Sayfalar

24 Ekim 2012 Çarşamba



HAC ve KURBAN

SİYASİ ve SOSYO-EKONOMİK BİR İBADETTİR

İnsan Hak ve Hürriyetleri İçin Bir Sığınma Evi Olan Kâbe’yi, Ağlama Duvarı ve Mezbahaya Çeviren Din Aliminin Gölgesinde; Hac ve Kurban…

Kâbe’ye sunulmuş kurbanları da (hedy) kapsayan “hac” ibadeti; aslında seçilmiş “siyasal çevrenin/yönetici toplumun” önemli ve her yıl yaptığı bir kongredir.  Bu toplantıda Yüce Allah, dünyanın dört bir yanından gelen Müslüman halklar ve yöneticilerinden; haccın vazgeçilmez sembollerinin (şiarların) korunmasını ve onlara bağlı menâsıklerin/ibadet usullerinin gerçekleştirilmesini ister. Burada kazanılan bilgi ve şuurlar dünyanın her bir yönüne taşınır. (Bakara suresi-198-200, Hac suresi-32).
Bu yolla hac; İslam’ın siyaset felsefesi ve iktisat politikasını, yerel ve küresel ölçekte dünya Müslüman toplumunun güncel algısına yerleşmesini sağlayan bir eyleme ve ibadete dönüşür. Evet, bu toplantı benzetmede yakışık almasa da bir BM toplantısı veya onu aşan bir organizasyon olmalıdır. (BM, küresel güçlerin çıkarları için örgütlenmiş uluslar arası ve şeytani politik bir kurumdur.)
Oysa İslam; mülkiyetin halka ait olması, yoksulluğun giderilmesi, barışın sağlanması ve adaletin/insan hak ve hürriyetlerinin yeryüzüne yerleşmesini amaçlamıştır. Haccın şiarları incelendiğinde bütün bu hedefler için konulduğu ve kapsamının bunlardan ibaret olduğu açıkça görülecektir…  
Öyleyse “hac” her yıl; bütün Müslüman toplumları ayrı ayrı temsil eden siyasal çevrenin (yöneticilerin), akademik düzeyde yaptıkları çeşitli oturumların siyasi ve ekonomik değerlendirme sonuçlarını, politik işbirliği kurumsal kararlarına bağlayan uluslararası bir toplantıya dönüşmelidir.  
Gerçek böyleyken ne yazık ki din alimleri, haccın bu önem ve amacını kavrayamadığı; diğer ibadetleri yozlaştırdığı gibi, bu uluslararası ortak ibadeti de “dinsel düşünüş” algısı ve uydurma rivayetler (hayvan kesme ve zemzem içme) argümanıyla gerçek amacından koparmıştır. Din adamlarının bütün çabalarına rağmen, dindarın zihninde; hac öncesinde var olan mülkiyet (iktidar ve iktisat felsefesi) bilinciyle sonrası arasında ilerleme adına bir fayda oluşturulamaz.[i]
Bu siyasi ve ekonomik kongre günleri Kur’an’da, Arapların örfi olarak kullanıp bildiği Hicrî takvime göre Şevval, Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Kâbe’ye hac için gelen Müslümanların, bu zaman diliminde “ihrama girmekle” birlikte; bilmeleri ve ortak uymaları gereken temel kurallar Bakara suresi 197. Ayette şöyle bildirilir:
“Hac, malûm aylarda olur. Kim o aylarda hacca niyet ederse bilsin ki hacda ne kadınla buluşma vardır, ne kötülükte bulunma, ne de kavga ve dövüş. Hayra dair ne işlerseniz Allah bilir. Yol azığı hazırlayın. Şüphe yok ki azıkların hayırlısı da sakınıp çekinmedir. Ey aklı eren temiz kişiler, sakının benden.”
Çoğu, dönemsel Arap cahiliyesi güncel tutumlarını, ticari ve sosyo-politiğini düzenleyen hac ayetleri; üzerinde çalışma yapılmadan modern dönemlere birebir aktarılmak istenmektedir. Din alimlerinin bu şabloncu ve dogmatik geleneği, hac ibadetinin ve Kur’an’ın anlaşılmasında yine en büyük engeldir…   
Haccı yalnızca bir ahiret/mahşer provası ve bir tapınma/uyuşma (afyon alma) eylemine dönüştüren din alimleridir. Evet, başta siyasal ve birçok alanın bilgisinden yoksun olan çoğu yaşlı nüfustaki Müslüman halkın, bu uluslararası siyasi toplantıya (Zilhicce ayı 10-13. günlerinde ısrarla) gitmekteki canhıraş girişimi de aynı din aliminin oluşturduğu örneği bulunamaz bir ironidir. Halbuki iki ayı aşıp geniş bir zamana yayılmış olan “ihrama girme” günlerini, saplantılı din aliminin reddiyesiyle “seçilmiş yöneticilerin toplantı günlerine” sıkıştırarak dindarı zora sokması ise ayrı bir zihin travması sayılmalıdır.
Diğer taraftan hacca giden bu dindarların önceden, “nesnel bir Tanrı, canlı bir Peygamber” imgesi arayışına ve bunlara kavuşma psikolojisine sokulması da işin cabasıdır. Bu yüzden Beyt-i Haram’ı gören her dindar; olağanüstü coşku patlaması yaşayıp, gözü yaşlı duygusal bir seremoniye kapılarak siyasal ve sosyal olgular dünyasından tamamen kopar. Ülkelerine döndüklerinde, dünyevi/yersel olaylara karşı çaresizleşmiş bu hacıların tutumları ise; siyasi ve iktisadi alandan ciddi bir uzaklaşmaya girmiş olmalarıdır. Oysa hac ibadeti bunun tam karşıtı durum için vardır. Müslüman toplumların bölgesel-küresel, siyasi ve ekonomik sorunlarının belirlenip konuşulması; eldesinin küresel işbirliği ve kurumsallığa dönüştürülmesi çabasıdır…
Din alimi, haccın İslam’da oluşturduğu siyasal ve ekonomik bir “Küresel Müslüman Birliği” eylemi amacı konusunda; “mucizeci/majik zihniyeti” yüzünden algı ve yorum eksikliğine düşer. Bu eksikliğiyle ürettiği Kur’an dışı retorik ve algıyı Müslüman halka da dayatır. Böylece, Kâbe’yi sadece bir ağlama duvarına çevirir. Müslüman hacıların bu toplantıdan dönüşte yurtlarına getirdikleri; siyasal ve sosyo-ekonomik işbirliği kararları yerine, zemzem bidonları ve hurma paketleri olur. Yine bu hacıların en büyük karı, hüzünle dökecekleri gözyaşı ve özlem dolu bir hac tekrarı vardır. Sonuçta İslam alemine hacdan kalan; Allah ve Resul’ünden “ayrılmış” gurbet kuşları ve dinsel arabesk düşkünleridir…
"Kurban" gerçek anlamına taşındığında, önümüze infaklarla oluşturulmuş yüzlerce milyarı aşan miktarda nakdi birikime sahip “küresel bir yardım kurumu kasasının” çıktığı görülecektir. Hanif olan müminlerin evrensel bir iyiliğe; gönüllü ve zorunlu(vicdani) bir katılımıdır bu. Evet, kurban müminler için vazgeçilmez bir ibadettir. Dünya ve ahiret hayatı için bir ahlak/erdem; takva ölçüsüdür. Bölgesel ve küresel sosyo-ekonomik paylaşım ve dayanışma organizasyonuna yürekten bir katılımdır. (Hac Suresi-35)
Kurban, bireyin yasal/meşru yollarla kazandığını veya helal şartlar içinde gösterdiği ekonomik faaliyetinden elde ettiği “ihtiyaç fazlasını” (artı ürününü) toplumdaki (önce yakın, sonra uzak çevresinde) ihtiyaç duyanlara cömertçe devretmesidir. Bu ibadet, bireyin toplumuyla bütünleşme (sosyalleşme) girişimidir. Böylece birey, toplumun (Allah’ın rahmet ve rızasına) sevgi ve koruyucu gücüne kavuşmuş olacaktır. Öte yandan artı kazancın ihtiyaç sahipleriyle paylaşılması (kurban), bireysel tüketim ya da bencillik dediğimiz bir çeşit psikolojik bozukluğu da ortadan kaldıracaktır. Yine Kur’an’daki kurban; stok ya da kenz denilen ekonomik/mal ve finans dolaşımına engel olan psikolojik duvarları da yıkma eylemidir...
Kurban ve hac olgusunun anlaşılmasının birinci yolu, Hz. Adem’in iki oğlundan; ikinci yolu ise tarihte devrimci bir karakteri temsil eden Hz. İbrahim’den geçer.
Yüce Allah, Kur'an'da Hz. Adem'in yeryüzündeki beşeri tarihinin uygarlığa geçtiği ilk dönemlerindeki (iki) oğullarından birer "kurban" istendiğini bildirir. Onlar da Allah’a (kendi topluluklarına) yaklaşmanın/bütünleşme ve dayanışmanın bir gereği olarak bu ekonomik katılıma zorunlu şekilde dahil olurlar. Muharref Tevrat’ta yazılanın aksine, Kur’an’da bu kurbanların (kazanç bağışının) içeriği/nevi belirsizdir. Bu durumda akla gelen, fazlasını toplumla paylaşılacak kazancın; “bireyin öz emeğiyle dönemin ekonomik faaliyetlerinden elde ettiği her çeşit ihtiyaç ürünleri” kastedilmiştir. Böylece Ademoğullarından biri, Allah’a yaklaşma (kurbanen); merhametli, erdemli ve adil olma/takva yoluna girmiş olmalıdır…   
Maide Suresi-27:
"Oku onlara Âdem'in iki oğluna ait gerçek haberi. Hani onlar, Tanrıya yaklaşmak için (elde ettikleri kazançlarından) sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki reddedilmişti. Kurbanı kabul edilmeyen diğerine; ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ O da; ‘Allah ancak, kendisinden çekinenlerin kurbanını kabul eder.’  demişti."
Beşeri köklerimizdeki kurbanla ilgili bu ve devamındaki ayetlerin konusu, Ademoğullarının tarihsel ekonomik tutumlarını ve karşılıklı siyasal mücadelelerini içerir.[ii]
Güçlü bir varsayım/tez olarak; yalnızca avcı-göçebe topluluk (Tek ümmet; Yunus suresi-19) halindeki Ademoğullarından biri(kısmı)nin diğer(ler)inden tarımsal üretime ve şehir kurmaya geçerek ayrışması, Kur’an’daki bu “kurban teklifi” alegorisiyle açıklanabilir. (Maide suresi; 27-31)
Ademoğullarının kurbanla imtihanı; beşer tarihinin derinliklerinde, uygarlığın başlarında gerçekleşen sosyo-ekonomik/neolotik devrimle yaşanan fiziki ayrışmayla başlayan, yağmacı ve ölümcül saldırıların din dilindeki öyküsüdür. Kendilerinden “istenen birer kurban” muhtemelen, yeryüzündeki iktisadi faaliyet tercihlerinin; “doğayı tahrip ve hazırı tüketme” yerine “doğayı koruma ve tarımsal üretime/berekete” dayalı bir yaşam tarzına geçilmesinin istenmiş olmasıdır.
Bu kurban isteği olayında, “yerleşik hayata ve tarımsal üretime” geçen Ademoğlu(ları)nın kurbanı “kabul edilmiş” sayılmalıdır. Çünkü tarımsal üretim, doğadaki canlılık (hayvan-bitki) düzeni ve döngüsüne katkıda bulunan bir iktisadi faaliyet tarzıdır. Kurbanı “kabul edilmeyen” Ademoğlu(ları) ise; avcı-göçebe yaşam tarzına devam eden(ler) olmalıdır. Çünkü “avcılık ve toplayıcılık” doğal yaşam/ekosisteme (hayvan-bitki çoğalma döngüsüne) zarar veren; üretip paylaşacak artı üretim tarzının aksine bir tutumdur...  
Bu öykülemenin ışığında verili tarih penceresinden görünen; avcı toplumların, yerleşik (tarım) toplumlarının hazır ürünlerini yağmalamak için onları öldürmeye kadar varan saldırılarına tanık oluruz…
Ademoğullarının durumu böyleyken; bir hayvanı, Allah’ı razı etmek için kanını ve etini ona sunmak kurban değildir. Kurban, ihtiyaç fazlası helal kazancın (ayni veya nakdi) her çeşidinin ciddi ölçüde gönülden bir cömertlikle halka (Allah’a) devredilmesidir. (Hac Suresi-37)


Hz. İbrahim ve Kurban;
Yüce Allah, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i gelecek çağlara ibret ve yasa olacak bir sembol (şiar) yapmıştır. Kur’an’da Hz. İsmail’in; babası tarafından kurban seçilmesi (ZEBİH) olayı her çağa hitap edecek bir metaforla/teşbihle anlatılır… (Saffat Suresi; 100-108)
Hz. İbrahim, kavmiyle giriştiği siyasal tevhid (haniflik) mücadelesinde onların dinleri (iktidar ve inançları) hakkında çok büyük “zihinsel çatışkı” (paradoks) oluşturacak tartışmalar üretmektedir. Bunlardan sadece bir tanesi; hemen hemen her Müslüman’ın Kur’an’dan bildiği “put kırma” olaydır. Kavmi puthaneyi terk ettiğinde yaptığı bu eylemin ardından, yaşadığı sorgulanma sırasındaki tartışmada kullandığı tasvirler ve yöntemin; “kurban kesme” olayında da aranması gerekir. Hz İbrahim’in bu yöntemi, dönemin iktidarlarına karşı gösterdiği devrimciliğinin büyük yürekliliği ve zekice planlarını içerir. (Bkz. Enbiya Suresi; 57-63)

Din aliminin alegori yanılgısı;
Din alimlerinin çoğu, Kur’an’daki müteşâbih ayetlerin tevilini; sofistike ve dogmatik olarak sürdürdükleri için, Hz. İbrahim’e iftira sayılabilecek birçok iddiayı da yüzyıllardır yazılı ve sözlü olarak devam ettirirler…  
Bu yazıda değineceğimiz, İsmail/kurban olayının dışında kalan ve “Hz. İbrahim’in; yıldızlara bakarak Allah’ı bulma, atıldığı ateşin göle ve gül bahçesine dönüşmesi, kafasını koparttığı kuşları diriltmesi” gibi mucize denilen gerçekdışı tevillere yorumlanan müteşâbih-mesâni kıssalar başka bir makalede incelenecektir.
Eski Samiler ve Babil inanışlarında, çeşitli tanrılara (krallarına) şükretmek, onları memnun veya teskin etmek için “ilk doğan erkek çocuklar, ergenliğe yeni girdiklerinde” bu batıl tanrılar için düşüncesizce kurban/katledilmekteydi…
Eski Mezopotamya’nın ve Antik Samilerin “tanrılara insan kurbanı” geleneğini yıkan ve caniliğe son veren Kur’an’daki bu kıssa, alegorik anlatım sanatına başvurulmuş öykülemeden sadece biridir. Evet, birçok müfessir ve din alimi; Kur’an’ın sıkça başvurduğu, “müteşâbihen-mesâni” özelliğinden olan bir anlatım tarzının kullanıldığı bu kurban devrimi “alegorisini” ne yazık ki kavrayamamıştır.
Alegori, sözlükte;  bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için bunları göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. Ya da bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir şeyleri temsil etmesi durumudur.
Bu tanıma göre “Hz. İsmail’in kurban edilme olayının” iç yüzü şöyle anlaşılmalıdır:
Yüz yıllardır (ilkel) inançları için, birçok baba birçok evladı yürekleri sızlatan bir yöntemle katletmiştir. Hem de yıllarca özlemle bekledikleri ilk doğan oğullarını; küçücük bir bebekken kucaklayıp kokladıkları, öpüp okşadıkları minik yavrularını. Ne zaman ki bu biricik oğulları; güçlü ve kopmaz bir sevgiyle babalarının arkasından koşarken, tam da işlerine destek çıkacakları “gencecik çağlarına” ulaşmışken hemen boğazlayıverirler… İşte o zaman “şeytani ve acımasız” tanrıların kadim dini, bu “biricik” sadakat dolu evlatları hunharca alıp götürürdü şu aşağılık dünyadan…  
Eski Samiler ve Babillilerin sıklıkla yaşadıkları bu kurban sunma olayındaki kişiler ve izlenen aşamalarındaki alegori kahramanları; birbirlerine içtenlikle bağlı bir “baba-oğul olan İbrahim ve İsmail” yapılmıştır. Burada metafor şudur; “Hz. İbrahim, herhangi bir Babilli, oğlu İsmail ise kadim kurban (zebih) herhangi Babilli bir gençtir.” Bu peygamber ve oğlu, “tarihteki bütün yürek parçalayıcı ikiliyi” katil-maktul olan baba-oğulları temsil eder. Gerçekte ne İbrahim rüya görmüştür ne de İsmail yüzükoyun yere kapanmıştır! Zaten bu büyük bir imtihandır ve asla bir peygambere yakışmayan bir inanıştır. Olayda Hz. İbrahim, tıpkı Babilli bir babanın yaptığı gibi “rüya ve batıl kurban ritüelinin” aynı/tıpkı aşamalarını uygulamış ve İsmail’le birlikte bu alegorinin kahramanı olmuştur.
İşte belki de binlerce yılda binlerce kez yaşanan bu ızdıraplı ve acımasız katliam; büyük devrimci “Hanif İbrahim” ve ilk oğlu İsmail’in kurban olayı anlatımıyla cahiliye geleneğindeki Araplar ve takipçileri arasında artık son bulacaktı. Antik çağdan devreden bu ilkel mirasın kalıntıları; Mekke’de yeniden doğan İslam’ın Peygamberiyle böylece yeniçağlara bir “kurban devrimi sembolü” olarak bildirildi. 
Yüce kitabımız Kur’an, Müslüman/hanif bir toplum oluşturma modelini; antik çağda Hz. İbrahim üzerinden biçimleyip sonraki çağlara aktarmıştır. Yani Hz. İbrahim bir “haniflik” sembolüdür. Kavram olarak dinde, Hakka ve doğruya yönelme durumudur. Haniflik “tek olan Allah dışında başka tanrılar kabul etmeyen” anlamında olup, Hz. İbrahim (as) kıyamete kadar tek tanrılı dinin köklü temsilcisidir. (Âl-i İmran Suresi-95, Enam Suresi-161)
İnsanlığın uygarlık öncesindeki (ilkel dönem) birikimi olan; inanış, tapınma ve yaşayış biçimleri (kısaca din) Antik çağa aktarılmıştır. Modern ve bilim çağının devraldığı dinsel birikim ise bir “Antik çağ” tecrübesidir. Hz. İbrahim bu din tecrübesini, İlahi rehberliğin eşliğinde ana çizgileriyle yenileyip belirleyen bir peygamberdir. Haniflik, insanlığın binlerce yılda ürettiği uygarlığı, dinsel açıdan olumluya çeviren ve vasat olan tek yoldur.
Antik çağda, Babil’de yersel tanrılara/krallara ait put ve inanış geleneğini yıkmayla başlayan Hz. İbrahim’in tarihsel siyasi çıkışı, Mekke’de “siyasi bir toplantı evi” inşasıyla devam eder. Yine Mekke’de sürdürdüğü bu haniflik/yenilenme hareketiyle Ademoğullarından gelen kadim “kurban” olgusunu da biçimlendirir. Hz. İbrahim’in Kâbe’de biçimleyip yenilediği kurban eylemi, Kur’an’da “hedy” kavramıyla özetlenir. Hedy bir semboldür. (Seçilmiş kurban) Zebih olan İsmail'in yerine konan ve yersel tanrılara adanmış "insanı kesmeyi" ortadan kaldıran bir sembol. Antik çağda yersel tanrılar için, kıymete değer bir canlının (genelde genç bir insanın) kesilmesine dönüşen ritüel/törensel kurban eylemi; Eski dünyanın ve Mezopotamya’nın bu acımasız geleneği, Hz. İbrahim’in gerçekleştirdiği bu devrimle son bulmuştur…
Kur’an’da kurban olarak bir hayvanın kesilmesi talimatı bulunmaz. Yani “kurban kesin” şeklinde İslami literatüre/ıstılaha, Kur’an’dan gelen hiçbir kavram yoktur. Varsa bu, din alimlerinin zorlayıcı bir çıkarsaması ve uydurmasıdır.[iii]
Hac suresi 34. ayette Hz. İbrahim sembolünden; hedy (kurbanın)dan söz edilir, ancak bunlar için dahi ayette “kesin” emri yer almaz. Hacdaki bu kurban olgusu, İbrahimî devrimin/geleneğin bir şiarı olarak; asla ve kati surette “insan kesimi” eylemine geri dönülemez şiarının korunması içindir. Hacca gitmeyenler, bu sembolün (hedy) yerine geçecek “helal kazançlarından oluşan cömert infaklarını” Kâbe’ye göndeririler. Eğer Kâbe’de bir kesim yapılacaksa da bu, zaten günlük veya rutin et ihtiyacı için, rızık olarak var olan evcil besi hayvanları olmalıdır. Kur’an, dönemsel olan bu toplu hayvan kesimine ve bu sırada eksik bırakılan duruma müdahale eder. Zaten Arap örfünde Kâbe’ye adanan, boyunlarına kurbanlık işareti bağları asılmış ve sıra sıra dizilmiş hayvanlar topluca kesilmektedir. İşte bu adet üzere kesilen hayvan (hedy)ların üzerine “Allah'ın adının anılması, etinin yenilmesi ve yoksula yedirilmesi” kuralı istenir. (Hac suresi-28).
Günümüzde hala, bu cahiliye dönemi Arap ve Yahudi geleneğinin/toplu kurban kesiminin sürdürülmesi; yine din aliminin uydurma rivayetlere dayanan vehimleri yüzündendir. Kurbanla ilgili ayetlerin çağımız algısı, “kurban kesimin sadece Kâbe’de ve her ulus için birer veya tüm ümmet için bir adet evcil-semiz hayvanla sınırlanıp” Hz. İbrahim’in “Zebih İsmail” sembolünü korumak amacıyla olmalıdır. Kâbe dışında, “kurban” amaçlı hiç bir kesim Kur’an’da yer almamaktadır. (Ayrıca Kur’an, hacla ilgili ayetlerde ‘av hayvanları’ kavramını da tartışmaya açmıştır. Yani doğal yaşamdaki kara canlıları, artık rızık/besin kaynağı olmamalıdır. Evcil hayvanların çoğaltımı ve ıslahı yolunu öğrenen insanın bu doğa kıyımından acilen uzaklaşması gerekir.)  
Hac suresi 34 ve 35. ayetler durumu netleştirmektedir. Kur’an dikkatli okunduğunda; günümüzdeki her toplumu/ülkeyi temsilen bir nusuk/ibadet; hedy adama yeri belirlenmesi istenir. Bu mensek/ibadet yeri; insanlar tarafından yapılan (ayni veya nakdi) infak/hedy hesaplarının herkese açık, bilinir ve görünür olması demektir. Yani Beyt’in kasasına giren paraların hangi ülke veya şahıstan ve hangi miktarda olduğunun bilinmesi; harcamaların da şeffaf bir şekilde yapılması önemlidir.
Toplumların/halkların bağışlarıyla Beyt-i Atik kasasında birikip KÜRESEL MÜSLÜMAN BİRLİĞİ yardım bütçesi her yıl yeniden oluşturulur ve tamamı harcanır. İnsanlık, infaklarını ve kurban/artı ürünlerini Kâbe’ye gönderirler. Ve Beyti Atik, insanlık için maddi manevi bir sığınma evi olmalıdır. İnsanlığın her türlü sıkıntı ve ihtiyaçlarına (ekonomik-politik-askeri ve siyasal destekle) buradan cevap verilmelidir…
Haccın ve kurbanın kabulü, Müslüman toplumların Beyt-i Atik merkezli; siyasi ve ekonomik örgütlenme gücüyle oluşan barışçıl çabaları ve yeryüzündeki fesadı bitirmeleriyle ancak gerçekleşecektir...



[i] Mülkiyet konusu için bkz/Mülk Hacı Emmi’nin mi, Allah’ın mı? http://kazimbayar.blogspot.com/2012/06/mulk-kimin-emminin-mi-g-20-cetesinin-mi.html

[ii] Bu konuya iktisat tarihi ve siyasal bilimler yönünden yorum getiren makale için bkz. TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-2- http://kazimbayar.blogspot.com/2012/08/tarihte-mulkiyet-kavgasi-2-otziyi-habil.html





1 yorum: