KUR’AN’I ANLAMAK -1-
İslam dini
konusunda doğrulara ulaşmanın yolu, öncelikle yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim-i
doğru anlamaktan geçer. Kur’an’ı anlamak için de birden fazla konu hakkında (ön)
bilgi sahibi olmak gerekir. Bunların başında akla ilk gelen, Arap dili edebiyatı
ve Peygamberimizin hayatıdır. Devamında, derin bir tarih bilgisi (İlkçağ ve
inanışı/mitolojisi); nüzul esnasındaki
Arap toplumunun etnik kültürünü besleyen dinsel birikimi, zihnimizde etraflıca çözümlenmiş
olmalıdır. Fakat bu ikisi (dil ve tarih) de tek başına yeterli değildir. Psikoloji, sosyoloji, siyasal bilgiler ve
iktisat biliminin yanı sıra fen bilimleri de bu konunun vazgeçilmez zorunlu
alanlarıdır. Şayet bütün bu disiplinler ve ilişkili alanları, bir arada ortak
bir çalışma yürütmüyorsa “insanlığı yeniden inşa eden” bu İlahi kitabın,
hakkıyla (layıkıyla) anlaşılması mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın
anlaşılması, topluma aktarılmasındaki birinci rol ve görev nedense hep din
adamlarına tevdi/terk edilmiştir. Oysaki Kur’an, siyasi/yönetsel, ekonomik ve
hukuksal alanda devrimci bir “adil düzen kurucu” olmakla beraber;
gezegende en gelişmiş beyine ve psikososyal üstünlüğe sahip bir canlıyı, yani insanı
(dünya ve ahiret için) her konuda doğruya yönlendiren rehberliği de
üstlenmiştir. Kur’an’ın bu temel amacı,
epistemolojik açıdan “din alimlerini” aşan bir durumdadır.
Birçok bilim
ve tecrübe alanlarından mahrum/yetersiz olan bir din aliminin tek başına ortaya
koyduğu dinsel algı çerçevesi, kesin ve açık bir söylemle; Kur’an’ın
anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir.
Din
alimlerinin tarih boyunca yapmış olduğu asli işi, insan toplulukları ve üyeleri
arasında ortak değerler dizisi/bütünü olan “dini” her çeşit iktidar
ve siyaset felsefesi için araçsallaştırıp, yönetsel erke angaje etmek/bağımlı
hale getirmek; yine onu, hep bir “itaat/tapınma kültüne” (afyona)
dönüştürmek olmuştur. Ya da özündeki saklı acizlikten gelen “tapınma olgusunu”
gizemli bir retorikle/din diliyle ortaya çıkartıp dindarlaştırdığı insanı; Allah’la
beraber, iktidar ve yersel kutsallar için de boynu bükük, çaresiz/mahzun bir kula
çevirmiştir. Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle doludur (bu, çok tanrıcı veya
tek tanrılı bütün dinler için geçerlidir).
Hâlbuki insanı
akla/düşünmeye ve özgürlüğe/putları inkâra çağıran Kur’an, her çeşit bilim
dalından Müslüman bilgeye (ulûl'elbâb) kendisini anlama ve yayma görevi verir. Öyleyse Kur’an’ın
anlaşılmasını yalnızca din aliminin tekeline (sofistike zihniyetine) terk etmek,
bu konunun birincil taraflarına; biz Müslümanlara ve Kur’an’a yapılmış en büyük
zulümdür! (Bkz. Sad Suresi-29)
Evet, bugün
İslam dininin ya da Kur’an’ın anlaşılması konusunda sorunlar ve Müslümanlar
arası ayrılıklar yaşanıyorsa bunun baş müsebbibi/sorumlusu, yolumuza ilk çıkan “din
alimleridir.” Onların sahip olduğu ezoterik ve sanrılı birikimleri,
inandıkları/mezhep ve kanaatleri, hep bu anlaşılmaz/aşılmaz problemin üretici
kaynağıdır. Bununla da kalmayıp kutsanmış kimliğiyle “Kur’an’ın anlaşılamazlığı”
konusunu, topluma telkin ederek bu handikabı yine kendisi oluşturur. Ayrıca geçmiş
ve günümüz birçok din alimi, bu “anlama ve
ayrılık problemini” insanların; bir iman-inkar tercihine ve “bilgi-algı
çatışma sorunsalına” havale ederek, işin içinden kolayca sıyrılma
yeteneğine de sahiptir. Ama bu sorunun, tarafların bilgi-algı çatışkısından; yanlış
anlama ve eksik bilgi aktarımından kaynaklandığının da farkında değildir. (Bkz. Bakara-2, Furkan-33)
Ne yazık
ki bugün Kur’an’ın anlaşılmasının önüne geçen beşeri İslam kaynakları/külliyatı,
yine din aliminin tekelinde üretilmiştir. Bu kaynakların oluşum sürecinde, “yorumsama
ve çıkarsamada” kullandığı düşünsel yönteminin sabit ve katı kuralcılığı;
sade Müslüman’ın Kur’an’ı anlama yolundaki beklentisinde, yine onu temel
belirleyici ve yetkin konuma yükseltmiştir...
Son
olarak din alimi, sınırlı bilgisi ve dogmatik düşüncesiyle İslam dini hakkında insanlığın
zihninde oluşturduğu muğlak/belirsiz ve yüz yıllardır değişmeyen bu perspektifini
acımasızca sürdürür.
Bu
problemin çözümü ise; farklı bilim alanlarında uzmanlaşan Müslüman bilgelerle işbirliği
içindeki/organize olmuş sağ duyulu din alimlerinin (ilahiyat akademisyenlerinin)
gün yüzüne çıkacak fedakâr çabalarını beklemektedir…
Bu
eleştirinin ardından “dinsel düşünüşten” ayrılıp, farklı bir
pencere açarak Kur’an’ı anlama yoluna oradan bakmaya çalışalım. Belki de bir
din alimi olmayan/Ümmi Peygamberimiz Hz. Muhammed (as), Mekke’de bu yolu
izlemişti…
Süre gelen
bir sosyal yapıdaki değerler ve kuralların değişimi, eskinin yerine yenilerinin
(üstün olsa da) toplum tarafından özümsenmesi zor bir süreçtir. Yine bir toplumsal
yapıdaki sorunların entelektüel düzeyde belirlenmesi; karşıt fikirlerin gün
yüzüne çıkması ve çözüme götürecek tartışmaların yapılması için özgür ortamlar gerekir.
Yerleşik
anlayışın; toplumsal ve ona ait kurumsal değer yargılarının değişimi, uzun bir
zaman dilimi içinde bir den fazla kuşağı kapsayacağı gerçeği ise ayrı bir kaçınılmazdır.
Uzun ve
farklı devirler boyunca toplumlara dayatılan, “içerilmiş sorunlu egemen yasaları”
ancak bunlara karşıt olan devrimci fikirler, görünür ve tartışılır hale getirip
değiştirebilir. Fakat çözüme götüren devrimci fikirler, ortaya çıktıkları her
zamanda mevcut statükoyla karşı karşıya kalır. Değişimin önündeki tutucu ve
sert direnişe karşı; bu yeni fikirlerin, “farklı kültürel coğrafyalara ve farklı etnik
ortamlara” taşınması, onların kılgılı hale gelmesinde büyük fırsat ve
imkânlar sağlar. Devrimci söylemlerin (zaman ve toplumsal) yer değiştirmesi; toplumbilimsel
bir yenilenmeye uygulanabilirliği ve dinamiklerinin dönüştürücü etkisi
açısından onları, daha güçlü ve daha verimli hale getirebilir…
Nitekim “Devrimci
İslam’ın” söylemleri için, bu zaman ve toplum değiştirme tecrübesini; başta
Habeşistan’a yapılan, sonra da Peygamberimiz ve beraberindeki bazı
Müslümanların Medine’ye hicretiyle süren ilk örneklerinde belirgin şekilde,
sonraki yüzyıllarda ise tanıştığı farklı kültürel coğrafyalardaki sonuçlarında da
görebiliriz…
Mekke’nin
statükocu “muhafazakâr din (şirk) savunmasıyla” saldırıya geçen muhalefeti
protesto eden peygamberin, toplumsal bir değişim/dönüşüm dinamiği için “Medine’ye
Hicreti” o gün için yeterli olmuştu. Fakat İslam’ın bütüncül olarak anlaşılması,
farklı etnik ortamlarda ve toplumsal alanların tümünde ortak bir paradigmaya
dönüşüp kurumsallaşması için; diğer (coğrafyalara) toplumlara ve çağlara (yüz
yıllara) yayılıp yaşanması sürecine ihtiyacı olacaktı.
Aksi
halde İslam, Hicaz çöllerinde ve Arap toplumunun kısır -dar ve mitolojik-
algısı içerisinde birkaç yüz yıl içerisinde eriyip tükenecekti…
Çünkü İslam’ın
insana ve topluma yönelik “evrensel; yakın ve uzak yönergelerinin”
yaşanması ve tamamının gün yüzüne çıkabilmesi için, o günkü Arap toplumu ve
altyapısı; Kur’an’ın sahip olduğu aşkın bilgi felsefesi için olgun bir zemin değildi.
İlk yıllarında, iman ve cesaret konusunda seçkin bir topluluğa sahip olması İslam’ın
en büyük şansıydı. Ancak dünyevi toplumsal sorunların hepsini kapsayan, adil çözümsel
içeriğin kanıtlamasına bu dar çerçeveli sosyal ve siyasal dönem yeterli değildi.
Bu yetersizliğin arkasında gerek çağın gerekse coğrafyanın, bilimsel birikiminin
ve büyük devlet geleneğinin olmayışından kaynaklanan; basit sosyoekonomik
ilişkilere ve ilkel siyasal yapısına bağlı hukukunun durgunluk ya da yokluk derecesindeki
zayıflığı vardı. Oysa daha vahiy yüzyılının çok öncesinde Arap olmayan siyasi
coğrafyalar, Arap şehir uygarlığından katbekat ileriydiler. Daha işin başında, sahip
olduğu zengin Arap dili ve güçlü anlatım retoriğiyle Kur’an rehberliğinin Arap
coğrafyasıyla sınırlı olmadığı açıkça belliydi…
Bu
sebeple Kur’an’ın; her çağa ve her topluma özgü bilimsel, kültürel ve dinsel birikim
algısıyla yüzleşeceği ve bu birikimlere karşı başat olması ise mutlak bir gereklilikti.
Aksi durumda, farklı toplumsal ihtiyaçları ve dönemsel gelişmeleri ıskalayıp,
anakronik duruma düşecekti. Kur’an’ın anlaşılması ve özgün medeniyetler inşa
etme özelliğinde bir kitap olduğu gerçeği; maalesef din alimlerinin mucizeci/mitolojik
ve dogmatik “dinsel düşünüş” algısı yüzünden bazı dönemin Müslüman
toplumlarınca hiç fark edilemedi...
Kur’an’ın
farklı çağlarda ve farklı etnik toplumlarca anlaşılması ve hayata
kılgılı/uygulanabilir olma özelliği, “evrensellik” olarak açıklanır
demiştik. Bu özelliğine bağlı olarak Kur’an ayetlerini; içerik ve dil-anlatım
yöntemindeki farklılıklar bakımından üç ana gruba ayrıldığını, yine Kur’an’ın
kendi kavramlarına bakarak şöyle sıralayabiliriz.
1- Toplumların
zaman, kültürel ve etnik algı farklılıklarına bağlı olmayan; insanın ve evrenin
var oluş ilkelerinin ve amaçlarının değişmezliği “muhkem” ayetlerin
konusudur. Bu ayetlerin tevili/yorumsanması; gerekmez ve mümkün değildir. Çünkü
tevhid, iman, ahiret, risalet ve ahlak olgusu değişmez evrensel gerçekler/doğrular
kabul edilir.
2- Dönemsel
(sosyal, siyasi ve ekonomik) yapıya ve bilgi felsefesine bağlı olarak, kültürel
birikim ve algı farklılıkları için; yasalar ve hukuk yargılarının (ahkâm) çıkarsama/tevillerin
kaynağı olan, “öncül genel hukuk ilkelerinin” aslına benzeşen
anlamından uzaklaşmadan, dönemsel anlayışlara uyarlanma esnekliğe sahip özellikteki
“müteşâbih”
ayetlerdir. Bunlar; alanlarında köklü bilgiye sahip (sağduyulu din alimi ve farklı
bilim dalından akademisyen) “Müslüman bilge” insanların; üzerinde
ortak çalışma yapıp ve söz söyleyebilecekleri ayetlerdir.
3- Epistemolojik
düşünsel algı farklılıkları için; yine dil ve kavrama esnekliği sağlayan/katmanlığa
sahip “iç içe teşbihler” içeren ayetler, “müteşâbihen
mesânî” olanlardır. Anlatımda her türlü edebi sanat kullanılarak,
tarihi olay ve öykülere derin felsefi içerikler yüklenmiştir. Dönemsel düşünüşe göre her seviyedeki insan,
bu iç içe teşbihli “misal ve kıssalardan”
kendisi ve toplum için her çeşit düşünce ve davranış alanına uyarlanabilecek
ahlaki dersler çıkaracaktır. Bu müteşâbihen mesânî (iç içe mecazlı) sıfatı;
sözcükleri anlamı dışında ve dönemsel düşünüş farkına göre, her bir konuya
uygun sembolü ve uygun mecazları kullanarak yapılan hitabet sanatının Kur’an’daki
adı olmalıdır…
Bilindiğinin
aksine, Kur’an’ın içerik açısından anlaşılması ve sorun çözücü toplumbilimsel ve
yönetsel yasalara (bireysel eğitim ve ahlak kuralları, hukuk kuralları,
kanunlar, aile düzeni, toplumsal örgütlenme vb) dönüşmesi, bir dönemde/aynı kuşakta
ve aynı coğrafyada olupbittiye getirilmesi mümkün değil ve kabul edilemezdi…
Her ne
kadar geçmişten/tarihten önümüze gelen “Asrı Saadet” dönemi gibi bir
modelleme olsa da bu, sonraki farklı Müslüman toplumları yanılsamaya götüren yalnızca
bir ütopyadır. Bu dönem, yapısal olarak daha üst düzeydeki toplumlara model
olacak; siyasi ve hukuki değişimlere model-altyapı olabilecek sosyoekonomik bir
duruma da sahip değildir. Peygamberimizin bu “örnek süreç/kesitin” içinde
olması o dönem toplumunu mütekâmil ve eleştirilmez yapmaz. (Bkz. Ahkâf Suresi-9)
Nitekim
peygamberimizin vefatıyla (hemen) sonraki yıllarda, Asrı Saadet (mensupları)
toplumu; içerilmiş dönemsel etnik, siyasi ve hukuki sorunlarını yine kendisi aşikâr
etmişti… (Bkz.
Müslüman halklar tarihi; Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Hz. Hüseyin’in şehadeti, diğer
hilafet mücadeleleri vb. siyasi olaylar).
Bu, toplumbilimsel
yasalardaki değişim dinamiklerinin içselleştirilemeyişinin bir sonucudur. Yüzyıllar
boyunca birikmiş “kolektif kültür/bilinç” 20 yıl gibi kısa bir sürede hemen terk
edilecek değildir. (Örneğin; kölelik,
cariyelik, çok eşlilik, yargısız infaz, baskıcı yasalar, yönetsel sorunlar, zekâta
(vergiye) isyan, iktidar savaşları, mezhepsel ayrılıklar vb. Kur’an’dan uzaklaşmaya
ya da ona uyumsuzluğa kanıtlardır. Bütün bu olumsuzluklar, maalesef söz konusu
dönemde doğan kuşaklara aittir.) Bu durumun sebebi, toplumsal örgütlenmeyle
(ümmet) gerçekleşen güçlü bir siyasal değişim ve genişleyen coğrafyanın
getirdiği “faydalara” karşı izlenen politikalarda, bilinçaltı bir Arap
kültürüne/asabiyetine gizli bağlılığın cezası olarak yorumlanabilir. Çünkü bu
toplum Kur’an’ı az bir boyuttan; kendi dar (dinsel algı, sosyo-ekonomik, hukuk
vs. ) çevrelerinin dönemsel bilgileri içinde anlayıp yaşamışlardı. Ancak İslam,
korunan Kur’an’la başka toplumlar coğrafyasına ve farklı kültürler algısına
taşınarak bu lokal sorunu yıllar içerisinde aşmayı başardı.
Fakat bu ilk
dönem Müslümanları; Allah’a imanda, Peygamber’e itaat ve şirke karşı mücadelede,
ahlak ve ibadette; vahyin toplumsal bilince yerleşip korunması ve diğer
coğrafyalara aktarma süreçleri açısından muazzam bir ayrıcalığa ve güzelliğe
sahipti.
Korunan Kur’an, kıyamete kadar uzanan evrensel
bir klavuzdur. Yalnızca VII. yüzyıl Araplarına vahyedilmiş bir kitap değildir. Çağlar
boyunca insani/toplumsal tüm değişkenleri biçimlendirecek öğreti ve özelliğe
sahiptir. Bu tanım ve özellik Kur’an’ın kendi ifadesiyle “muhkem ve
müteşâbih” özelliklerdeki ayetlerine dayandırılmaktadır..
Evrensel/cihanşümul
özellik; bütün insanlığa/tüm zaman ve coğrafyaları kapsayan hidayet rehberi demektir.
Bu sebeple Kur’an ayetlerinin bir kısmının müteşâbih olması zorunlu bir
ilkeselliktir. Aşağıda açıklamak ve ayrıntılandırmak üzere “müteşâbih ayetlerin” iki
kısımda olduğunu söyleyebiliriz. Bu olgu,
hem dilsel ve etnolojik hem de tarihsel ve siyasi coğrafyayla ilgili kültürel
bir algı farklılığı için gerekli bir postulattır. Böylece Kur’an, toplumsal
algı ve ihtiyaçlara göre çıkarsama (istihraç) yapılacak bir mükemmelliğe sahip
olmuştu...
Kültürel altyapıları
farklı toplumların, “VII. yüz yıl Araplarına” indirilmiş bu vahyin;
kavranıp uygulanması açısından zorunlu olan başka bir ön kabulü/postulatı daha
olmalıydı. Müteşâbihlikle beraber, kendisinin “mesânî” dediği; diğer
bir özelliği daha içermeliydi Kur’an. Bu (mesânî) özellik Kur’an’ı ikili, yani kutuplaşan,
karşıt yönlerden (farklı iki dönemden) anlaşılmasını veya anlaşılabileceğini, yani
her bir toplum; Kur’an’ı kendi çağına, kendi kültürel algısına ve içinde olduğu
sosyal yapısına göre anlamalı ve dillerine öylece çevrilmeliydi.
Bazı din
alimleri “mesânî” sözcüğünü
kendisinden önceki “müteşâbih” sözcüğünden ayırarak şu görüşü ileri sürerler;
Kur’an kendi kendisini açıklayan “ikişerli benzer” ayetler için bu
isim sıfatı vermiştir. Fakat bunu bütün ayetler için kanıtlamak pek de mümkün ve
makul değildir. Aynı konuda onlarca (iman, küfür, zekat, salat, savm vb) ayet
varken, birçok ayet ise müstesnadır. (Örneğin “hırsızın
elini kesin” dönemsel olan bu yargısal hüküm, yalnızca müteşabih olan bir ayette
geçmektedir./Maide Suresi-38).
Din
alimlerinin oluşturduğu “anlama engelinde” bir diğer sorun da, Kur’an’ın
“nüzul sırası ve nüzul sebebi” konusu olmuştur. Başından beri parça
parça inzal edilen Kur’an önce Peygamberimiz tarafından okunur. “Vahyedildiği
şekliyle; ayet, necm, grup veya bölümler halinde” ayrı ayrı sahifeler
üzerine yazılır, ayrıca da ezberlenirdi. Sonraları Halife Osman zamanında bir
araya getirilen ve sahabenin görüşleriyle oluşturulan bugünkü tertip/sıralama; Allah
tarafından parça parça bildirilen vahyin kronolojisine uymamaktadır. “Mushafın
tertibi” Müslüman din bilginleri arasında her zaman ayrılık konusu olmuştur.
Fakat bu ayrılıklar ve mevcut sıralamadaki Kur’an’ın asla sorunlu olduğu
anlamına gelmez. Yalnızca araştırma ve akademik çalışmada nüzul sebebi ve sırası
önem arz etmektedir…
Nüzul
sebebi, yeri ve sırası; vahy döneminde,
ayetleri oluşturan sözcüklere tam bir bağlam/kontekst değeri kazandırıp
anlaşılmasında hiçbir pürüz bırakmıyordu. Oysa bugün bu asal zeminden kopuk bir
algı, ayetleri muhkem’den müteşâbih’e taşıma yanılgısı için başlıca sebep
olmaktadır.
Kavram-bağlam
ilişkisinin kopmasından meydana gelen ve anlama yanılgısına yol açma konusuna, “Kevser suresinin; bugünkü tertipteki yeri,
çevirisi ve tefsirleri” çok iyi bir örnektir. Bu sure, nüzul kronolojisinde;
Mekkî ve 15. sıradadır. Günümüz mushafında ise 108. sırada yer alır. Nüzulde kendisinden
birkaç sure önceki sıralarda olan Duha ve İnşirah sureleriyle bir anlam
bütünlüğü içindedir. Risalet için verilen lütuflara bağlı olarak İlahi desteğin,
Hz. Peygamber’in yanında olduğu hatırlatması yapılmaktadır. İçerik açısından bu
surelerin devamı niteliğindedir. Nüzul sebebi ise Peygamberimizin
davetini/tebliğini engelleyen müşriklerin sataşmalarına karşılık; “kevser”
nimeti (ümmet) ile moral verilirken, “gırtlaklarcasına ve göğüs göğüse
diren” anlamındaki “venhar”
emir kipi çekimli fiiliyle de Mekke’de “direnmeyi”
talimatlandırır. Oysa din alimlerinin bu olgulardan uzak algısıyla sureden; “kurban
kes” emri gibi yanlış bir tevil/çıkarsama yapılarak, sure muhkemden müteşabih
konuma taşımakla kalmaz, ayetin anlamı ve devrimci bağlamı da çökertilir…
Dönemin
din alimleri, nüzul sıra ve sebebi üzerinde sistematik ve ciddi bir çalışma
yapmamışlardır. Şu anda bilinen nüzul sırası bile birçok noktalarda
tartışmalıdır. Bazı ayet gruplarının arasına, bağlamı/konusu farklı ayetler
yerleştirilmiştir. Bazı ayetler ise kendi nüzul grubundan ayrı surelere
taşınmıştır. Şayet “uydurma hadis külliyatı” yerine bu konu
üzerine yoğunlaşılsaydı; şimdi önümüzde daha işlevsel bir “siyer” ve mükemmel nüzul
sıralı bir “Kur’an” olmuş olacaktı…
Yukarıda
değindiğimiz zorunlu postulatların ilki; nüzul sırasına göre önce Zümer Suresi
23. ayetteki “müteşâbihen mesânî” Kur’an’ın kendi tanımlamasıyla
ortaya çıkar. İkicisi ise Âl-i İmran Suresi 7. ayetinde geçen yalnızca “müteşâbih”
sıfatıyla bu kavramsal özellikler bildirilmiş olur…
Din
alimlerinin yüz yıllar boyunca oluşturduğu, yüce kitabımız Kur’an Kerim’in hakkıyla
ve herkesçe anlaşılması engeli, ancak şu üç içerik/konuları kapsayan kavramlar
altında incelenip irdelenirse belki o zaman tamamen ortadan kaldırılabilir…
A- Muhkem, B-
Müteşabih, C- Müteşâbihen mesânî, şeklinde
gruplara ayrılan ayetlerdir. Şimdi bu ayet ayrımlarını sırasıyla incelemeye
geçebiliriz.
( Bu başlıkların incelenmesine yazının ikinci bölümünde devam edilecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder