Sayfalar

10 Ekim 2012 Çarşamba



 KUR’AN’I ANLAMAK -1-

İslam dini konusunda doğrulara ulaşmanın yolu, öncelikle yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim-i doğru anlamaktan geçer. Kur’an’ı anlamak için de birden fazla konu hakkında (ön) bilgi sahibi olmak gerekir. Bunların başında akla ilk gelen, Arap dili edebiyatı ve Peygamberimizin hayatıdır. Devamında, derin bir tarih bilgisi (İlkçağ ve inanışı/mitolojisi);  nüzul esnasındaki Arap toplumunun etnik kültürünü besleyen dinsel birikimi, zihnimizde etraflıca çözümlenmiş olmalıdır. Fakat bu ikisi (dil ve tarih) de tek başına yeterli değildir.  Psikoloji, sosyoloji, siyasal bilgiler ve iktisat biliminin yanı sıra fen bilimleri de bu konunun vazgeçilmez zorunlu alanlarıdır. Şayet bütün bu disiplinler ve ilişkili alanları, bir arada ortak bir çalışma yürütmüyorsa “insanlığı yeniden inşa eden” bu İlahi kitabın, hakkıyla (layıkıyla) anlaşılması mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın anlaşılması, topluma aktarılmasındaki birinci rol ve görev nedense hep din adamlarına tevdi/terk edilmiştir. Oysaki Kur’an, siyasi/yönetsel, ekonomik ve hukuksal alanda devrimci bir “adil düzen kurucu” olmakla beraber; gezegende en gelişmiş beyine ve psikososyal üstünlüğe sahip bir canlıyı, yani insanı (dünya ve ahiret için) her konuda doğruya yönlendiren rehberliği de üstlenmiştir.  Kur’an’ın bu temel amacı, epistemolojik açıdan “din alimlerini” aşan bir durumdadır.
Birçok bilim ve tecrübe alanlarından mahrum/yetersiz olan bir din aliminin tek başına ortaya koyduğu dinsel algı çerçevesi, kesin ve açık bir söylemle; Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir.
Din alimlerinin tarih boyunca yapmış olduğu asli işi, insan toplulukları ve üyeleri arasında ortak değerler dizisi/bütünü olan “dini” her çeşit iktidar ve siyaset felsefesi için araçsallaştırıp, yönetsel erke angaje etmek/bağımlı hale getirmek; yine onu, hep bir “itaat/tapınma kültüne” (afyona) dönüştürmek olmuştur. Ya da özündeki saklı acizlikten gelen “tapınma olgusunu” gizemli bir retorikle/din diliyle ortaya çıkartıp dindarlaştırdığı insanı; Allah’la beraber, iktidar ve yersel kutsallar için de boynu bükük, çaresiz/mahzun bir kula çevirmiştir. Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle doludur (bu, çok tanrıcı veya tek tanrılı bütün dinler için geçerlidir).
Hâlbuki insanı akla/düşünmeye ve özgürlüğe/putları inkâra çağıran Kur’an, her çeşit bilim dalından Müslüman bilgeye (ulûl'elbâb) kendisini anlama ve yayma görevi verir. Öyleyse Kur’an’ın anlaşılmasını yalnızca din aliminin tekeline (sofistike zihniyetine) terk etmek, bu konunun birincil taraflarına; biz Müslümanlara ve Kur’an’a yapılmış en büyük zulümdür! (Bkz. Sad Suresi-29)
Evet, bugün İslam dininin ya da Kur’an’ın anlaşılması konusunda sorunlar ve Müslümanlar arası ayrılıklar yaşanıyorsa bunun baş müsebbibi/sorumlusu, yolumuza ilk çıkan “din alimleridir.” Onların sahip olduğu ezoterik ve sanrılı birikimleri, inandıkları/mezhep ve kanaatleri, hep bu anlaşılmaz/aşılmaz problemin üretici kaynağıdır. Bununla da kalmayıp kutsanmış kimliğiyle “Kur’an’ın anlaşılamazlığı” konusunu, topluma telkin ederek bu handikabı yine kendisi oluşturur. Ayrıca geçmiş ve günümüz birçok din alimi, bu “anlama ve ayrılık problemini” insanların; bir iman-inkar tercihine ve “bilgi-algı çatışma sorunsalına” havale ederek, işin içinden kolayca sıyrılma yeteneğine de sahiptir. Ama bu sorunun, tarafların bilgi-algı çatışkısından; yanlış anlama ve eksik bilgi aktarımından kaynaklandığının da farkında değildir. (Bkz. Bakara-2, Furkan-33)
Ne yazık ki bugün Kur’an’ın anlaşılmasının önüne geçen beşeri İslam kaynakları/külliyatı, yine din aliminin tekelinde üretilmiştir. Bu kaynakların oluşum sürecinde, “yorumsama ve çıkarsamada” kullandığı düşünsel yönteminin sabit ve katı kuralcılığı; sade Müslüman’ın Kur’an’ı anlama yolundaki beklentisinde, yine onu temel belirleyici ve yetkin konuma yükseltmiştir...
Son olarak din alimi, sınırlı bilgisi ve dogmatik düşüncesiyle İslam dini hakkında insanlığın zihninde oluşturduğu muğlak/belirsiz ve yüz yıllardır değişmeyen bu perspektifini acımasızca sürdürür.
Bu problemin çözümü ise; farklı bilim alanlarında uzmanlaşan Müslüman bilgelerle işbirliği içindeki/organize olmuş sağ duyulu din alimlerinin (ilahiyat akademisyenlerinin) gün yüzüne çıkacak fedakâr çabalarını beklemektedir…
Bu eleştirinin ardından “dinsel düşünüşten” ayrılıp, farklı bir pencere açarak Kur’an’ı anlama yoluna oradan bakmaya çalışalım. Belki de bir din alimi olmayan/Ümmi Peygamberimiz Hz. Muhammed (as), Mekke’de bu yolu izlemişti…
Süre gelen bir sosyal yapıdaki değerler ve kuralların değişimi, eskinin yerine yenilerinin (üstün olsa da) toplum tarafından özümsenmesi zor bir süreçtir. Yine bir toplumsal yapıdaki sorunların entelektüel düzeyde belirlenmesi; karşıt fikirlerin gün yüzüne çıkması ve çözüme götürecek tartışmaların yapılması için özgür ortamlar gerekir.  
Yerleşik anlayışın; toplumsal ve ona ait kurumsal değer yargılarının değişimi, uzun bir zaman dilimi içinde bir den fazla kuşağı kapsayacağı gerçeği ise ayrı bir kaçınılmazdır.
Uzun ve farklı devirler boyunca toplumlara dayatılan, “içerilmiş sorunlu egemen yasaları” ancak bunlara karşıt olan devrimci fikirler, görünür ve tartışılır hale getirip değiştirebilir. Fakat çözüme götüren devrimci fikirler, ortaya çıktıkları her zamanda mevcut statükoyla karşı karşıya kalır. Değişimin önündeki tutucu ve sert direnişe karşı; bu yeni fikirlerin, “farklı kültürel coğrafyalara ve farklı etnik ortamlara” taşınması, onların kılgılı hale gelmesinde büyük fırsat ve imkânlar sağlar. Devrimci söylemlerin (zaman ve toplumsal) yer değiştirmesi; toplumbilimsel bir yenilenmeye uygulanabilirliği ve dinamiklerinin dönüştürücü etkisi açısından onları, daha güçlü ve daha verimli hale getirebilir…
Nitekim “Devrimci İslam’ın” söylemleri için, bu zaman ve toplum değiştirme tecrübesini; başta Habeşistan’a yapılan, sonra da Peygamberimiz ve beraberindeki bazı Müslümanların Medine’ye hicretiyle süren ilk örneklerinde belirgin şekilde, sonraki yüzyıllarda ise tanıştığı farklı kültürel coğrafyalardaki sonuçlarında da görebiliriz…
Mekke’nin statükocu “muhafazakâr din (şirk) savunmasıyla” saldırıya geçen muhalefeti protesto eden peygamberin, toplumsal bir değişim/dönüşüm dinamiği için “Medine’ye Hicreti” o gün için yeterli olmuştu. Fakat İslam’ın bütüncül olarak anlaşılması, farklı etnik ortamlarda ve toplumsal alanların tümünde ortak bir paradigmaya dönüşüp kurumsallaşması için; diğer (coğrafyalara) toplumlara ve çağlara (yüz yıllara) yayılıp yaşanması sürecine ihtiyacı olacaktı.
Aksi halde İslam, Hicaz çöllerinde ve Arap toplumunun kısır -dar ve mitolojik- algısı içerisinde birkaç yüz yıl içerisinde eriyip tükenecekti…
Çünkü İslam’ın insana ve topluma yönelik “evrensel; yakın ve uzak yönergelerinin” yaşanması ve tamamının gün yüzüne çıkabilmesi için, o günkü Arap toplumu ve altyapısı; Kur’an’ın sahip olduğu aşkın bilgi felsefesi için olgun bir zemin değildi. İlk yıllarında, iman ve cesaret konusunda seçkin bir topluluğa sahip olması İslam’ın en büyük şansıydı. Ancak dünyevi toplumsal sorunların hepsini kapsayan, adil çözümsel içeriğin kanıtlamasına bu dar çerçeveli sosyal ve siyasal dönem yeterli değildi. Bu yetersizliğin arkasında gerek çağın gerekse coğrafyanın, bilimsel birikiminin ve büyük devlet geleneğinin olmayışından kaynaklanan; basit sosyoekonomik ilişkilere ve ilkel siyasal yapısına bağlı hukukunun durgunluk ya da yokluk derecesindeki zayıflığı vardı. Oysa daha vahiy yüzyılının çok öncesinde Arap olmayan siyasi coğrafyalar, Arap şehir uygarlığından katbekat ileriydiler. Daha işin başında, sahip olduğu zengin Arap dili ve güçlü anlatım retoriğiyle Kur’an rehberliğinin Arap coğrafyasıyla sınırlı olmadığı açıkça belliydi…
Bu sebeple Kur’an’ın; her çağa ve her topluma özgü bilimsel, kültürel ve dinsel birikim algısıyla yüzleşeceği ve bu birikimlere karşı başat olması ise mutlak bir gereklilikti. Aksi durumda, farklı toplumsal ihtiyaçları ve dönemsel gelişmeleri ıskalayıp, anakronik duruma düşecekti. Kur’an’ın anlaşılması ve özgün medeniyetler inşa etme özelliğinde bir kitap olduğu gerçeği; maalesef din alimlerinin mucizeci/mitolojik ve dogmatik “dinsel düşünüş” algısı yüzünden bazı dönemin Müslüman toplumlarınca hiç fark edilemedi...
Kur’an’ın farklı çağlarda ve farklı etnik toplumlarca anlaşılması ve hayata kılgılı/uygulanabilir olma özelliği, “evrensellik” olarak açıklanır demiştik. Bu özelliğine bağlı olarak Kur’an ayetlerini; içerik ve dil-anlatım yöntemindeki farklılıklar bakımından üç ana gruba ayrıldığını, yine Kur’an’ın kendi kavramlarına bakarak şöyle sıralayabiliriz.
1- Toplumların zaman, kültürel ve etnik algı farklılıklarına bağlı olmayan; insanın ve evrenin var oluş ilkelerinin ve amaçlarının değişmezliği “muhkem” ayetlerin konusudur. Bu ayetlerin tevili/yorumsanması; gerekmez ve mümkün değildir. Çünkü tevhid, iman, ahiret, risalet ve ahlak olgusu değişmez evrensel gerçekler/doğrular kabul edilir.
2- Dönemsel (sosyal, siyasi ve ekonomik) yapıya ve bilgi felsefesine bağlı olarak, kültürel birikim ve algı farklılıkları için; yasalar ve hukuk yargılarının (ahkâm) çıkarsama/tevillerin kaynağı olan, “öncül genel hukuk ilkelerinin” aslına benzeşen anlamından uzaklaşmadan, dönemsel anlayışlara uyarlanma esnekliğe sahip özellikteki “müteşâbih” ayetlerdir. Bunlar; alanlarında köklü bilgiye sahip (sağduyulu din alimi ve farklı bilim dalından akademisyen) “Müslüman bilge” insanların; üzerinde ortak çalışma yapıp ve söz söyleyebilecekleri ayetlerdir.
3- Epistemolojik düşünsel algı farklılıkları için; yine dil ve kavrama esnekliği sağlayan/katmanlığa sahip “iç içe teşbihler” içeren ayetler, “müteşâbihen mesânî” olanlardır. Anlatımda her türlü edebi sanat kullanılarak, tarihi olay ve öykülere derin felsefi içerikler yüklenmiştir.  Dönemsel düşünüşe göre her seviyedeki insan, bu iç içe teşbihli “misal ve kıssalardan” kendisi ve toplum için her çeşit düşünce ve davranış alanına uyarlanabilecek ahlaki dersler çıkaracaktır. Bu müteşâbihen mesânî (iç içe mecazlı) sıfatı; sözcükleri anlamı dışında ve dönemsel düşünüş farkına göre, her bir konuya uygun sembolü ve uygun mecazları kullanarak yapılan hitabet sanatının Kur’an’daki adı olmalıdır…
Bilindiğinin aksine, Kur’an’ın içerik açısından anlaşılması ve sorun çözücü toplumbilimsel ve yönetsel yasalara (bireysel eğitim ve ahlak kuralları, hukuk kuralları, kanunlar, aile düzeni, toplumsal örgütlenme vb) dönüşmesi, bir dönemde/aynı kuşakta ve aynı coğrafyada olupbittiye getirilmesi mümkün değil ve kabul edilemezdi…  
Her ne kadar geçmişten/tarihten önümüze gelen “Asrı Saadet” dönemi gibi bir modelleme olsa da bu, sonraki farklı Müslüman toplumları yanılsamaya götüren yalnızca bir ütopyadır. Bu dönem, yapısal olarak daha üst düzeydeki toplumlara model olacak; siyasi ve hukuki değişimlere model-altyapı olabilecek sosyoekonomik bir duruma da sahip değildir. Peygamberimizin bu “örnek süreç/kesitin” içinde olması o dönem toplumunu mütekâmil ve eleştirilmez yapmaz. (Bkz. Ahkâf Suresi-9)
Nitekim peygamberimizin vefatıyla (hemen) sonraki yıllarda, Asrı Saadet (mensupları) toplumu; içerilmiş dönemsel etnik, siyasi ve hukuki sorunlarını yine kendisi aşikâr etmişti(Bkz. Müslüman halklar tarihi; Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Hz. Hüseyin’in şehadeti, diğer hilafet mücadeleleri vb. siyasi olaylar).
Bu, toplumbilimsel yasalardaki değişim dinamiklerinin içselleştirilemeyişinin bir sonucudur. Yüzyıllar boyunca birikmiş “kolektif kültür/bilinç” 20 yıl gibi kısa bir sürede hemen terk edilecek değildir. (Örneğin; kölelik, cariyelik, çok eşlilik, yargısız infaz, baskıcı yasalar, yönetsel sorunlar, zekâta (vergiye) isyan, iktidar savaşları, mezhepsel ayrılıklar vb. Kur’an’dan uzaklaşmaya ya da ona uyumsuzluğa kanıtlardır. Bütün bu olumsuzluklar, maalesef söz konusu dönemde doğan kuşaklara aittir.) Bu durumun sebebi, toplumsal örgütlenmeyle (ümmet) gerçekleşen güçlü bir siyasal değişim ve genişleyen coğrafyanın getirdiği “faydalara” karşı izlenen politikalarda, bilinçaltı bir Arap kültürüne/asabiyetine gizli bağlılığın cezası olarak yorumlanabilir. Çünkü bu toplum Kur’an’ı az bir boyuttan; kendi dar (dinsel algı, sosyo-ekonomik, hukuk vs. ) çevrelerinin dönemsel bilgileri içinde anlayıp yaşamışlardı. Ancak İslam, korunan Kur’an’la başka toplumlar coğrafyasına ve farklı kültürler algısına taşınarak bu lokal sorunu yıllar içerisinde aşmayı başardı.
Fakat bu ilk dönem Müslümanları; Allah’a imanda, Peygamber’e itaat ve şirke karşı mücadelede, ahlak ve ibadette; vahyin toplumsal bilince yerleşip korunması ve diğer coğrafyalara aktarma süreçleri açısından muazzam bir ayrıcalığa ve güzelliğe sahipti.
 Korunan Kur’an, kıyamete kadar uzanan evrensel bir klavuzdur. Yalnızca VII. yüzyıl Araplarına vahyedilmiş bir kitap değildir. Çağlar boyunca insani/toplumsal tüm değişkenleri biçimlendirecek öğreti ve özelliğe sahiptir. Bu tanım ve özellik Kur’an’ın kendi ifadesiyle “muhkem ve müteşâbih” özelliklerdeki ayetlerine dayandırılmaktadır..
Evrensel/cihanşümul özellik; bütün insanlığa/tüm zaman ve coğrafyaları kapsayan hidayet rehberi demektir. Bu sebeple Kur’an ayetlerinin bir kısmının müteşâbih olması zorunlu bir ilkeselliktir. Aşağıda açıklamak ve ayrıntılandırmak üzere “müteşâbih ayetlerin” iki kısımda olduğunu söyleyebiliriz.  Bu olgu, hem dilsel ve etnolojik hem de tarihsel ve siyasi coğrafyayla ilgili kültürel bir algı farklılığı için gerekli bir postulattır. Böylece Kur’an, toplumsal algı ve ihtiyaçlara göre çıkarsama (istihraç) yapılacak bir mükemmelliğe sahip olmuştu...
Kültürel altyapıları farklı toplumların, “VII. yüz yıl Araplarına” indirilmiş bu vahyin; kavranıp uygulanması açısından zorunlu olan başka bir ön kabulü/postulatı daha olmalıydı. Müteşâbihlikle beraber, kendisinin “mesânî” dediği; diğer bir özelliği daha içermeliydi Kur’an. Bu (mesânî) özellik Kur’an’ı ikili, yani kutuplaşan, karşıt yönlerden (farklı iki dönemden) anlaşılmasını veya anlaşılabileceğini, yani her bir toplum; Kur’an’ı kendi çağına, kendi kültürel algısına ve içinde olduğu sosyal yapısına göre anlamalı ve dillerine öylece çevrilmeliydi.
Bazı din alimleri “mesânî” sözcüğünü kendisinden önceki “müteşâbih” sözcüğünden ayırarak şu görüşü ileri sürerler; Kur’an kendi kendisini açıklayan “ikişerli benzer” ayetler için bu isim sıfatı vermiştir. Fakat bunu bütün ayetler için kanıtlamak pek de mümkün ve makul değildir. Aynı konuda onlarca (iman, küfür, zekat, salat, savm vb) ayet varken, birçok ayet ise müstesnadır. (Örneğin “hırsızın elini kesin” dönemsel olan bu yargısal hüküm, yalnızca müteşabih olan bir ayette geçmektedir./Maide Suresi-38).  
Din alimlerinin oluşturduğu “anlama engelinde” bir diğer sorun da, Kur’an’ın “nüzul sırası ve nüzul sebebi” konusu olmuştur. Başından beri parça parça inzal edilen Kur’an önce Peygamberimiz tarafından okunur. “Vahyedildiği şekliyle; ayet, necm, grup veya bölümler halinde” ayrı ayrı sahifeler üzerine yazılır, ayrıca da ezberlenirdi. Sonraları Halife Osman zamanında bir araya getirilen ve sahabenin görüşleriyle oluşturulan bugünkü tertip/sıralama; Allah tarafından parça parça bildirilen vahyin kronolojisine uymamaktadır. “Mushafın tertibi” Müslüman din bilginleri arasında her zaman ayrılık konusu olmuştur. Fakat bu ayrılıklar ve mevcut sıralamadaki Kur’an’ın asla sorunlu olduğu anlamına gelmez. Yalnızca araştırma ve akademik çalışmada nüzul sebebi ve sırası önem arz etmektedir…
Nüzul sebebi, yeri ve sırası; vahy döneminde, ayetleri oluşturan sözcüklere tam bir bağlam/kontekst değeri kazandırıp anlaşılmasında hiçbir pürüz bırakmıyordu. Oysa bugün bu asal zeminden kopuk bir algı, ayetleri muhkem’den müteşâbih’e taşıma yanılgısı için başlıca sebep olmaktadır.
Kavram-bağlam ilişkisinin kopmasından meydana gelen ve anlama yanılgısına yol açma konusuna, “Kevser suresinin; bugünkü tertipteki yeri, çevirisi ve tefsirleri” çok iyi bir örnektir. Bu sure, nüzul kronolojisinde; Mekkî ve 15. sıradadır. Günümüz mushafında ise 108. sırada yer alır. Nüzulde kendisinden birkaç sure önceki sıralarda olan Duha ve İnşirah sureleriyle bir anlam bütünlüğü içindedir. Risalet için verilen lütuflara bağlı olarak İlahi desteğin, Hz. Peygamber’in yanında olduğu hatırlatması yapılmaktadır. İçerik açısından bu surelerin devamı niteliğindedir. Nüzul sebebi ise Peygamberimizin davetini/tebliğini engelleyen müşriklerin sataşmalarına karşılık; “kevser” nimeti (ümmet) ile moral verilirken, “gırtlaklarcasına ve göğüs göğüse diren”  anlamındaki “venhar” emir kipi çekimli fiiliyle de Mekke’de “direnmeyi” talimatlandırır. Oysa din alimlerinin bu olgulardan uzak algısıyla sureden; “kurban kes” emri gibi yanlış bir tevil/çıkarsama yapılarak, sure muhkemden müteşabih konuma taşımakla kalmaz, ayetin anlamı ve devrimci bağlamı da çökertilir…
Dönemin din alimleri, nüzul sıra ve sebebi üzerinde sistematik ve ciddi bir çalışma yapmamışlardır. Şu anda bilinen nüzul sırası bile birçok noktalarda tartışmalıdır. Bazı ayet gruplarının arasına, bağlamı/konusu farklı ayetler yerleştirilmiştir. Bazı ayetler ise kendi nüzul grubundan ayrı surelere taşınmıştır. Şayet “uydurma hadis külliyatı” yerine bu konu üzerine yoğunlaşılsaydı; şimdi önümüzde daha işlevsel bir “siyer” ve mükemmel nüzul sıralı bir “Kur’an” olmuş olacaktı…
Yukarıda değindiğimiz zorunlu postulatların ilki; nüzul sırasına göre önce Zümer Suresi 23. ayetteki “müteşâbihen mesânî” Kur’an’ın kendi tanımlamasıyla ortaya çıkar. İkicisi ise Âl-i İmran Suresi 7. ayetinde geçen yalnızca “müteşâbih” sıfatıyla bu kavramsal özellikler bildirilmiş olur…
Din alimlerinin yüz yıllar boyunca oluşturduğu, yüce kitabımız Kur’an Kerim’in hakkıyla ve herkesçe anlaşılması engeli, ancak şu üç içerik/konuları kapsayan kavramlar altında incelenip irdelenirse belki o zaman tamamen ortadan kaldırılabilir…
A- Muhkem, B- Müteşabih, C- Müteşâbihen mesânî, şeklinde gruplara ayrılan ayetlerdir. Şimdi bu ayet ayrımlarını sırasıyla incelemeye geçebiliriz.

( Bu başlıkların incelenmesine yazının ikinci bölümünde devam edilecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder