Sayfalar

10 Haziran 2012 Pazar


TÜRKİYELİ ERMENİLER, BAYRAĞIMIZ ve İSTİKLAL MARŞI  
      

Geçtiğimiz günlerde TRT Haber Televizyonunda izlediğim bir program beni çocukluğuma götürdü.  Uzun zamandan beri bu kadar duygulanmamıştım. Buradan program yapımcısına ve emeği geçenlere teşekkür ederim. Bir sanatçının başarı öyküsüydü. İstanbul doğumlu Ermeni bir genç adamın, çocukluğunda başlayan müzik sevdasını konu etmişti TRT; “Güzel Ülke” adlı programıyla…
Aşağıda bunun detaylarını yazmak üzere şimdi benim çocukluğuma gidelim. Hemen hemen birçoğumuzun hiç unutamadığı ilkokul yıllarının başladığı ilk günlere…
Eylül 1971 olması gerekiyor, doğum yılıma bakılırsa. Ceviz ve kavak ağaçlarının hüzünle dökülen yaprakları sonbahara yenik düşerken, ben de yıllarca sürecek olan okul hayatımın ilkbaharına başlıyordum. Malum, siyah renkli okul önlüğünü; mahkûm gömleği gibi kollarımıza önden giyer, düğmeleri zor da olsa arkadan iliklerdik. Ve beyaz yakayı da boynumuza bağlayınca haydi hazırsın, tabi bir de sırtında kitap-kırtasiye dolu ağır çantayla…  Bahçelerin taş duvarları arasından inişli çıkışlı uzayıp giden sokakları, çocukluğun hafifliğiyle hızla geçer; epeyce uzak, diğer mahalledeki Cumhuriyet İlk Okuluna 20 dakika kadar bir sürede varırdık. 1. Sınıfa başladığımda bana rehberlik yapacak olan ağabeyim de 4. Sınıfa geçmişti. Gâh korku gâh sevinç duygularıyla okul yollarına dökülmüştük bir güz gününde. Küçük bir tepe üstünde genişçe bir alandaydı okulumuz. Çevresinde eski yapı duvarlarının kalıntıları duruyordu. Yıllar önce büyük bir kilise varmış burada. Heyhat, o zaman yıkılmış bir kilise bahçesine yapılan okulumuzun akıbeti de şimdilerde aynı olmuş…
Okul bahçesi bana mahşer alanı gibi gelmişti, mahalledeki üç beş çocuğa bakarak. Sert mizaçlı, eli sopalı Ekrem Hoca’nın avaz avaz, tehditkâr bağırmalarıyla ilk günden tanışıp hemencecik susmayı ve asker gibi sıraya girmeyi öğrenmiştik sabah içtimasında. “Türk’üm! Doğruyum! Çalışkanım! Yaaasam; küçüklerimi korumak!” Diye, bağıra bağıra okunan “andımızı” ağzımı aç kapa yaparak kalabalığa uyup bir haftada ezberledim. Fakat bugün anlamsız da gelse o zamanlar içimden hep, “Bu öğretmenler babamın Kürt olduğunu bilmiyorlar mı? Neden yalnızca Türküm diye okuyoruz andımızı?” derdim. Gerçi annem Türk olduğu için de fazla ciddiye almadım kendimi. Çünkü ikisini de çok seviyordum…
İlk günün heyecanı ve tedirginliği olacak, arkalara bir yere oturmuşum.  Sınıfta bir uğultu, sanki arı kovanı dağılmış; öğretmenimizi bekliyoruz heyecanla. Ben, bahçede bizi sıraya koyan o sinirli adamın gelmesinden korkarak, olmaması için dua ediyordum. Ders zili çaldı. Kapı açıldı ve öğretmenimiz sınıfa girmişti; uzunca boylu, karakaşlı, düz siyah saçları ve beyaz teniyle uyumlu al yanaklarıyla gülümseyen genç bir bayan. Benim gibi sınıftaki birçoğunun, derin bir “ooh” mutluluğu ile kasları gevşedi. Günaydınla başlayan öğretmenimiz, tanışmak için adını söylediğinde çok şaşırmıştım! “Jinever” dedi ismim… Ne demekti Jinever? Onun ismi buydu, ama ben hiç duymamıştım şimdiye kadar. Annem anlatırdı; ben doğmadan önce, yakın komşulardan bana farklı gelen isim Anşalos diye Ermeni bir kadın varmış; annem bu kadından epeyce yemek tarifi öğrenmişti. Ayrıca o yıllarda komşumuz Molla Dayı’nın eşi Zühre Yenge vardı; bir Ermeni kızıymış. Tehcirde yetim bulup büyütmüşler, sonrada bu adamla evlendirmişler. Yine mahallemizde birden çok Ermeni kızının küçükten Müslüman yetiştirilip Türklerle evlilikler yaptığını bilirim. Ama Jinever’i hiç duymamıştım. Evet, Jinever! Öğretmenimiz bir Ermeni kızıymış. Bizim ilçede yani Arapkir’de doğup büyümüş ve okuyup öğretmen olmuş. Benim için memnuniyet vericiydi. Ablam kadar sempatik, annem kadar sıcaktı sesi... Hiçbir Türk’ten farkı yoktu Jinever Öğretmen’in. Giyimi, konuşması, şefkati, her şeyi Türk’tü. Ve bize 29 harfi öğretti; toplama, çıkarma, bölme yapmayı, dürüst insan olmayı, ayrımcılık yapmamayı ve herkese saygılı olmayı. Birçok defa, her pazartesi ve cumaları Türk bayrağımızı göndere çekerken bizimle birlikte okuduğu “İstiklal Marşımızı” da o öğretmişti bize… Yaşıyorsa kucak dolusu sevgiler gönderiyorum buradan ona, vefat ettiyse Yüce Allah’tan rahmet diliyorum Jinever Hanım’a.
Günler ilerlemiş, sınıfça birbirimize alışıp arkadaşlıklar kurmuştuk diğer çocuklarla. Birbirimizi iyice tanımaya başladık aylar içerisinde. Yakın, uzak mahalle grupları oluşturup futbol maçları ve küçük kavgalar bile yapıyorduk, çocukluk hali bilirsiniz… Okulda Ermeni olarak Jinever Öğretmen yalnız değildi. Benim sınıfımda Mikail adında, ağabeyimin sınıfında ise Mikail’in kardeşi olan Serkis adında iki öğrenci arkadaşımız daha vardı. Babaları ara işlerde çalışır, zor geçinirlerdi; sonradan Karayollarında çalıştığını öğrendim. Mikail’in anne ve babaannelerini görürdüm bazen okul yolunda. Müslüman kadınlara benzerler, annem gibi giyer, sıkı sıkıya örtünürlerdi; yolda bir erkekle karşılaşınca kenara çekilip, örtüleriyle ağızlarını kapatıp o erkek geçene kadar beklerlerdi. Bu ailenin haline, o yaştan kalmış olacak ki halen üzülüp durmaktayım… Çok talihsiz zamanlardı o yıllar, ama paylaşmak zorundayım: Hem Mikail hem de Serkis, Cumhuriyet İlkokulunda çok horlandılar, çok itilip kakıldılar, dövülüp sövüldüler çok…
Bir ders teneffüsüydü. Mikail, eli yüzü “kıp kırmızı” kanlar içinde okul duvarı dibinde ağlayıp duruyordu. Hemen onu lavaboya götürüp kanlarını ve tozlarını yıkadım. Fena yaralanmıştı, saatlerce sızlanıp ağladı… Bizim Mikail, aslında bugün bildiğimiz BEP’li öğrenci* olmalıyken MEB’in ilkel yıllarında normal öğrenci muamelesi görmek zorundaydı. Bu halinden olacak ki, her şeyi kolayca kavrayamaz, itirazcı ve uyumsuzdu. Böyle olmakla beraber bir o kadar da savunmasızdı. Bu yüzden birçok öğrenci onu döverek, yere çömeltip sırtına binerek eziyet ederlerdi. Yine bir iteklenmeyle beton zemine düşüp eli yüzü yaralanmıştı ve bu akan “kırmızı kanı” beni hayretler içinde bırakmıştı! Okuldan eve dönüşte ilk işim bunu anneme sormak oldu: “Anne, biliyor musun bugün ne oldu? Mikail diye bir Ermeni çocuk var ya. Onu okulda dövüp yaralamışlardı; elinden ve burnundan kırmızı kanlar akmıştı!” Annem, “Yazık çocuğa!” demeyle geçiştirince ben, “Ama nasıl olur, Ermenilerin ‘kanı yeşil’ değil mi?” diye ısrarla, zihnime yerleştirilmiş bir doğruyu (!) teyit etme gayreti içindeydim. Annemin son sözü, o günkü çocukça komedyanın da bugünkü politik trajedinin de cevabı olmuştu; “Yavrucuğum onlar da Allah’ın kulu, tabi ki kanları kırmızı akacak.” Eğer, bu soruyu anneme sormasaydım “Ermenilerin kanı” benim için hala “yeşil” akacaktı… 
Bu nasıl bir anlayıştır ki, 7 yaşındaki düşüncemi böyle biçimlendirmişti. Bunu mahalle arkadaşlarım mı öğretmişti bana; yoksa halkımızın tarihte yaşadığı, etnik çatışma döneminden devreden bir husumet miydi bilemiyorum. Yoksa dinsel bir taassubun etkisi miydi acaba? Belki de hemen deri altından geçen toplardamarların yeşil renkli görünmesinden bu şekilde bir kanıya da varmış da olabilirim. Sebebi her ne olursa olsun bir Ermeni’nin farklı olması gerekliliği düşüncesinin benden kaynaklanmadığı belliydi. Yani onları ötekileştiren, bizi “asil bir Türk” yapan bir farkımız olmalıydı.  Ama ne yazık ki, Cumhuriyet İlkokulu benim o masum çocuk zihnime kazınmış kana dayalı, soya dayalı ve inanca dayalı bir ayrımcılığı söküp atamamıştı…  İyi ki bunu, soruyu sıcağı sıcağına sorup meseleyi o gün halletmişim. Çok yaşayasın Anacığım…
Masis Aram Gözbek, TRT Haber’in programına konu olan sanatçı. Gözbek, 1987 İstanbul doğumlu bir Ermeni. Müziğe 3 yaşında, oyuncak bir melodikayla başlamış. 7 yaşından itibaren kilise korolarında ilahiler söyleyerek, bu yeteneğini icra etmeyi, tüm imkânsızlıklara rağmen Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’nda sürdürmüş. Çin’de düzenlenen dünya koro olimpiyatları "WORLD CHOIR GAMES - Shaoxing 2010"da ve yaklaşık 90 ülkeden 450’nin üzerinde koro arasından üç kategoriden (oda korosu, çağdaş müzik, caz) üç altın kazanmış. Ve arkasından, uluslararası alandaki en büyük çaplı ve en saygın koral müzik etkinliği olarak gösterilen, Temmuz 2011’de Avusturya’nın Graz kentinde düzenlenen Dünya Koro Şampiyonası’na katılmış. Yine aynı ekiple, Çağdaş Müzik ve Folklor kategorilerinde ’DÜNYA ŞAMPİYONU’, Karma Korolar kategorisinde ise ’Dünya İkincisi’ olmuş. Şampiyonların yarıştığı ’Grand Prix’de ise 2 altın madalya kazanarak toplam 5 altın madalyayı alıp ekibiyle Türkiye’ye dönmüşler.
Belki bu sanat dalı, birçoğumuzun ilgisini çekmeyebilir. Lakin genç müzisyen Masis Aram’ın TRT’den verdiği etkileyici mesaj şu olmuştu; “Avusturya’da iki kez, Türk bayrağımızın salonda göndere çekilmesi ve İstiklal Marşımızın iki kez okunması benim için en büyük şeref ve en büyük ödül olmuştur.” Onun bu sözleri belleğimdeki kadim Ermeni sadakatini hatırlatıp, Türk Milleti mensubiyetinden duyduğu memnuniyeti beni çok duygulandırmıştı…
Birilerinin, onları bu ülkenin vatandaşı bile saymak istemezken, üstelik insaniyetten çıkarmaya çalıştıkları şu “karanlık politik” devrede; Ermeni kardeşlerimizin bizden hiçbir eksiği olmadığı gibi, benim için fazlası olduğunu görmekteyim. Bu ülkede biz neyi hak ediyorsak onlarda aynısını hak ediyorlar. Bayraksa bayrak, marşsa marş, onursa onur!
Evet, benim için Jinever Öğretmen de, Mikail de, Masis Aram da birer değerdir ve öyle kalacaklar… Bu yüzden bir kez daha çocukluk anılarımla benliğimin ve bilincimin ayrılmaz bir parçası olan, bu ülkenin evlatları Ermeni kardeşlerimi saygıyla selamlamak istiyorum.
Anılarımı tazeleyen “Güzel Ülke” programı vesilesiyle;
Bana okuma-yazmayı öğreten öğretmenim Jinever Hanım’a çok teşekkür ediyorum.
Çektiği acılardan dolayı arkadaşım Mikail’den okul arkadaşlarım adına özür diliyorum.
Büyük bir özveriyle çalışarak uluslararası arenada bayrağımızı ve marşımızı yücelten değerli genç sanatçımız Masis Aram’ı da tebrik ediyorum…
Bu ülkenin renkleri solmasın, zenginliği kaybolmasın ve dostluklar bozulmasın Yüce Allah’ım… 

* Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı/Zihinsel yetersizlik içinde olan öğrencilere uygulanıyor.
Kazım Bayar/Nisan 2012   

1 yorum:

  1. Yüreğinize sağlık hocam... Gerçekten muhteşem olmuş. Elleriniz dert görmesin.
    Anadolu'da bir çok köyde...; en az bir sarı gelin vardır... Biz fark etmesek de "Türkçe" dediğimiz şu dilimizde ciddi miktarda Ermenice kelime vardır... Yerel lehçelerde bu oran daha da artar... Çok ilginç bir anıdır benim için...; soy ağacını çıkartmak için bir yerlere başvurup da dört beş göbek sonra Aram, Agop vs gibi isimler çıkınca şoka uğrayıp hayata küsen "TÜRK MİLLİYETÇİSİ" arkadaşlar bilirim... Ayrıca şunu da bilirim ki; Türkler Anadolu topraklarına daha girmemişken Ermeniler bu topraklarda otonkton yerel bir halk olarak yaşamakta idiler. Ağır tahrik ve baskı olmadıkça, kimseye asla zarar veren bir toplum da değillerdi... Misafirperverlik karakterleri idi... Ne tazık ki, Zalimlerin "ULUS DEVLET" putlarına onca Ermeni kurban edildi... Çok acı.

    YanıtlaSil