TÜRKİYELİ
ERMENİLER, BAYRAĞIMIZ ve İSTİKLAL MARŞI
Geçtiğimiz günlerde TRT Haber Televizyonunda
izlediğim bir program beni çocukluğuma götürdü. Uzun zamandan beri
bu kadar duygulanmamıştım. Buradan program
yapımcısına ve emeği geçenlere teşekkür ederim. Bir sanatçının başarı öyküsüydü.
İstanbul doğumlu Ermeni bir genç adamın, çocukluğunda başlayan müzik sevdasını
konu etmişti TRT; “Güzel Ülke” adlı programıyla…
Aşağıda bunun detaylarını yazmak üzere şimdi benim
çocukluğuma gidelim. Hemen hemen birçoğumuzun hiç unutamadığı ilkokul
yıllarının başladığı ilk günlere…
Eylül 1971 olması gerekiyor, doğum yılıma
bakılırsa. Ceviz ve kavak ağaçlarının hüzünle dökülen yaprakları sonbahara
yenik düşerken, ben de yıllarca sürecek olan okul hayatımın ilkbaharına
başlıyordum. Malum, siyah renkli okul önlüğünü; mahkûm gömleği gibi kollarımıza
önden giyer, düğmeleri zor da olsa arkadan iliklerdik. Ve beyaz yakayı da
boynumuza bağlayınca haydi hazırsın, tabi bir de sırtında kitap-kırtasiye dolu
ağır çantayla… Bahçelerin taş duvarları
arasından inişli çıkışlı uzayıp giden sokakları, çocukluğun hafifliğiyle hızla
geçer; epeyce uzak, diğer mahalledeki Cumhuriyet İlk Okuluna 20 dakika kadar
bir sürede varırdık. 1. Sınıfa başladığımda bana rehberlik yapacak olan
ağabeyim de 4. Sınıfa geçmişti. Gâh korku gâh sevinç duygularıyla okul
yollarına dökülmüştük bir güz gününde. Küçük bir tepe üstünde genişçe bir
alandaydı okulumuz. Çevresinde eski yapı duvarlarının kalıntıları duruyordu.
Yıllar önce büyük bir kilise varmış burada. Heyhat, o zaman yıkılmış bir kilise
bahçesine yapılan okulumuzun akıbeti de şimdilerde aynı olmuş…
Okul bahçesi bana mahşer alanı gibi gelmişti,
mahalledeki üç beş çocuğa bakarak. Sert mizaçlı, eli sopalı Ekrem Hoca’nın avaz
avaz, tehditkâr bağırmalarıyla ilk günden tanışıp hemencecik susmayı ve asker
gibi sıraya girmeyi öğrenmiştik sabah içtimasında. “Türk’üm! Doğruyum!
Çalışkanım! Yaaasam; küçüklerimi korumak!” Diye, bağıra bağıra okunan
“andımızı” ağzımı aç kapa yaparak kalabalığa uyup bir haftada ezberledim. Fakat
bugün anlamsız da gelse o zamanlar içimden hep, “Bu öğretmenler babamın Kürt
olduğunu bilmiyorlar mı? Neden yalnızca Türküm diye okuyoruz andımızı?” derdim.
Gerçi annem Türk olduğu için de fazla ciddiye almadım kendimi. Çünkü ikisini de
çok seviyordum…
İlk günün heyecanı ve tedirginliği olacak, arkalara
bir yere oturmuşum. Sınıfta bir uğultu,
sanki arı kovanı dağılmış; öğretmenimizi bekliyoruz heyecanla. Ben, bahçede
bizi sıraya koyan o sinirli adamın gelmesinden korkarak, olmaması için dua ediyordum.
Ders zili çaldı. Kapı açıldı ve öğretmenimiz sınıfa girmişti; uzunca boylu, karakaşlı,
düz siyah saçları ve beyaz teniyle uyumlu al yanaklarıyla gülümseyen genç bir
bayan. Benim gibi sınıftaki birçoğunun, derin bir “ooh” mutluluğu ile kasları
gevşedi. Günaydınla başlayan öğretmenimiz, tanışmak için adını söylediğinde çok
şaşırmıştım! “Jinever” dedi ismim… Ne demekti Jinever? Onun ismi buydu, ama ben
hiç duymamıştım şimdiye kadar. Annem anlatırdı; ben doğmadan önce, yakın
komşulardan bana farklı gelen isim Anşalos diye Ermeni bir kadın varmış; annem
bu kadından epeyce yemek tarifi öğrenmişti. Ayrıca o yıllarda komşumuz Molla
Dayı’nın eşi Zühre Yenge vardı; bir Ermeni kızıymış. Tehcirde yetim bulup
büyütmüşler, sonrada bu adamla evlendirmişler. Yine mahallemizde birden çok Ermeni
kızının küçükten Müslüman yetiştirilip Türklerle evlilikler yaptığını bilirim.
Ama Jinever’i hiç duymamıştım. Evet, Jinever! Öğretmenimiz bir Ermeni kızıymış.
Bizim ilçede yani Arapkir’de doğup büyümüş ve okuyup öğretmen olmuş. Benim için
memnuniyet vericiydi. Ablam kadar sempatik, annem kadar sıcaktı sesi... Hiçbir
Türk’ten farkı yoktu Jinever Öğretmen’in. Giyimi, konuşması, şefkati, her şeyi
Türk’tü. Ve bize 29 harfi öğretti; toplama, çıkarma, bölme yapmayı, dürüst
insan olmayı, ayrımcılık yapmamayı ve herkese saygılı olmayı. Birçok defa, her
pazartesi ve cumaları Türk bayrağımızı göndere çekerken bizimle birlikte
okuduğu “İstiklal Marşımızı” da o öğretmişti bize… Yaşıyorsa kucak dolusu
sevgiler gönderiyorum buradan ona, vefat ettiyse Yüce Allah’tan rahmet diliyorum
Jinever Hanım’a.
Günler ilerlemiş, sınıfça birbirimize alışıp
arkadaşlıklar kurmuştuk diğer çocuklarla. Birbirimizi iyice tanımaya başladık
aylar içerisinde. Yakın, uzak mahalle grupları oluşturup futbol maçları ve
küçük kavgalar bile yapıyorduk, çocukluk hali bilirsiniz… Okulda Ermeni olarak
Jinever Öğretmen yalnız değildi. Benim sınıfımda Mikail adında, ağabeyimin
sınıfında ise Mikail’in kardeşi olan Serkis adında iki öğrenci arkadaşımız daha
vardı. Babaları ara işlerde çalışır, zor geçinirlerdi; sonradan Karayollarında
çalıştığını öğrendim. Mikail’in anne ve babaannelerini görürdüm bazen okul
yolunda. Müslüman kadınlara benzerler, annem gibi giyer, sıkı sıkıya
örtünürlerdi; yolda bir erkekle karşılaşınca kenara çekilip, örtüleriyle
ağızlarını kapatıp o erkek geçene kadar beklerlerdi. Bu ailenin haline, o
yaştan kalmış olacak ki halen üzülüp durmaktayım… Çok talihsiz zamanlardı o
yıllar, ama paylaşmak zorundayım: Hem Mikail hem de Serkis, Cumhuriyet
İlkokulunda çok horlandılar, çok itilip kakıldılar, dövülüp sövüldüler çok…
Bir ders teneffüsüydü. Mikail, eli yüzü “kıp
kırmızı” kanlar içinde okul duvarı dibinde ağlayıp duruyordu. Hemen onu
lavaboya götürüp kanlarını ve tozlarını yıkadım. Fena yaralanmıştı, saatlerce
sızlanıp ağladı… Bizim Mikail, aslında bugün bildiğimiz BEP’li öğrenci*
olmalıyken MEB’in ilkel yıllarında normal öğrenci muamelesi görmek zorundaydı. Bu halinden olacak ki, her şeyi kolayca kavrayamaz, itirazcı ve
uyumsuzdu. Böyle olmakla beraber bir o kadar da savunmasızdı. Bu yüzden birçok
öğrenci onu döverek, yere çömeltip sırtına binerek eziyet ederlerdi. Yine bir
iteklenmeyle beton zemine düşüp eli yüzü yaralanmıştı ve bu akan “kırmızı kanı”
beni hayretler içinde bırakmıştı! Okuldan eve dönüşte ilk işim bunu anneme
sormak oldu: “Anne, biliyor musun bugün ne oldu? Mikail diye bir Ermeni çocuk
var ya. Onu okulda dövüp yaralamışlardı; elinden ve burnundan kırmızı kanlar
akmıştı!” Annem, “Yazık çocuğa!” demeyle geçiştirince ben, “Ama nasıl olur,
Ermenilerin ‘kanı yeşil’ değil mi?” diye ısrarla, zihnime yerleştirilmiş bir
doğruyu (!) teyit etme gayreti içindeydim. Annemin son sözü, o günkü çocukça
komedyanın da bugünkü politik trajedinin de cevabı olmuştu; “Yavrucuğum onlar
da Allah’ın kulu, tabi ki kanları kırmızı akacak.” Eğer, bu soruyu anneme
sormasaydım “Ermenilerin kanı” benim için hala “yeşil” akacaktı…
Bu nasıl bir anlayıştır ki, 7 yaşındaki düşüncemi
böyle biçimlendirmişti. Bunu mahalle arkadaşlarım mı öğretmişti bana; yoksa
halkımızın tarihte yaşadığı, etnik çatışma döneminden devreden bir husumet
miydi bilemiyorum. Yoksa dinsel bir taassubun etkisi miydi acaba? Belki de
hemen deri altından geçen toplardamarların yeşil renkli görünmesinden bu
şekilde bir kanıya da varmış da olabilirim. Sebebi her ne olursa olsun bir
Ermeni’nin farklı olması gerekliliği düşüncesinin benden kaynaklanmadığı
belliydi. Yani onları ötekileştiren, bizi “asil bir Türk” yapan bir farkımız
olmalıydı. Ama ne yazık ki, Cumhuriyet
İlkokulu benim o masum çocuk zihnime kazınmış kana dayalı, soya dayalı ve inanca
dayalı bir ayrımcılığı söküp atamamıştı…
İyi ki bunu, soruyu sıcağı sıcağına sorup meseleyi o gün halletmişim.
Çok yaşayasın Anacığım…
Masis Aram Gözbek, TRT Haber’in programına konu olan sanatçı. Gözbek, 1987
İstanbul doğumlu bir Ermeni. Müziğe 3 yaşında, oyuncak bir melodikayla başlamış. 7 yaşından
itibaren kilise korolarında ilahiler söyleyerek, bu yeteneğini icra etmeyi, tüm
imkânsızlıklara rağmen Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’nda sürdürmüş. Çin’de
düzenlenen dünya
koro olimpiyatları "WORLD CHOIR GAMES - Shaoxing 2010"da ve yaklaşık
90 ülkeden 450’nin üzerinde koro arasından üç kategoriden (oda korosu, çağdaş
müzik, caz) üç altın kazanmış. Ve arkasından, uluslararası alandaki en büyük
çaplı ve en saygın koral müzik etkinliği olarak gösterilen, Temmuz 2011’de
Avusturya’nın Graz kentinde düzenlenen Dünya Koro Şampiyonası’na katılmış. Yine
aynı ekiple, Çağdaş Müzik ve Folklor kategorilerinde ’DÜNYA ŞAMPİYONU’, Karma
Korolar kategorisinde ise ’Dünya İkincisi’ olmuş. Şampiyonların yarıştığı ’Grand
Prix’de ise 2 altın madalya kazanarak toplam 5 altın madalyayı alıp ekibiyle
Türkiye’ye dönmüşler.
Belki bu sanat dalı, birçoğumuzun ilgisini
çekmeyebilir. Lakin genç müzisyen Masis Aram’ın TRT’den verdiği etkileyici
mesaj şu olmuştu; “Avusturya’da iki kez, Türk bayrağımızın salonda göndere
çekilmesi ve İstiklal Marşımızın iki kez okunması benim için en büyük şeref ve
en büyük ödül olmuştur.” Onun bu sözleri belleğimdeki kadim Ermeni sadakatini
hatırlatıp, Türk Milleti mensubiyetinden duyduğu memnuniyeti beni çok
duygulandırmıştı…
Birilerinin, onları bu ülkenin vatandaşı bile
saymak istemezken, üstelik insaniyetten çıkarmaya çalıştıkları şu “karanlık
politik” devrede; Ermeni kardeşlerimizin bizden hiçbir eksiği olmadığı gibi,
benim için fazlası olduğunu görmekteyim. Bu ülkede biz neyi hak ediyorsak
onlarda aynısını hak ediyorlar. Bayraksa bayrak, marşsa marş, onursa onur!
Evet, benim için Jinever Öğretmen de, Mikail de,
Masis Aram da birer değerdir ve öyle kalacaklar… Bu yüzden bir kez daha
çocukluk anılarımla benliğimin ve bilincimin ayrılmaz bir parçası olan, bu
ülkenin evlatları Ermeni kardeşlerimi saygıyla selamlamak istiyorum.
Anılarımı tazeleyen “Güzel Ülke” programı
vesilesiyle;
Bana okuma-yazmayı öğreten öğretmenim Jinever
Hanım’a çok teşekkür ediyorum.
Çektiği acılardan dolayı arkadaşım Mikail’den okul
arkadaşlarım adına özür diliyorum.
Büyük bir özveriyle çalışarak uluslararası arenada
bayrağımızı ve marşımızı yücelten değerli genç sanatçımız Masis Aram’ı da
tebrik ediyorum…
Bu ülkenin renkleri solmasın, zenginliği
kaybolmasın ve dostluklar bozulmasın Yüce Allah’ım…
* Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı/Zihinsel yetersizlik
içinde olan öğrencilere uygulanıyor.
Kazım Bayar/Nisan 2012
Yüreğinize sağlık hocam... Gerçekten muhteşem olmuş. Elleriniz dert görmesin.
YanıtlaSilAnadolu'da bir çok köyde...; en az bir sarı gelin vardır... Biz fark etmesek de "Türkçe" dediğimiz şu dilimizde ciddi miktarda Ermenice kelime vardır... Yerel lehçelerde bu oran daha da artar... Çok ilginç bir anıdır benim için...; soy ağacını çıkartmak için bir yerlere başvurup da dört beş göbek sonra Aram, Agop vs gibi isimler çıkınca şoka uğrayıp hayata küsen "TÜRK MİLLİYETÇİSİ" arkadaşlar bilirim... Ayrıca şunu da bilirim ki; Türkler Anadolu topraklarına daha girmemişken Ermeniler bu topraklarda otonkton yerel bir halk olarak yaşamakta idiler. Ağır tahrik ve baskı olmadıkça, kimseye asla zarar veren bir toplum da değillerdi... Misafirperverlik karakterleri idi... Ne tazık ki, Zalimlerin "ULUS DEVLET" putlarına onca Ermeni kurban edildi... Çok acı.