Mülk Kimin;
HACI EMMİ’NİN Mİ, G-20 ÇETESİ’NİN Mİ?
Ontolojik
olarak oldukça köklü olan “Mülk Allah’ındır”
vecizesi, dini literatürümüzün vazgeçilmez retorik kaynağı Kur’an-ı Kerim’in
Nur suresi 42. ayetinden kısaltılarak alınmış. Ayetin meali: “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.” Yine Mülk suresi 1.
ayetin meali: “Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü
yeter.” Bu vecize başka ayetlerde de geçmekle beraber, yazının içeriği için
bu iki ayet fazlasıyla yeterlidir.
“Mülkiyeti” dinsel kavram (ıstılah anlam)
bakımından ele alan İslamcı/dindar çevreyle; dini literatüre vakıf olmayan
Kemalist ve sosyalist çevre, bu konuda birbirinden epeyce ayrışan algı ve yorum
farklılığına gitmektedirler.
Pozitivizmden
uzak, farklı bir söylem ve inanışı olmasına rağmen, dindarın sorunlu “dinsel
düşünüş” yaklaşımında; “mülkiyeti” ontolojiyle olan ilişkisi dışında
kullanma yanlışı da vardır. Ya da çağın algısına çevirmeden; modern dönemin
siyasal ve iktisat/kapitalist sistemine karşıt olması gereken gerçek söylemine
aktarmadan kullanması İslam’daki “mülkiyet” kavramını neredeyse
profan çevrenin “sahipsizlik/lükata” sözcüğüne yüklediği anlama
eşitlemiştir.
Aynı
yanlışı (!) Peygamber Hz. Salih’in (soydaşları) “Semud” da yapmıştı…
Peki,
Semud kavmi mülkiyeti nasıl anlıyordu?
Bu
sorunun cevabını Kur’an’da, Hz. Salih’in devesi kıssasında açıkça bulabiliriz.(1)
Peygamber Hz. Salih, doğaya (Allah’ın
arzına= فِي أَرْض اللّه)
saldığı ve “Allah’ın dişi devesi” (nâqatullâhi /نَاقَةُ اللّهِ) dediği bir testle yüzleştirdiği; dönemin
yağmacı ve gaspçılarının “sabıkalarını” halka faş etmişti.
Semud’un yağmacıları için mülkiyetin ne anlama geldiğini ve
mülkün kime ait olduğunu Hz. Salih’in devesi üzerinden kolayca anlıyoruz:
Semud kavmi, “iktisadi ve yönetsel”
olarak güçlü ve silahlı durumdaki gaspçı, hırsız bir çete (oligarşisinin)
organizasyonunun (yasa koyucu bir siyasal toplumun) tasallutuna düşmüştü… Bu
oligarşi; dönemin zenginlikleri/iktisadi pazarı sayılan su kuyuları, hayvan
otlakları, hurma bahçeleri, yakacaklar ve taş ocakları gibi doğal kaynaklarını
yağmalayan; muhtemelen halkı vergi veya haraca bağlamış silahlı bir yönetici
tabakasıydı. Kısaca modern algıyla “G20
Çetesi”; dindar algısıyla “9 Çete”
mülkü ele geçirmişti…
Hz. Salih (as) bu topluma elçi olarak gönderildiğinde aralarında ikiye
ayrıldılar.(2)
1- Organize haldeki çeteyi fiili ve fikri
olarak destekleyen çıkar (burjuva) grupları.
2- Güçsüz; çaresiz ve bireyselleşmiş durumdaki
sesiz çoğunluk; Hz. Salih’in pasif destekçileri…
Peygamberin gelmesiyle birlikte işler
tersine döner. Böylece sessiz ve zayıf çoğunluk, bir söylem fikrine kavuşur;
iktisadı ve iktidarı elinde tutan yağmacı çete yanlılarıyla karşı karşıya
gelirler ve doğal kaynaklar (mülkiyet/iktidar ve rızık) üzerine aralarında bir
çatışma/anlaşmazlık başlar. Ve dengeler, sözde düzenin(!) aleyhine bozulur.
Salih Peygamber’in bu yağmacıları, adaletli
ve erdemli olmaya çağırmasına karşılık, çete/iktidar mensuplarının tavrı; onu
düzen bozucu ilan etmek, çağrısını reddetmek ve öldürme planları yapmak olur…
Hud Suresi-64. ayetin Türkçeye
çevirisinde; Hz. Salih, halkın
mülkiyette hak ve ortaklığını tanımayan Semud’u şöyle uyarır:
“Ey
kavmim (ey yağmacı iktidarlar)! Bu, Allah’ın dişi devesi; doğadaki canlılık
döngüsünün (ekosistemin ve bereketin; rızık/iktisadi paylaşımın bir sembolüdür)
işaretidir! (Her canlı) Allah’ın arzında (doğal kaynaklardan, kendi rızkından
adilce; hak ettiğince) beslensin. Kötü amaçlarla buna (sembole) el sürmeyin
(Allah’ın canlıları rızıkta ortak kıldığı doğal kaynakları adilce paylaşın;
yağmalayıp, güçsüzlerin ve gelecek nesillerin hakkını gasp etmeyin). Bu
kötülüğü yapanlar en büyük azabı (cezayı) hemen gör(ür.)sün.”
Semud
çetesine göre “Dişi deve; içeceği su, otlayacağı ve serbestçe dolaşacağı
araziye mülkiyette bir ortaktır. Hz. Salih ise yönetsel alanlarına müdahil olan
yasa dışı bir muhaliftir.” Yani “doğal
kaynakların” tamamı güçlülerindir (sahipsizdir) ve dönemin bilinen piyasa
ekonomisinin mülkiyeti/yönetim hakkı zayıf halk katmanına ait değildir...
“Allah’ın
dişi devesi” Semud’un “9 gaspçısı/çetesi” için, su ve merayı tüketen bir
ortak iken; aynı zamanda başıboş, sahipsiz (üzerinde kimsenin mülkiyet hakkı
olmayan, rızıkta buluntu hükmünde) bir maldır…
Hz. Salih (as.)’ın Semud’u test etmek için dişi (doğurgan/bereketli)
deveyi seçmesi ve ona Allah’ın demesi olağanüstü bir bilgeliktir. Gerçekten
Semud Çetesi, düşüne ve uygulaya durdukları “Allah’a ait olan sahipsizdir!”
anlamına gelen; yağmacı, gaspçı fiilleriyle gerçek hallerini bu testle ortaya
koymuşlardır. Doğaya salınan dişi deveyi, üzerinden fazla bir süre geçmeden
saldırıp, “ayaklarından” (canlının rızık arama hakkını) keserek mülk üzerindeki
otoritelerini korumuşlardır.
Dişi
deve hemen ölmediyse muhtemelen yürüyemediği için açlık ve susuzluktan bir süre
sonra ölmüştür (şayet gebeyse yavrusuyla birlikte). Böylece Semud’un suya ve
meraya hiç kimseyi ortak kabul etmediklerini, yavrusu için rızkını arayan bir
canlıya (doğurgan/yeni kuşaklara) bu fırsatı vermeyeceklerini göstermişlerdi.
Ayrıca Salih Peygamberi öldürme işini de planlamış olarak; kurdukları idari
sisteme dışarıdan müdahaleyi bertaraf etmeye girişmişlerdi…
Sorun
şu ki, Semud’dan bu yana binlerce yıl geçmesine rağmen insanlığın; Allah’a ait
olanı, varlıkların yani “halkın doğal kaynaklardaki mülkiyet hakkı”
olarak görmesi yerine, “sahipsizlik” sıfatına taşımaları
benliklerdeki “sınırsız ve haksız mülkiyet” arzusunu hep iktidara
taşımaktan uzaklaşmadığı gerçeğidir.
Bu
kıssanın sonucunda, yani “Allah’ın dişi devesini” öldüren antik Semud kavminin
ve modern çete “G20’nin” asal olan “yağmacı ve gaspçı” mantığını şu dört
maddede özetleyebiliriz:
1-
Doğal kaynaklar(iktisat/rızıklar) üzerindeki mülkiyet hakkı yalnızca güçlülere
aittir.
2-
Güçlüler, elde tuttuğu doğal kaynaklara (iktisadi pazara) zayıf ortak kabul
etmez.
3-
Zayıflar, izinsiz olarak doğal kaynaklar üzerinden pay alacak kararlar
veremez.
4-
Gelecek nesillerin doğal kaynaklarda hakkı yoktur veya bu pay zayıf soylulara
sınırlanmıştır…
Yeri
gelmişken, devenin “dişilik” sıfatının doğal hayatın/canlılığın
korunması ve ekosistemin bir sembolü olarak, üreteceği gelecek kuşaklar/bereket
anlamlarına taşınmasının doğru olacağı kanaatindeyim. Ayette geçen “9
Çete” sayısının ise insanlığın uygarlık sürecinde ortaya
çıkardığı/çıkaracağı; yağmacı ve gaspçı rejimlerinin niceliksel tezahürlerine
işaret etmiş olması mümkündür…
Diğer taraftan bir isim tamlaması olan “Allah’ın
dişi devesi”nde, “sahipliğin” “Allah” ismine bağlanması, burada
asıl ve (gizli) öznel olan “halkın” yerine kullanılmış olması
ontolojik bir ilkedir. Çünkü Yaratıcı’nın varlığa ihtiyacı olamadığı gibi,
bunun aksi olarak varlığın Yaratıcı’ya ihtiyacı bir zorunluluktur. Yine
Kur’an’da dişi deveye benzer bir gizli özne kullanımı “karz-ı hasen” ayetinde
de geçmektedir. “Kim Allah’a borç verirse…” (Yuqridullâhe/ يُقْرِضُ اللَّهَ /Hadid,
11) ayetinde borç verilen “Allah”
lafzı “halk” yerine kullanılmıştır.
Bu çıkarsamadan sonra Semud Çetesi’nin gaspçı
tutumunu modern zamana taşırsak; “Boş -imarlı, imarsız- araziler, yerüstü besin
kaynakları -ekim alanları, ormanlar, akarsular-, yeraltı suları, rüzgârlar,
madenler ve diğer enerji kaynakları sıradan “halka ait değildir.” (Hazine’nin,
TOKİ’nin, DSİ’nin, B Petrol’ün, X Madencilik’in, Y Holdingi’nin, Z
Bankası’nındır…) şeklinde bir güncel algı söylemine dönüştüğünü görürüz. Evet,
günümüzde de bütün doğal kaynaklar halkın değil, yukarıda Semud Çetesi’nde görülen
maddelenmiş yaklaşımlara sahip güçlülerindir. Bu “güçlüler”
tarihin bilinen sürecinde, “siyasal” erki ele geçiren ve “iktisat”
sistemin yapısını belirleyip; mülkiyet hukukunu biçimlendiren ve yasa koyucu
olarak ve “sivil halkı/toplumu” yöneten “sermayeci siyasal
toplum çevresi” olmuştur…
Durum böyleyken Müslüman (dindar) ise; mülkiyet
kavramını yine ona benzer gibi duran ama farklı, diğer bir hukuk kavramı olan
zilyetlikle karıştırmaktadır. Türkçede zilyetlik;
kullanma, elde tutma; yani bulundurma, taşıma, emanet anlamlarında
kullanılırken; mülkiyet, sahiplikte
haklılık/tasarruf (yön)etme manasına gelmektedir.
Mülkiyet tamamen hukuksal olduğu halde zilyetlik
hukuk dışı da olabilir. Söz gelimi kişinin (mülkiyeti/sahipliği) kendisine
ait/rızık olmayan; lakin zimmetindeki (üstünde bulundurduğu) bir mal/eşya,
hukuken şu üç durumdan biri olmak zorundadır; a- çalıntı, b- gasp, c- emanet/gözetme. Mülkiyet, hukuken
sahiplik/egemenlik kazandırıp hâkimiyet yani tasarruf etme (yönetme) hakkı
verirken; zilyetlik bu hakkı sağlamaz, fiilen geçici egemenlik durumunu
gösterir. Buna göre zilyetlik, kişide bulunan bir nesneyi veya durumu
hırsızlık, zor kullanarak ele geçirme ya da başkasına teslim etmek üzere taşıma
halinde görülebilir. Mülkiyet hakkı sahiplik öznesine; bir malı veya hizmeti
satma, kiralama ve devretme (miras ve bağış) özgürlüğü/rızık hakkı
vermektedir. Zilyetlikte ise bu hukuki
davranışlar, mülk/rızık sahibinin verdiği yetki ve izinle yapılabilir. Son
olarak mülkiyet; hem sahip olma hem de zilyetlik hukukunu birlikte içerirken,
zilyetlik yalnızca eldecilik hakkı kazandırmaktadır. (Her ikisi de hukukta
karinesiyle bilinip birbirinden ayrılır.)
Halkın zihninde, “Mülk Allah’ındır”
vecizesinin iktisadi ve siyasi bir anlamı yoktur. Hukuksal dil semantiği
açısından ontolojik bir kavramsallığı bir türlü bulamamıştır. Müslümanlar (din
adamı ve dindar) tarafından içi boş ve basit, uhrevi/dinsel bir retorik haline
dönüştürülmüştür. Yani dindarın inancında, yersel bir hukuk yaptırımı ve yasal
bir uygulama değeri taşımaz. Yoksul için kaderciliğin sığınağı ve
kanaatkârlığın avuntusu olmaktan; varsıl içinse hesabını yalnızca ahirette
vereceği zenginliğinin/malının, sözlü veya yazılı olarak duvara asılı bir
levhasından öteye geçmez. Bu levha da dünya terekesinin/gasp vebalinin
kamuflajı olarak kullanılır. Eğer öyleyse değilse Anadolu’da ve büyük şehir
varoşlarında, binaların duvarına “Mülk Allah’ındır” yazısını konduran Hacı Emmi
kalkıp da; Allah’ın mülkünü satma, kiraya verme, ahirete göçmeden önce veya
sonra miras bırakma hakkına sahip olmamalıdır! Çünkü hiç kimse Allah’ın
mülkünü; satma, kiraya verme ve miras bırakma hakkına sahip değildir. Eğer
sahipse o halde Hacı Emmi, apartman duvarına “Mülk Hacı’nındır”
yazması gerekecek (zaten tapuda da bu yazıyor) ve böylece hesap vermek üzere
dünyada halkla; ahirette zebanilerle yüz yüze gelecektir. Ya da apartman, Hacı
Emmi’nin zilyetliğindedir ki; bu en iyimser bakışla (hukuki durum; c-
emanet) miras/bağış(!) yoluyla elde etmiş olmalıdır, yoksa (hukuki durum; a-
ve b-) hırsızlık ya da gasp yoluyla ele geçirilmiştir. Çünkü apartmanın
mülkiyet hakkı Allah’ta, zilyetliği kendisinde olan biri, mülk/mal (apartman)
üzerinde hukuki tasarrufta bulunamaz. Burada “Hacı Emmi” ancak “rızık”
hakkına sahiptir ki, bunda da bütün kullar eşittir ve halkın da o apartmanda
rızık hakkı vardır…
İslam’a göre varlıklar/yaratılmışlar sonludur.
Bütün kozmos/kâinat, Yaratıcının emriyle vardır ve sonunda yine onun emriyle
yok olacaktır. Yaratıcı tek başına, bu evrenin düzen koyucusu ve denetçisidir.
O halde herkes dünyada geçici, yani emanetçidir. Ölümlü bir insan ve kıyametle
yok olacak sonlu bir kâinat vardır. Bu ontolojiye dayanan dindar, Kur’an’daki
mülkiyet vecizesini kendisi ve çevresi için bir aldatmacaya dönüştürmüş; ortada
bir “Mülk Allah’ındır” kılıfıyla gezip durmaktadır!
Bu noktada Hacı Emmi gibiler, “Derviş Yunus”
maskesiyle hem Allah’tan hem de halktan gizlenme kurnazlığı/yanılgısı içine
düşmüştür... Her fırsatta paylaşma, eşitlik ve adaletten hep uzak duran
insanoğlu; “geçici dünya nimetlerini” sonuna kadar kullanır,
sonra da zilyet olarak; elinde tuttuğu bu nimetleri/edinimlerini, “Mülk
Allah’ındır” sözüyle makyajlayıp süsler. Böylece kapitalist sistemden de
rahatsızlık duymaz. Çünkü “Allah, mülkü
dilediğine verir…” (Âli İmran, 26.) ayeti de
aynı ontolojik tanımsızlığın bir parçası haline gelmiştir. Lakin her ne
sebeptense; kendisi de karinesi de her zaman hukuksal ve ontolojik olarak
tartışmaya açık durumdaki bu “sınırsız zilyetliği” yalnızca kendisine ait bir
“rızık-hak” olarak varsayıp durur…
Mülkiyetin yani iktisadi-siyasi iktidarın/sahipliği
ve zilyetliğini; halk kavramıyla ilişkisini ortaya koymak için yukarıdaki
yaklaşımın ontolojik olarak ele alınması gerekmektedir. Ancak bu şekilde
mülkiyeti yeniden tanımlamak ve sınıflamak mümkün hale gelecektir. Aksi halde
her varlığın eşit ve zorunlu ihtiyacı/bağımlı olduğu mülkiyeti, sözlü biçimiyle
Tanrı’ya devredip fiilen mülkü sahipsizleştirerek; varlık yerine kullandığımız
“halkın mülkiyet hakkı=halkın iktisat/rızk ve siyasal iktidarı”
kavramının sonunu getirmiş olacağız. Şöyle ki; eğer mülkiyet, eşitlikçi ve adil
bir paylaşımla halka (topluma) ait olmaz ise Tanrı adına davranan veya Tanrıyla
çatışan kralların; sultanların, burjuvanın, kilisenin, halifenin, sermayenin ve
kısaca iktidarın (siyasal toplumun/müstekbir) eline verilmiş olacaktır. İşte Kur’an’daki mülkiyet ayetlerinde “en
güçlü ve en kutsal” olan Allah,
kendi adını halkın yerine koyarak, halkın mülkiyet hakkını “en
güçlü ve en kutsal” konuma çekip, böylece varlıkların (halkın) mülk
(iktisat ve yönetme) hukukunu korumaya almış olmaktadır...
Yanlış mülkiyet algısı,
yani hırsızlık ve gasp olgusu ne zaman başladı? Sümer’de mi, Asur’da mı, Eski
Mısır’da mı, yoksa Hititlerde mi? Ya da dindar algısında; Nuh kavmi, Yunus
kavmi, Ad kavmiyle Musa’dan ve İsa’dan bu yana Semitik dinler çağından mı
kaldı? Bu sorunun cevabı insanlık/uygarlığın iktisat ve siyaset tarihinde
saklıdır.
Eleştirdiğimiz “günümüz mülkiyet yanlış algısı”
sorununu daha da irdelemek gerekmektedir. Gasp ve yağmacılığa karşı
(antikapitalist) bir düşünüşle “mülkiyetin; bir iktisat ve siyasi
iktidar” olduğu ilişkisini, dindarın da ateistin de zihninde
doğru bir şekilde kavramsallaştırmak ve yerleştirmek büyük önem arz etmektedir.
Bir Müslüman olarak “Mülk Allah’ındır”
sloganını Semud’da olduğu gibi çağımızın da “sahipsizlik/lükata”
aldatmacasından(!) kurtarmak için, “Mülk de iktidar da halkındır”
şeklinde kullanmayı öneriyorum…
[1]
Araf, 73-79; Hud, 61-68; Neml,45-53; Hicr, 80-84; Şuara, 141-159; Kamer,
23-31; Şems, 11-15
2 Neml,45
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder