILERE ISGALCI INGILIZ, PORTEKIZ, ISPANYOL....(GUNUMUZ AMERIKALILARI) AVCILARA ORNEK VERILEBILIR SANIRIM