HAC ve KURBAN
SİYASİ ve SOSYO-EKONOMİK BİR İBADETTİR
İnsan Hak ve Hürriyetleri İçin Bir
Sığınma Evi Olan Kâbe’yi, Ağlama Duvarı ve Mezbahaya Çeviren Din Aliminin
Gölgesinde; Hac ve Kurban…
Kâbe’ye sunulmuş kurbanları
da (hedy) kapsayan “hac” ibadeti; aslında seçilmiş “siyasal
çevrenin/yönetici toplumun” önemli ve her yıl yaptığı bir kongredir. Bu toplantıda Yüce Allah, dünyanın dört bir
yanından gelen Müslüman halklar ve yöneticilerinden; haccın vazgeçilmez
sembollerinin (şiarların) korunmasını ve onlara bağlı menâsıklerin/ibadet usullerinin
gerçekleştirilmesini ister. Burada kazanılan bilgi ve şuurlar dünyanın her bir yönüne
taşınır. (Bakara suresi-198-200,
Hac suresi-32).
Bu yolla hac; İslam’ın
siyaset felsefesi ve iktisat politikasını, yerel ve küresel ölçekte dünya Müslüman
toplumunun güncel algısına yerleşmesini sağlayan bir eyleme ve ibadete dönüşür.
Evet, bu toplantı benzetmede yakışık almasa da bir BM toplantısı veya onu aşan
bir organizasyon olmalıdır. (BM,
küresel güçlerin çıkarları için örgütlenmiş uluslar arası ve şeytani politik
bir kurumdur.)
Oysa İslam; mülkiyetin
halka ait olması, yoksulluğun giderilmesi, barışın sağlanması ve adaletin/insan
hak ve hürriyetlerinin yeryüzüne yerleşmesini amaçlamıştır. Haccın şiarları incelendiğinde
bütün bu hedefler için konulduğu ve kapsamının bunlardan ibaret olduğu açıkça görülecektir…
Öyleyse “hac”
her yıl; bütün Müslüman toplumları ayrı ayrı temsil eden siyasal çevrenin
(yöneticilerin), akademik düzeyde yaptıkları çeşitli oturumların siyasi ve
ekonomik değerlendirme sonuçlarını, politik işbirliği kurumsal kararlarına bağlayan
uluslararası bir toplantıya dönüşmelidir.
Gerçek böyleyken ne
yazık ki din alimleri, haccın bu önem ve amacını kavrayamadığı; diğer
ibadetleri yozlaştırdığı gibi, bu uluslararası ortak ibadeti de “dinsel
düşünüş” algısı ve uydurma rivayetler (hayvan kesme ve zemzem içme) argümanıyla
gerçek amacından koparmıştır. Din adamlarının bütün çabalarına rağmen, dindarın
zihninde; hac öncesinde var olan mülkiyet (iktidar ve iktisat felsefesi)
bilinciyle sonrası arasında ilerleme adına bir fayda oluşturulamaz.[i]
Bu siyasi ve ekonomik
kongre günleri Kur’an’da, Arapların örfi olarak kullanıp bildiği Hicrî takvime
göre Şevval, Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Kâbe’ye hac
için gelen Müslümanların, bu zaman diliminde “ihrama girmekle” birlikte; bilmeleri
ve ortak uymaları gereken temel kurallar Bakara suresi 197. Ayette şöyle
bildirilir:
“Hac, malûm aylarda olur. Kim o aylarda hacca niyet ederse bilsin ki
hacda ne kadınla buluşma vardır, ne kötülükte bulunma, ne de kavga ve dövüş.
Hayra dair ne işlerseniz Allah bilir. Yol azığı hazırlayın. Şüphe yok ki
azıkların hayırlısı da sakınıp çekinmedir. Ey aklı eren temiz kişiler, sakının
benden.”
Çoğu, dönemsel Arap
cahiliyesi güncel tutumlarını, ticari ve sosyo-politiğini düzenleyen hac
ayetleri; üzerinde çalışma yapılmadan modern dönemlere birebir aktarılmak
istenmektedir. Din alimlerinin bu şabloncu ve dogmatik geleneği, hac ibadetinin
ve Kur’an’ın anlaşılmasında yine en büyük engeldir…
Haccı yalnızca bir ahiret/mahşer
provası ve bir tapınma/uyuşma (afyon alma) eylemine dönüştüren din alimleridir.
Evet, başta siyasal ve birçok alanın bilgisinden yoksun olan çoğu yaşlı
nüfustaki Müslüman halkın, bu uluslararası siyasi toplantıya (Zilhicce ayı 10-13. günlerinde ısrarla) gitmekteki canhıraş
girişimi de aynı din aliminin oluşturduğu örneği bulunamaz bir ironidir. Halbuki
iki ayı aşıp geniş bir zamana yayılmış olan “ihrama girme” günlerini,
saplantılı din aliminin reddiyesiyle “seçilmiş yöneticilerin toplantı günlerine”
sıkıştırarak dindarı zora sokması ise ayrı bir zihin travması sayılmalıdır.
Diğer taraftan hacca
giden bu dindarların önceden, “nesnel bir Tanrı, canlı bir Peygamber”
imgesi arayışına ve bunlara kavuşma psikolojisine sokulması da işin cabasıdır.
Bu yüzden Beyt-i Haram’ı gören her dindar; olağanüstü coşku patlaması yaşayıp, gözü
yaşlı duygusal bir seremoniye kapılarak siyasal ve sosyal olgular dünyasından
tamamen kopar. Ülkelerine döndüklerinde, dünyevi/yersel olaylara karşı
çaresizleşmiş bu hacıların tutumları ise; siyasi ve iktisadi alandan ciddi bir uzaklaşmaya
girmiş olmalarıdır. Oysa hac ibadeti bunun tam karşıtı durum için vardır.
Müslüman toplumların bölgesel-küresel, siyasi ve ekonomik sorunlarının
belirlenip konuşulması; eldesinin küresel işbirliği ve kurumsallığa
dönüştürülmesi çabasıdır…
Din alimi, haccın
İslam’da oluşturduğu siyasal ve ekonomik bir “Küresel Müslüman Birliği”
eylemi amacı konusunda; “mucizeci/majik zihniyeti” yüzünden algı ve
yorum eksikliğine düşer. Bu eksikliğiyle ürettiği Kur’an dışı retorik ve algıyı
Müslüman halka da dayatır. Böylece, Kâbe’yi sadece bir ağlama duvarına
çevirir. Müslüman hacıların bu toplantıdan dönüşte yurtlarına getirdikleri;
siyasal ve sosyo-ekonomik işbirliği kararları yerine, zemzem bidonları ve hurma
paketleri olur. Yine bu hacıların en büyük karı, hüzünle dökecekleri gözyaşı ve
özlem dolu bir hac tekrarı vardır. Sonuçta İslam alemine hacdan kalan; Allah ve
Resul’ünden “ayrılmış” gurbet kuşları ve dinsel arabesk düşkünleridir…
"Kurban"
gerçek anlamına taşındığında, önümüze infaklarla oluşturulmuş yüzlerce milyarı
aşan miktarda nakdi birikime sahip “küresel bir yardım kurumu kasasının”
çıktığı görülecektir. Hanif olan müminlerin evrensel bir iyiliğe; gönüllü ve
zorunlu(vicdani) bir katılımıdır bu. Evet, kurban müminler için vazgeçilmez bir
ibadettir. Dünya ve ahiret hayatı için bir ahlak/erdem; takva ölçüsüdür. Bölgesel
ve küresel sosyo-ekonomik paylaşım ve dayanışma organizasyonuna yürekten bir
katılımdır. (Hac Suresi-35)
Kurban, bireyin yasal/meşru
yollarla kazandığını veya helal şartlar içinde gösterdiği ekonomik
faaliyetinden elde ettiği “ihtiyaç fazlasını” (artı ürününü)
toplumdaki (önce yakın, sonra uzak çevresinde) ihtiyaç duyanlara cömertçe
devretmesidir. Bu ibadet, bireyin toplumuyla bütünleşme (sosyalleşme)
girişimidir. Böylece birey, toplumun (Allah’ın rahmet ve rızasına) sevgi ve
koruyucu gücüne kavuşmuş olacaktır. Öte yandan artı kazancın ihtiyaç
sahipleriyle paylaşılması (kurban), bireysel tüketim ya da bencillik dediğimiz
bir çeşit psikolojik bozukluğu da ortadan kaldıracaktır. Yine Kur’an’daki
kurban; stok ya da kenz denilen ekonomik/mal ve finans dolaşımına engel olan psikolojik
duvarları da yıkma eylemidir...
Kurban ve hac olgusunun anlaşılmasının birinci yolu, Hz. Adem’in iki
oğlundan; ikinci yolu ise tarihte devrimci bir karakteri temsil eden Hz.
İbrahim’den geçer.
Yüce Allah, Kur'an'da Hz. Adem'in yeryüzündeki beşeri tarihinin
uygarlığa geçtiği ilk dönemlerindeki (iki) oğullarından birer
"kurban" istendiğini bildirir. Onlar da Allah’a (kendi
topluluklarına) yaklaşmanın/bütünleşme ve dayanışmanın bir gereği olarak bu
ekonomik katılıma zorunlu şekilde dahil olurlar. Muharref Tevrat’ta yazılanın aksine,
Kur’an’da bu kurbanların (kazanç bağışının) içeriği/nevi belirsizdir. Bu
durumda akla gelen, fazlasını toplumla paylaşılacak kazancın; “bireyin öz emeğiyle dönemin ekonomik faaliyetlerinden elde ettiği
her çeşit ihtiyaç ürünleri” kastedilmiştir. Böylece Ademoğullarından
biri, Allah’a yaklaşma (kurbanen); merhametli, erdemli ve adil olma/takva yoluna
girmiş olmalıdır…
Maide Suresi-27:
"Oku onlara
Âdem'in iki oğluna ait gerçek haberi. Hani onlar, Tanrıya yaklaşmak için (elde
ettikleri kazançlarından) sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki reddedilmişti.
Kurbanı kabul edilmeyen diğerine; ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ O da; ‘Allah
ancak, kendisinden çekinenlerin kurbanını kabul eder.’ demişti."
Beşeri köklerimizdeki kurbanla ilgili bu ve devamındaki ayetlerin
konusu, Ademoğullarının tarihsel ekonomik tutumlarını ve karşılıklı siyasal
mücadelelerini içerir.[ii]
Güçlü bir varsayım/tez olarak; yalnızca avcı-göçebe topluluk (Tek ümmet;
Yunus suresi-19) halindeki Ademoğullarından biri(kısmı)nin diğer(ler)inden tarımsal
üretime ve şehir kurmaya geçerek ayrışması, Kur’an’daki bu “kurban
teklifi” alegorisiyle açıklanabilir.
(Maide suresi; 27-31)
Ademoğullarının kurbanla imtihanı; beşer tarihinin derinliklerinde, uygarlığın
başlarında gerçekleşen sosyo-ekonomik/neolotik devrimle yaşanan fiziki ayrışmayla
başlayan, yağmacı ve ölümcül saldırıların din dilindeki öyküsüdür.
Kendilerinden “istenen birer kurban” muhtemelen, yeryüzündeki iktisadi faaliyet
tercihlerinin; “doğayı tahrip ve hazırı tüketme” yerine
“doğayı koruma ve tarımsal üretime/berekete” dayalı bir yaşam tarzına geçilmesinin
istenmiş olmasıdır.
Bu kurban isteği olayında, “yerleşik hayata ve tarımsal üretime” geçen
Ademoğlu(ları)nın kurbanı “kabul edilmiş”
sayılmalıdır. Çünkü tarımsal üretim, doğadaki canlılık (hayvan-bitki) düzeni ve
döngüsüne katkıda bulunan bir iktisadi faaliyet tarzıdır. Kurbanı “kabul edilmeyen” Ademoğlu(ları) ise; avcı-göçebe
yaşam tarzına devam eden(ler) olmalıdır. Çünkü “avcılık ve toplayıcılık” doğal yaşam/ekosisteme
(hayvan-bitki çoğalma döngüsüne) zarar veren; üretip paylaşacak artı üretim
tarzının aksine bir tutumdur...
Bu öykülemenin ışığında verili tarih penceresinden görünen; avcı
toplumların, yerleşik (tarım) toplumlarının hazır ürünlerini yağmalamak için
onları öldürmeye kadar varan saldırılarına tanık oluruz…
Ademoğullarının durumu böyleyken; bir hayvanı, Allah’ı razı etmek için
kanını ve etini ona sunmak kurban değildir. Kurban, ihtiyaç fazlası helal kazancın
(ayni veya nakdi) her çeşidinin ciddi ölçüde gönülden bir cömertlikle halka (Allah’a)
devredilmesidir. (Hac
Suresi-37)
Hz. İbrahim
ve Kurban;
Yüce Allah, Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail’i gelecek çağlara ibret ve yasa olacak bir sembol (şiar) yapmıştır.
Kur’an’da Hz. İsmail’in; babası tarafından kurban seçilmesi (ZEBİH) olayı her
çağa hitap edecek bir metaforla/teşbihle anlatılır… (Saffat Suresi; 100-108)
Hz. İbrahim, kavmiyle giriştiği
siyasal tevhid (haniflik) mücadelesinde onların dinleri (iktidar ve inançları) hakkında
çok büyük “zihinsel çatışkı” (paradoks) oluşturacak tartışmalar
üretmektedir. Bunlardan sadece bir tanesi; hemen hemen her Müslüman’ın Kur’an’dan
bildiği “put kırma” olaydır. Kavmi puthaneyi terk ettiğinde yaptığı
bu eylemin ardından, yaşadığı sorgulanma sırasındaki tartışmada kullandığı
tasvirler ve yöntemin; “kurban kesme” olayında da aranması gerekir. Hz
İbrahim’in bu yöntemi, dönemin iktidarlarına karşı gösterdiği devrimciliğinin
büyük yürekliliği ve zekice planlarını içerir. (Bkz. Enbiya Suresi; 57-63)
Din
aliminin alegori yanılgısı;
Din alimlerinin çoğu, Kur’an’daki
müteşâbih ayetlerin tevilini; sofistike ve dogmatik olarak sürdürdükleri için, Hz.
İbrahim’e iftira sayılabilecek birçok iddiayı da yüzyıllardır yazılı ve sözlü
olarak devam ettirirler…
Bu yazıda değineceğimiz, İsmail/kurban
olayının dışında kalan ve “Hz. İbrahim’in; yıldızlara bakarak Allah’ı
bulma, atıldığı ateşin göle ve gül bahçesine dönüşmesi, kafasını koparttığı kuşları
diriltmesi” gibi mucize denilen gerçekdışı tevillere yorumlanan müteşâbih-mesâni
kıssalar başka bir makalede incelenecektir.
Eski Samiler ve Babil inanışlarında,
çeşitli tanrılara (krallarına) şükretmek, onları memnun veya teskin etmek için
“ilk doğan erkek çocuklar, ergenliğe yeni girdiklerinde” bu batıl tanrılar için
düşüncesizce kurban/katledilmekteydi…
Eski Mezopotamya’nın ve Antik
Samilerin “tanrılara insan kurbanı” geleneğini yıkan ve caniliğe son veren Kur’an’daki
bu kıssa, alegorik anlatım sanatına başvurulmuş öykülemeden sadece biridir. Evet,
birçok müfessir ve din alimi; Kur’an’ın sıkça başvurduğu, “müteşâbihen-mesâni”
özelliğinden olan bir anlatım tarzının kullanıldığı bu kurban devrimi “alegorisini”
ne yazık ki kavrayamamıştır.
Alegori, sözlükte; bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi
kavranmasını sağlamak için bunları göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır.
Ya da bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir
şeyleri temsil etmesi durumudur.
Bu tanıma göre “Hz. İsmail’in kurban
edilme olayının” iç yüzü şöyle anlaşılmalıdır:
Yüz yıllardır (ilkel) inançları
için, birçok baba birçok evladı yürekleri sızlatan bir yöntemle katletmiştir.
Hem de yıllarca özlemle bekledikleri ilk doğan oğullarını; küçücük bir bebekken
kucaklayıp kokladıkları, öpüp okşadıkları minik yavrularını. Ne zaman ki bu biricik
oğulları; güçlü ve kopmaz bir sevgiyle babalarının arkasından koşarken, tam da
işlerine destek çıkacakları “gencecik çağlarına” ulaşmışken hemen
boğazlayıverirler… İşte o zaman “şeytani ve acımasız” tanrıların kadim dini,
bu “biricik” sadakat dolu evlatları hunharca alıp götürürdü şu aşağılık dünyadan…
Eski Samiler ve Babillilerin
sıklıkla yaşadıkları bu kurban sunma olayındaki kişiler ve izlenen aşamalarındaki
alegori kahramanları; birbirlerine içtenlikle bağlı bir “baba-oğul olan
İbrahim ve İsmail” yapılmıştır. Burada metafor şudur; “Hz. İbrahim,
herhangi bir Babilli, oğlu İsmail ise kadim kurban (zebih) herhangi Babilli bir
gençtir.” Bu peygamber ve oğlu, “tarihteki bütün yürek parçalayıcı ikiliyi”
katil-maktul olan baba-oğulları temsil eder. Gerçekte ne İbrahim rüya görmüştür
ne de İsmail yüzükoyun yere kapanmıştır! Zaten bu büyük bir imtihandır ve asla
bir peygambere yakışmayan bir inanıştır. Olayda Hz. İbrahim, tıpkı Babilli bir babanın
yaptığı gibi “rüya ve batıl kurban ritüelinin” aynı/tıpkı aşamalarını
uygulamış ve İsmail’le birlikte bu alegorinin kahramanı olmuştur.
İşte belki de binlerce yılda
binlerce kez yaşanan bu ızdıraplı ve acımasız katliam; büyük devrimci “Hanif
İbrahim” ve ilk oğlu İsmail’in kurban olayı anlatımıyla cahiliye
geleneğindeki Araplar ve takipçileri arasında artık son bulacaktı. Antik çağdan
devreden bu ilkel mirasın kalıntıları; Mekke’de yeniden doğan İslam’ın
Peygamberiyle böylece yeniçağlara bir “kurban devrimi sembolü” olarak
bildirildi.
Yüce kitabımız Kur’an,
Müslüman/hanif bir toplum oluşturma modelini; antik çağda Hz. İbrahim üzerinden
biçimleyip sonraki çağlara aktarmıştır. Yani Hz. İbrahim bir “haniflik”
sembolüdür. Kavram olarak dinde, Hakka ve doğruya yönelme durumudur. Haniflik “tek
olan Allah dışında başka tanrılar kabul etmeyen” anlamında olup, Hz. İbrahim
(as) kıyamete kadar tek tanrılı dinin köklü temsilcisidir. (Âl-i İmran Suresi-95, Enam Suresi-161)
İnsanlığın uygarlık
öncesindeki (ilkel dönem) birikimi olan; inanış, tapınma ve yaşayış biçimleri
(kısaca din) Antik çağa aktarılmıştır. Modern ve bilim çağının devraldığı
dinsel birikim ise bir “Antik çağ” tecrübesidir. Hz. İbrahim bu din
tecrübesini, İlahi rehberliğin eşliğinde ana çizgileriyle yenileyip belirleyen
bir peygamberdir. Haniflik, insanlığın binlerce yılda ürettiği uygarlığı,
dinsel açıdan olumluya çeviren ve vasat olan tek yoldur.
Antik çağda,
Babil’de yersel tanrılara/krallara ait put ve inanış geleneğini yıkmayla
başlayan Hz. İbrahim’in tarihsel siyasi çıkışı, Mekke’de “siyasi bir toplantı evi” inşasıyla devam eder. Yine Mekke’de
sürdürdüğü bu haniflik/yenilenme hareketiyle Ademoğullarından gelen kadim
“kurban” olgusunu da biçimlendirir. Hz. İbrahim’in Kâbe’de biçimleyip
yenilediği kurban eylemi, Kur’an’da “hedy” kavramıyla özetlenir. Hedy bir
semboldür. (Seçilmiş kurban) Zebih olan İsmail'in yerine konan ve yersel
tanrılara adanmış "insanı
kesmeyi" ortadan kaldıran bir sembol. Antik çağda yersel tanrılar
için, kıymete değer bir canlının (genelde genç bir insanın) kesilmesine dönüşen
ritüel/törensel kurban eylemi; Eski dünyanın ve Mezopotamya’nın bu acımasız
geleneği, Hz. İbrahim’in gerçekleştirdiği bu devrimle son bulmuştur…
Kur’an’da kurban olarak
bir hayvanın kesilmesi talimatı bulunmaz. Yani “kurban kesin”
şeklinde İslami literatüre/ıstılaha, Kur’an’dan gelen hiçbir kavram yoktur. Varsa
bu, din alimlerinin zorlayıcı bir çıkarsaması ve uydurmasıdır.[iii]
Hac suresi 34. ayette Hz.
İbrahim sembolünden; hedy (kurbanın)dan söz edilir, ancak bunlar için dahi
ayette “kesin” emri yer almaz. Hacdaki bu kurban olgusu, İbrahimî
devrimin/geleneğin bir şiarı olarak; asla ve kati surette “insan kesimi”
eylemine geri dönülemez şiarının korunması içindir. Hacca gitmeyenler, bu
sembolün (hedy) yerine geçecek “helal kazançlarından oluşan cömert infaklarını”
Kâbe’ye göndeririler. Eğer Kâbe’de bir kesim yapılacaksa da bu, zaten günlük
veya rutin et ihtiyacı için, rızık olarak var olan evcil besi hayvanları
olmalıdır. Kur’an, dönemsel olan bu toplu hayvan kesimine ve bu sırada eksik bırakılan
duruma müdahale eder. Zaten Arap örfünde Kâbe’ye adanan, boyunlarına kurbanlık
işareti bağları asılmış ve sıra sıra dizilmiş hayvanlar topluca kesilmektedir.
İşte bu adet üzere kesilen hayvan (hedy)ların üzerine “Allah'ın adının anılması, etinin yenilmesi ve yoksula yedirilmesi”
kuralı istenir. (Hac suresi-28).
Günümüzde hala, bu cahiliye
dönemi Arap ve Yahudi geleneğinin/toplu kurban kesiminin sürdürülmesi; yine din
aliminin uydurma rivayetlere dayanan vehimleri yüzündendir. Kurbanla ilgili
ayetlerin çağımız algısı, “kurban kesimin sadece Kâbe’de ve her ulus için
birer veya tüm ümmet için bir adet evcil-semiz hayvanla sınırlanıp” Hz.
İbrahim’in “Zebih İsmail” sembolünü korumak amacıyla olmalıdır. Kâbe
dışında, “kurban” amaçlı hiç bir
kesim Kur’an’da yer almamaktadır. (Ayrıca Kur’an, hacla ilgili ayetlerde ‘av
hayvanları’ kavramını da tartışmaya açmıştır. Yani doğal yaşamdaki kara canlıları,
artık rızık/besin kaynağı olmamalıdır. Evcil hayvanların çoğaltımı ve ıslahı
yolunu öğrenen insanın bu doğa kıyımından acilen uzaklaşması gerekir.)
Hac suresi 34 ve 35.
ayetler durumu netleştirmektedir. Kur’an dikkatli okunduğunda; günümüzdeki her
toplumu/ülkeyi temsilen bir nusuk/ibadet; hedy adama yeri belirlenmesi
istenir. Bu mensek/ibadet yeri; insanlar tarafından yapılan (ayni veya nakdi) infak/hedy
hesaplarının herkese açık, bilinir ve görünür olması demektir. Yani Beyt’in
kasasına giren paraların hangi ülke veya şahıstan ve hangi miktarda olduğunun
bilinmesi; harcamaların da şeffaf bir şekilde yapılması önemlidir.
Toplumların/halkların
bağışlarıyla Beyt-i Atik kasasında birikip KÜRESEL MÜSLÜMAN BİRLİĞİ
yardım bütçesi her yıl yeniden oluşturulur ve tamamı harcanır. İnsanlık,
infaklarını ve kurban/artı ürünlerini Kâbe’ye gönderirler. Ve Beyti Atik,
insanlık için maddi manevi bir sığınma evi olmalıdır. İnsanlığın her türlü
sıkıntı ve ihtiyaçlarına (ekonomik-politik-askeri ve siyasal destekle) buradan
cevap verilmelidir…
Haccın ve kurbanın
kabulü, Müslüman toplumların Beyt-i Atik merkezli; siyasi ve
ekonomik örgütlenme gücüyle oluşan barışçıl çabaları ve yeryüzündeki fesadı
bitirmeleriyle ancak gerçekleşecektir...
[i]
Mülkiyet konusu için bkz/Mülk Hacı Emmi’nin
mi, Allah’ın mı? http://kazimbayar.blogspot.com/2012/06/mulk-kimin-emminin-mi-g-20-cetesinin-mi.html
[ii] Bu konuya iktisat tarihi ve siyasal bilimler yönünden yorum
getiren makale için bkz. TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-2- http://kazimbayar.blogspot.com/2012/08/tarihte-mulkiyet-kavgasi-2-otziyi-habil.html
ALLAH Razı olsun kazım kardeşim.
YanıtlaSil