Sayfalar

26 Haziran 2012 Salı


Mülk Kimin;

 HACI EMMİ’NİN Mİ,  G-20 ÇETESİ’NİN Mİ?



Ontolojik olarak oldukça köklü olan “Mülk Allah’ındır” vecizesi, dini literatürümüzün vazgeçilmez retorik kaynağı Kur’an-ı Kerim’in Nur suresi 42. ayetinden kısaltılarak alınmış. Ayetin meali: “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.” Yine Mülk suresi 1. ayetin meali: Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü yeter.” Bu vecize başka ayetlerde de geçmekle beraber, yazının içeriği için bu iki ayet fazlasıyla yeterlidir.
“Mülkiyeti” dinsel kavram (ıstılah anlam) bakımından ele alan İslamcı/dindar çevreyle; dini literatüre vakıf olmayan Kemalist ve sosyalist çevre, bu konuda birbirinden epeyce ayrışan algı ve yorum farklılığına gitmektedirler.
Pozitivizmden uzak, farklı bir söylem ve inanışı olmasına rağmen, dindarın sorunlu “dinsel düşünüş” yaklaşımında; “mülkiyeti” ontolojiyle olan ilişkisi dışında kullanma yanlışı da vardır. Ya da çağın algısına çevirmeden; modern dönemin siyasal ve iktisat/kapitalist sistemine karşıt olması gereken gerçek söylemine aktarmadan kullanması İslam’daki “mülkiyet” kavramını neredeyse profan çevrenin “sahipsizlik/lükata” sözcüğüne yüklediği anlama eşitlemiştir.
Aynı yanlışı (!) Peygamber Hz. Salih’in (soydaşları) “Semud” da yapmıştı… 
Peki, Semud kavmi mülkiyeti nasıl anlıyordu?
Bu sorunun cevabını Kur’an’da, Hz. Salih’in devesi kıssasında açıkça bulabiliriz.(1) 
Peygamber Hz. Salih, doğaya (Allah’ın arzına= فِي أَرْض اللّه) saldığı ve “Allah’ın dişi devesi” (nâqatullâhi /نَاقَةُ اللّهِ) dediği bir testle yüzleştirdiği; dönemin yağmacı ve gaspçılarının “sabıkalarını” halka faş etmişti. Semud’un yağmacıları için mülkiyetin ne anlama geldiğini ve mülkün kime ait olduğunu Hz. Salih’in devesi üzerinden kolayca anlıyoruz:
Semud kavmi, “iktisadi ve yönetsel” olarak güçlü ve silahlı durumdaki gaspçı, hırsız bir çete (oligarşisinin) organizasyonunun (yasa koyucu bir siyasal toplumun) tasallutuna düşmüştü… Bu oligarşi; dönemin zenginlikleri/iktisadi pazarı sayılan su kuyuları, hayvan otlakları, hurma bahçeleri, yakacaklar ve taş ocakları gibi doğal kaynaklarını yağmalayan; muhtemelen halkı vergi veya haraca bağlamış silahlı bir yönetici tabakasıydı. Kısaca modern algıyla “G20 Çetesi”; dindar algısıyla “9 Çete” mülkü ele geçirmişti…
Hz. Salih (as) bu topluma elçi olarak gönderildiğinde aralarında ikiye ayrıldılar.(2)
1- Organize haldeki çeteyi fiili ve fikri olarak destekleyen çıkar (burjuva) grupları.
2- Güçsüz; çaresiz ve bireyselleşmiş durumdaki sesiz çoğunluk; Hz. Salih’in pasif destekçileri…  
Peygamberin gelmesiyle birlikte işler tersine döner. Böylece sessiz ve zayıf çoğunluk, bir söylem fikrine kavuşur; iktisadı ve iktidarı elinde tutan yağmacı çete yanlılarıyla karşı karşıya gelirler ve doğal kaynaklar (mülkiyet/iktidar ve rızık) üzerine aralarında bir çatışma/anlaşmazlık başlar. Ve dengeler, sözde düzenin(!) aleyhine bozulur.
Salih Peygamber’in bu yağmacıları, adaletli ve erdemli olmaya çağırmasına karşılık, çete/iktidar mensuplarının tavrı; onu düzen bozucu ilan etmek, çağrısını reddetmek ve öldürme planları yapmak olur…
Hud Suresi-64. ayetin Türkçeye çevirisinde;  Hz. Salih, halkın mülkiyette hak ve ortaklığını tanımayan Semud’u şöyle uyarır:
“Ey kavmim (ey yağmacı iktidarlar)! Bu, Allah’ın dişi devesi; doğadaki canlılık döngüsünün (ekosistemin ve bereketin; rızık/iktisadi paylaşımın bir sembolüdür) işaretidir! (Her canlı) Allah’ın arzında (doğal kaynaklardan, kendi rızkından adilce; hak ettiğince) beslensin. Kötü amaçlarla buna (sembole) el sürmeyin (Allah’ın canlıları rızıkta ortak kıldığı doğal kaynakları adilce paylaşın; yağmalayıp, güçsüzlerin ve gelecek nesillerin hakkını gasp etmeyin). Bu kötülüğü yapanlar en büyük azabı (cezayı) hemen gör(ür.)sün.”
Semud çetesine göre “Dişi deve; içeceği su, otlayacağı ve serbestçe dolaşacağı araziye mülkiyette bir ortaktır. Hz. Salih ise yönetsel alanlarına müdahil olan yasa dışı bir muhaliftir.” Yani “doğal kaynakların” tamamı güçlülerindir (sahipsizdir) ve dönemin bilinen piyasa ekonomisinin mülkiyeti/yönetim hakkı zayıf halk katmanına ait değildir...
“Allah’ın dişi devesi” Semud’un “9 gaspçısı/çetesi” için, su ve merayı tüketen bir ortak iken; aynı zamanda başıboş, sahipsiz (üzerinde kimsenin mülkiyet hakkı olmayan, rızıkta buluntu hükmünde) bir maldır…  Hz. Salih (as.)’ın Semud’u test etmek için dişi (doğurgan/bereketli) deveyi seçmesi ve ona Allah’ın demesi olağanüstü bir bilgeliktir. Gerçekten Semud Çetesi, düşüne ve uygulaya durdukları “Allah’a ait olan sahipsizdir!” anlamına gelen; yağmacı, gaspçı fiilleriyle gerçek hallerini bu testle ortaya koymuşlardır. Doğaya salınan dişi deveyi, üzerinden fazla bir süre geçmeden saldırıp, “ayaklarından” (canlının rızık arama hakkını) keserek mülk üzerindeki otoritelerini korumuşlardır.
Dişi deve hemen ölmediyse muhtemelen yürüyemediği için açlık ve susuzluktan bir süre sonra ölmüştür (şayet gebeyse yavrusuyla birlikte). Böylece Semud’un suya ve meraya hiç kimseyi ortak kabul etmediklerini, yavrusu için rızkını arayan bir canlıya (doğurgan/yeni kuşaklara) bu fırsatı vermeyeceklerini göstermişlerdi. Ayrıca Salih Peygamberi öldürme işini de planlamış olarak; kurdukları idari sisteme dışarıdan müdahaleyi bertaraf etmeye girişmişlerdi…
Sorun şu ki, Semud’dan bu yana binlerce yıl geçmesine rağmen insanlığın; Allah’a ait olanı, varlıkların yani “halkın doğal kaynaklardaki mülkiyet hakkı” olarak görmesi yerine, “sahipsizlik” sıfatına taşımaları benliklerdeki “sınırsız ve haksız mülkiyet” arzusunu hep iktidara taşımaktan uzaklaşmadığı gerçeğidir.
Bu kıssanın sonucunda, yani “Allah’ın dişi devesini” öldüren antik Semud kavminin ve modern çete “G20’nin” asal olan “yağmacı ve gaspçı” mantığını şu dört maddede özetleyebiliriz:
1- Doğal kaynaklar(iktisat/rızıklar) üzerindeki mülkiyet hakkı yalnızca güçlülere aittir.
2- Güçlüler, elde tuttuğu doğal kaynaklara (iktisadi pazara) zayıf ortak kabul etmez.
3- Zayıflar, izinsiz olarak doğal kaynaklar üzerinden pay alacak kararlar veremez. 
4- Gelecek nesillerin doğal kaynaklarda hakkı yoktur veya bu pay zayıf soylulara sınırlanmıştır… 
Yeri gelmişken, devenin “dişilik” sıfatının doğal hayatın/canlılığın korunması ve ekosistemin bir sembolü olarak, üreteceği gelecek kuşaklar/bereket anlamlarına taşınmasının doğru olacağı kanaatindeyim. Ayette geçen “9 Çete” sayısının ise insanlığın uygarlık sürecinde ortaya çıkardığı/çıkaracağı; yağmacı ve gaspçı rejimlerinin niceliksel tezahürlerine işaret etmiş olması mümkündür…
Diğer taraftan bir isim tamlaması olan “Allah’ın dişi devesi”nde, “sahipliğin” “Allah” ismine bağlanması, burada asıl ve (gizli) öznel olan “halkın” yerine kullanılmış olması ontolojik bir ilkedir. Çünkü Yaratıcı’nın varlığa ihtiyacı olamadığı gibi, bunun aksi olarak varlığın Yaratıcı’ya ihtiyacı bir zorunluluktur. Yine Kur’an’da dişi deveye benzer bir gizli özne kullanımı “karz-ı hasen” ayetinde de geçmektedir. “Kim Allah’a borç verirse…” (Yuqridullâhe/ يُقْرِضُ اللَّهَ /Hadid, 11)  ayetinde borç verilen “Allah” lafzı “halk” yerine kullanılmıştır.
Bu çıkarsamadan sonra Semud Çetesi’nin gaspçı tutumunu modern zamana taşırsak; “Boş -imarlı, imarsız- araziler, yerüstü besin kaynakları -ekim alanları, ormanlar, akarsular-, yeraltı suları, rüzgârlar, madenler ve diğer enerji kaynakları sıradan “halka ait değildir.” (Hazine’nin, TOKİ’nin, DSİ’nin, B Petrol’ün, X Madencilik’in, Y Holdingi’nin, Z Bankası’nındır…) şeklinde bir güncel algı söylemine dönüştüğünü görürüz. Evet, günümüzde de bütün doğal kaynaklar halkın değil, yukarıda Semud Çetesi’nde görülen maddelenmiş yaklaşımlara sahip güçlülerindir. Bu “güçlüler” tarihin bilinen sürecinde, “siyasal” erki ele geçiren ve “iktisat” sistemin yapısını belirleyip; mülkiyet hukukunu biçimlendiren ve yasa koyucu olarak ve “sivil halkı/toplumu” yöneten “sermayeci siyasal toplum çevresi” olmuştur… 
Durum böyleyken Müslüman (dindar) ise; mülkiyet kavramını yine ona benzer gibi duran ama farklı, diğer bir hukuk kavramı olan zilyetlikle karıştırmaktadır. Türkçede zilyetlik; kullanma, elde tutma; yani bulundurma, taşıma, emanet anlamlarında kullanılırken; mülkiyet, sahiplikte haklılık/tasarruf (yön)etme manasına gelmektedir. 
Mülkiyet tamamen hukuksal olduğu halde zilyetlik hukuk dışı da olabilir. Söz gelimi kişinin (mülkiyeti/sahipliği) kendisine ait/rızık olmayan; lakin zimmetindeki (üstünde bulundurduğu) bir mal/eşya, hukuken şu üç durumdan biri olmak zorundadır; a- çalıntı, b- gasp, c- emanet/gözetme. Mülkiyet, hukuken sahiplik/egemenlik kazandırıp hâkimiyet yani tasarruf etme (yönetme) hakkı verirken; zilyetlik bu hakkı sağlamaz, fiilen geçici egemenlik durumunu gösterir. Buna göre zilyetlik, kişide bulunan bir nesneyi veya durumu hırsızlık, zor kullanarak ele geçirme ya da başkasına teslim etmek üzere taşıma halinde görülebilir. Mülkiyet hakkı sahiplik öznesine; bir malı veya hizmeti satma, kiralama ve devretme (miras ve bağış) özgürlüğü/rızık hakkı vermektedir.  Zilyetlikte ise bu hukuki davranışlar, mülk/rızık sahibinin verdiği yetki ve izinle yapılabilir. Son olarak mülkiyet; hem sahip olma hem de zilyetlik hukukunu birlikte içerirken, zilyetlik yalnızca eldecilik hakkı kazandırmaktadır. (Her ikisi de hukukta karinesiyle bilinip birbirinden ayrılır.)
Halkın zihninde, “Mülk Allah’ındır” vecizesinin iktisadi ve siyasi bir anlamı yoktur. Hukuksal dil semantiği açısından ontolojik bir kavramsallığı bir türlü bulamamıştır. Müslümanlar (din adamı ve dindar) tarafından içi boş ve basit, uhrevi/dinsel bir retorik haline dönüştürülmüştür. Yani dindarın inancında, yersel bir hukuk yaptırımı ve yasal bir uygulama değeri taşımaz. Yoksul için kaderciliğin sığınağı ve kanaatkârlığın avuntusu olmaktan; varsıl içinse hesabını yalnızca ahirette vereceği zenginliğinin/malının, sözlü veya yazılı olarak duvara asılı bir levhasından öteye geçmez. Bu levha da dünya terekesinin/gasp vebalinin kamuflajı olarak kullanılır. Eğer öyleyse değilse Anadolu’da ve büyük şehir varoşlarında, binaların duvarına “Mülk Allah’ındır” yazısını konduran Hacı Emmi kalkıp da; Allah’ın mülkünü satma, kiraya verme, ahirete göçmeden önce veya sonra miras bırakma hakkına sahip olmamalıdır! Çünkü hiç kimse Allah’ın mülkünü; satma, kiraya verme ve miras bırakma hakkına sahip değildir. Eğer sahipse o halde Hacı Emmi, apartman duvarına “Mülk Hacı’nındır” yazması gerekecek (zaten tapuda da bu yazıyor) ve böylece hesap vermek üzere dünyada halkla; ahirette zebanilerle yüz yüze gelecektir. Ya da apartman, Hacı Emmi’nin zilyetliğindedir ki; bu en iyimser bakışla (hukuki durum; c- emanet) miras/bağış(!) yoluyla elde etmiş olmalıdır, yoksa (hukuki durum; a- ve b-) hırsızlık ya da gasp yoluyla ele geçirilmiştir. Çünkü apartmanın mülkiyet hakkı Allah’ta, zilyetliği kendisinde olan biri, mülk/mal (apartman) üzerinde hukuki tasarrufta bulunamaz. Burada “Hacı Emmi” ancak “rızık” hakkına sahiptir ki, bunda da bütün kullar eşittir ve halkın da o apartmanda rızık hakkı vardır…
İslam’a göre varlıklar/yaratılmışlar sonludur. Bütün kozmos/kâinat, Yaratıcının emriyle vardır ve sonunda yine onun emriyle yok olacaktır. Yaratıcı tek başına, bu evrenin düzen koyucusu ve denetçisidir. O halde herkes dünyada geçici, yani emanetçidir. Ölümlü bir insan ve kıyametle yok olacak sonlu bir kâinat vardır. Bu ontolojiye dayanan dindar, Kur’an’daki mülkiyet vecizesini kendisi ve çevresi için bir aldatmacaya dönüştürmüş; ortada bir “Mülk Allah’ındır” kılıfıyla gezip durmaktadır!
Bu noktada Hacı Emmi gibiler, “Derviş Yunus” maskesiyle hem Allah’tan hem de halktan gizlenme kurnazlığı/yanılgısı içine düşmüştür... Her fırsatta paylaşma, eşitlik ve adaletten hep uzak duran insanoğlu; “geçici dünya nimetlerini” sonuna kadar kullanır, sonra da zilyet olarak; elinde tuttuğu bu nimetleri/edinimlerini, “Mülk Allah’ındır” sözüyle makyajlayıp süsler. Böylece kapitalist sistemden de rahatsızlık duymaz. Çünkü “Allah, mülkü dilediğine verir…” (Âli İmran, 26.) ayeti de aynı ontolojik tanımsızlığın bir parçası haline gelmiştir. Lakin her ne sebeptense; kendisi de karinesi de her zaman hukuksal ve ontolojik olarak tartışmaya açık durumdaki bu “sınırsız zilyetliği” yalnızca kendisine ait bir “rızık-hak” olarak varsayıp durur… 
Mülkiyetin yani iktisadi-siyasi iktidarın/sahipliği ve zilyetliğini; halk kavramıyla ilişkisini ortaya koymak için yukarıdaki yaklaşımın ontolojik olarak ele alınması gerekmektedir. Ancak bu şekilde mülkiyeti yeniden tanımlamak ve sınıflamak mümkün hale gelecektir. Aksi halde her varlığın eşit ve zorunlu ihtiyacı/bağımlı olduğu mülkiyeti, sözlü biçimiyle Tanrı’ya devredip fiilen mülkü sahipsizleştirerek; varlık yerine kullandığımız “halkın mülkiyet hakkı=halkın iktisat/rızk ve siyasal iktidarı” kavramının sonunu getirmiş olacağız. Şöyle ki; eğer mülkiyet, eşitlikçi ve adil bir paylaşımla halka (topluma) ait olmaz ise Tanrı adına davranan veya Tanrıyla çatışan kralların; sultanların, burjuvanın, kilisenin, halifenin, sermayenin ve kısaca iktidarın (siyasal toplumun/müstekbir) eline verilmiş olacaktır.  İşte Kur’an’daki mülkiyet ayetlerinde “en güçlü ve en kutsal” olan Allah,  kendi adını halkın yerine koyarak, halkın mülkiyet hakkını “en güçlü ve en kutsal” konuma çekip, böylece varlıkların (halkın) mülk (iktisat ve yönetme) hukukunu korumaya almış olmaktadır...
Yanlış mülkiyet algısı, yani hırsızlık ve gasp olgusu ne zaman başladı? Sümer’de mi, Asur’da mı, Eski Mısır’da mı, yoksa Hititlerde mi? Ya da dindar algısında; Nuh kavmi, Yunus kavmi, Ad kavmiyle Musa’dan ve İsa’dan bu yana Semitik dinler çağından mı kaldı? Bu sorunun cevabı insanlık/uygarlığın iktisat ve siyaset tarihinde saklıdır. 
Eleştirdiğimiz “günümüz mülkiyet yanlış algısı” sorununu daha da irdelemek gerekmektedir. Gasp ve yağmacılığa karşı (antikapitalist) bir düşünüşle “mülkiyetin; bir iktisat ve siyasi iktidar” olduğu ilişkisini, dindarın da ateistin de zihninde doğru bir şekilde kavramsallaştırmak ve yerleştirmek büyük önem arz etmektedir.
Bir Müslüman olarak “Mülk Allah’ındır” sloganını Semud’da olduğu gibi çağımızın da “sahipsizlik/lükata” aldatmacasından(!) kurtarmak için, “Mülk de iktidar da halkındır” şeklinde kullanmayı öneriyorum… 

[1] Araf, 73-79; Hud, 61-68; Neml,45-53; Hicr, 80-84; Şuara, 141-159; Kamer, 23-31; Şems, 11-15
2 Neml,45

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder