Sayfalar

2 Temmuz 2012 Pazartesi


TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-1

Ötzi’yi Kim, Neden Öldürdü?

“Soluk soluğa kalmıştı…
Bir saatten fazladır hiç durmadan kaçıyordu. Sivri ve keskin kayalar ellerini parçalamış, yer yer kar dolu çukurlara batıp çıkmaktan, kayadan kayaya atlamaktan artık gücü kalmamıştı. Sol omuz altındaki acı gittikçe artıyor; boynundan ve belinden yayılarak bütün bedenini sarıyordu. Sol bacağından ayağına, oradan da yere sızan kan bir türlü durmuyor; beyaz karlar üzerindeki kırmızı damlalar onu, bırakmaksızın takip ediyordu…
Büyükçe bir kayanın dibinde, biraz dinlenmek için sağ yanı üstüne uzanıp omzuyla da kayadan destek aldı. Korkuyla ve güçlükle dönüp arkasına baktı, kimseler yoktu. Dağın sarp yamacının bitmesine ramak kalmıştı. Az ileride, elli ağaç boyu ya da iki ok menzili kadar mesafe vardı kendi topraklarına.  Ah bir ulaşsaydı şu ormanına...  
Hâlbuki daha henüz sonbaharda, rakip kabile Hirşeleri bu yamaçlardan kovup av arazilerini genişletmişlerdi. Bu yamaçlar için, kabilesinden on beş kadar erkek avcı yaşamını yitirmişti; tabi düşmanlarından daha fazlasını öldürmüşlerdi. Bu çarpışma ve ölümlerden sonra Hirşeler; kayalık yamaçların öteki tarafına çekilmişlerdi, şimdilik. Toparlanıp tekrar saldırmak üzere baharı bekliyorlardı.  Her iki düşman taraf da, dağ keçilerinin bol olduğu bu araziden biraz zor vazgeçerdi. Demek ki, bu av arazisi savaşı hiç bitmeyecekti… Ötzi’nin kabilesi Falkonlar, uzun yıllar önce totemini ‘kızıl kartal’ olarak değiştiren yaşlı büyücü ve ona inananlardan olup, diğerlerinden ayrılmıştı. Ötzi’nin çocukluğunda, dağlarda on günlük bir yürümeyle daha güneye taşınmışlardı. O tarihten sonra Hirşeler, ‘geyik’ totemini yalnız başına kullanır olmuştu. Ötzi ve topluluğu Falkonlar ise yeni totemleri ‘kızıl kartalı’ vücutlarının farklı yerlerinde dövme yaparak taşımaya başladılar. Bu totem farkı onları av arazisinde de ikiye ayırmıştı…
Ötzi, nehrin yukarı bölümüne dalgınlıkla çıkmış, bir dağ keçisi sürüsünü izlerken farkında olmadan Hirşelerin av arazilerinde epeyce ilerlemişti. Takip ettiği keçilerden birini, 4-5 okla güç bela vurup; çakmak taşından bıçağıyla henüz parçalamıştı. Tam dönüş yoluna koyulurken Hirşe kabilesi avcılarının keskin gözlerine yakalanmıştı. Avladığı keçiyi olduğu gibi bırakmış; sadağını, yayını ve çok değerli bakır ağızlı baltasını kapıp adeta bir dağ aslanı gibi fırlayıp hızla koşmaya başlamıştı. Ensesinden ve başının üstünden vınlayan oklardan kurtulmak için bütün gücüyle kayalıklara doğru koşmuştu. Düzlük bitip sarp arazi başlarken sol omzunda korkunç bir acı hisseti. Keskin bir tıslamayla çarpan okun can yakıcı acısıyla sarsılmıştı; ama kaçmaktan da vazgeçmemişti…
Yaslandığı kayanın dibi güneş almadığı için zemin buzullaşmış haldeydi. Üzerine uzandığı karlar gittikçe kızıla boyanıyordu; tıpkı vurduğu dağ keçisinin boyadığı gibi… Akşam güneşinin cılız ışıkları, Alplerin yalçın kayalarını son kez yalarken; gün boyu eriyen kar sularının bitkin damlaları da artık buz tutmaya başlamıştı. Ötzi’nin kımıldayacak hali kalmamıştı. Artık sol omuzunun acısını, ayaklarını ve ellerinin üşümesini hissetmiyordu. Fersiz gözleriyle, kızıllaşan gökyüzüne son bir gayretle baktı. Kısa bir süre de olsa, belki ‘kızıl kartalı’ görme umudu vardı, durmaya yakın kalbinde. Çünkü o kabilesi sayılır; onları temsil ederdi. Onu göremeyince bu kez vadiye çevirdi bitkin gözlerini. Kabilesine duyduğu sevginin ve bağlılığının arzusuyla, onlara bir kez daha seslenmek istedi; av dönüşünü bildiren kabile çığlığıyla…
Ve Ötzi’nin son çığlığı; Alplerin karlı tepelerinden aşağıdaki ormana, oradan da vadiye doğru yankılanarak yayıldı…”  
Bu kısa öykünün esin kaynağı;
Kuzey İtalya’nın Avusturya sınırındaki Alplerde, buzlar içinde donmuş halde bulunan bir erkek cesedidir. Bilim insanlarının, donmuş ceset üzerinde yaptıkları araştırma sonuçlarına göre; bu orta yaşlı erkeğin, yaklaşık 5300 yıl önce öldüğü hesaplanmıştır. Ölüm sebebi, sol omuz altına saplanmış bir okun açtığı yaranın sebep olduğu kan kaybıdır. Bu isim cesede sonradan, bulunduğu bölgenin adından esinlenerek bilim insanlarınca verilmiştir.  
Bilim insanlarının Ötzi hakkında verdiği bilgilerin özeti şöyledir;
“Ötzi, Eylül 1991'de Ötztal Alplerinde yolunu kaybeden iki Alman turist tarafından bulunmuştu. Kayaların arasındaki bir çatlağın içinde tamamen buzlarla kaplı olarak saklı kalmıştı. Boyu 1.59 m, 50 kiloda ve 46 yaşlarında olduğu, buzun baskısıyla burun kemiği ve vücudundaki birçok kemiğin kırıldığı belirlendi. Ötzi, şimdiye kadar bulunan; bakır çağının başlangıç dönemine ait ve bakırı, metal olarak kullanan ilk insanlardan. Daha önce bu dönem Avrupa insanı için; ilkel bir yaşama sahip olduklarını, çok basit giysileri olduğunu ve hiçbir teknolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorduk. Ancak Ötzi ve yanında bulduklarımız; o döneme ve yaşadıkları dağlık bölgenin koşullarına çok iyi adapte olduklarını açıklıyor. Dağda seyahat ediyorlardı. Yabani keçi derisinden çok iyi kıyafetler yapılmıştı. Bakır çağı için çok iyi durumdaki teknoloji ve silahlara sahiplerdi. Bizim için büyük sürpriz oldu, çünkü 5 bin yıl önce hiç bir metal araç olmadığını düşünüyorduk. Bu, o döneme ait görüşlerimizi değiştirdi. Ötzi’nin ardından arkeolojik araştırmaların seyri tamamen değişmiştir...”
Evet, Ötzi’nin cesedi insanlık için önemli bir mirastır. Birçok bilim dalı için çok değerli sayılan verilerle zamanımıza kadar ulaşmıştır. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji, iktisat tarihi, siyaset bilimi ve diğerleri için. Mısır piramitleri (Firavun’un ibretlik bedeni) dinler tarihi için ne kadar önemli ise Ötzi de iktisat tarihi için en az bu kadar önemlidir…
Başta klasik antropolojinin, dönemle ilgili teorisini gözden geçirmesine neden olan Ötzi; yaşadığı dünya ve yarımküresinin kuzeyinde yer alan bölgenin, “yarı göçebe; avcılık ve toplayıcılık” döneminden taşıdıklarıyla o dönemin iktisadi faaliyet ve sosyal yaşamı hakkında önemli ipuçları vermekteydi.  
Bilim insanlarınca üzerinde yapılan laboratuar araştırmalarında Ötzi’nin yediği son besinler şöyle tespit edilmişti; kızıl geyik eti, biraz tahıl ve biraz da yaban keçisi etidir. Ayrıca, mevcut Avrupa gen bankasında yapılan araştırmalara göre, Ötzi’nin kişisel genetik soyunun devam etmediği de tahminler arasına koyuldu.
Henüz yeterli bir tarım üretimine ve tam bir yerleşik hayata geçmemiş olası durumundaki Ötzi ve kabilesi, bu dönemin temel iktisadi davranışına bağlı olan; çoğu “hazır” bulunan besin ve doğal kaynaklara dayalı bir hayat tarzını sürdürdükleri ihtimalini güçlendirmektedir. Aynı zamanda kabilesiyle birlikte geçici veya mevsimlik yerleşim alanları oluşturduklarını da varsayabiliriz. Sol omuz arkasından okla vurularak öldürüldüğü bulgusundan hareketle Ötzi’nin ve kabilesinin; iyi bir tahminle kendileriyle kan bağı/akraba olan rakip bir kabile veya düşman avcı bir toplulukla komşu oldukları sonucuna götürmektedir bizi.
Hepsinden önemlisi bu tarihi verilere bakarak; “toprak mülkiyeti ve üretim araçları sahipliğinin” getirdiği iktisadi davranış, sosyal yapı ve siyasal sonuçlar hakkında kuramsal bir düşünüşte bulunabiliriz…  
Elde edilen bulgularla, olası bir yerleşik yaşamı veya kısmi tarımla uğraşmış olsa dahi Ötzi’nin ait olduğu topluluğun; hem avlanmak hem de av bölgelerini elde tutmak ve genişletmek amacıyla dönemin en iyi silahlarını ürettikleri veya elde ettikleri anlaşılmaktadır. Bu silahları mülkiyet ihlaline karşı acımasızca kullandıkları da kesindir. Öte yandan, insanlığın bu “yarı yerleşik-avcılık” geçiş döneminde av arazisinin sürekli olarak korunması, değiştirilmesi veya genişletilmesinin oldukça önemli olduğunu; doğal hayat içinde olan günümüz Afrika yerlilerinden de anlayabiliriz. Ayrıca her canlı gibi, her gün beslenme çabasında olan insan türünün; diğer et yiyen vahşi hayvanların doğal yaşam ve avlanma arazilerinin 20-30 katı büyüklükteki alanlarda avcılık ve toplayıcılık faaliyetinde bulunduklarının tespiti yakın döneme kadar izlenmiştir.
                Bu durum, tarih boyunca birbirinden ayrı ve farklı yaşayan insan topluluklarını hasmane bir rekabetle yüz yüze bırakmış ve kanlı savaşlarla elde edilen; sınırsız mülk kazancından gelen refah için, bu isteğin gasp ve sömürü aracına/iktidara dönüşmesinin temel nedeni olmuştur.  
Bu makalenin amacı, Marksist antropolojik yaklaşımın (İnsanın tarihte geçirdiği iki önemli evrimi vardır. Biri, maymundan gelen/biyolojik; diğeri vahşi, ilkel, barbar-feodal dönemlerden geçerek kapitalizme ulaşan; toplumsal-kültürel evrimdir.) etkisinde kalan öykünmeci İslamcı düşünüşü eleştirmek ve bu felsefi yorum süreçlerini reddeden at gözlüklü dindarın ilgisizliğini tartışmak içindir.
Bu yazının konusu; Marksist/bilimsel sosyalizmi eleştirmek değildir. Bu sosyalizmin kendi tezlerinin, insanlığın ürettiği siyaset ve iktisat felsefesine katkısı açısından ayrı bir özgünlüğü ve değeri vardır. Konu, bilimsel sosyalizmden etkilenen modern dönem Müslüman düşüncesinin bir bölümünü eleştirmektir.
Yine Marksizm’e göre; kendine yetersiz olan insan, tanrıyı üretmiştir. Neolitik devrimle birlikte; bu yolla kendisinde olan özgürlük-emek olgusunu tanrıya veya onu temsil eden güçlere teslim eder. Bu emek ve özgürlük kaybı insana, dünyaya ve kendisine yabancılaşmayı da beraberinde getirir. İnsanı, emeğinin karşılığı olan artı ürünün kaybına götüren bu yabancılaşma, aynı zamanda mülkiyet ve üretim araçlarının da kaybı demektir. İnsanın bu kayıpları (doğal, teknolojik ve ekonomik); zamanla özel mülkiyet adı altında kapitalistlerin eline geçer. İnsanın bunlara tekrar kavuşması için devrim yapması ve toplumdaki sınıfları ortadan kaldırıp, kölelikten sıyrılması gereklidir. Bunun en kısa yolu da şudur; eğer “tanrı/iktidar, sınıflar ve özel mülkiyet” ortadan kalkarsa insan da özgürleşir…
Marksizm’e göre insanlık tarihi; mülkiyet ve sınıf mücadelesinden ibarettir. Üstteki paragrafta geçen “sınıf mücadelesi” Müslümanlar için; “tanrı” yerine “putları”, “özel mülkiyet” yerine de “hak mülkiyeti” kavramını koyduğunuzda ancak o zaman bir kıymet kazanır. Aksi halde bu, biz Müslümanların ilgi ve algı alanı dışında kalır…  
Bugünkü İslamcı öykünmeci söyleme dönersek, Marksist söylemdeki gibi; “avcı toplayıcı topluluğu” barışçıl; yerleşik hayata/iktisat tarzına geçen “tarım toplumunu” ise “mülkiyetçi-köleci-sınıflı” savaşçı olduğu nitelemesine gider. Bu öykünmeyle kapitalizme karşı mücadelede ortaya konan İslamcı tez de Marksist “tarihsel materyalizmi” referans almaya çalışıp ezici Müslüman kitlenin tepkisini çeker.
Bu durum her iki tarafın da zararınadır. Müslüman kitle, çağlar boyunca ram olduğu “tanrısal iktidarlara” karşı “haksız mülkiyet” olgusunu sorgulamaması yüzünden modern dönemde de kapitalizme angaje olur. Antikapitalist İslamcılık ise bu kitlenin algısına dönük özgün düşünüş geliştiremediği için söylemi algılanmaz olur.
Sorun, bu İslamcı düşünüşün tarihsel verilerle (antropoloji, arkeoloji, etnoloji, etimoloji vs.) İslam’ın temel dayanağı Kur’an kaynaklı bilgilerin örtüşmesiyle istikamet bulup özgün bir söylem üretmemesidir…
Evet, bu Müslüman düşünüş biçimi; ilkel yaşamda “mülkiyetsiz, sınıfsız ve barışçıl bir insanlık kökeni” varlığından yola çıkarak bu kez de bir İslami ütopya üretmeye çalışır. Yani bugünkü azgın kapitalist düzenlerin sömürü-yağmacı güçlerine karşı bir mücadele söylemi geliştirmek ve de antikapitalist Müslüman toplum inşası için özgün bir söylem üretmek yerine, hazır Marksist argümanları bu çeşit tezlerine katalizör olarak kullanmaya çalışırken yanılgılara düşmekten kurtulamaz.
Bilimsel Sosyalizme göre tarihte Nil, Fırat, Dicle ve İndus vadilerinde neolitik devrimle görülmeye başlayan şehirleşme; insanlığın köleci, sınıflı ve sömürü döneminin başlangıcıdır. Yani tarım toplumunun toprak mülkiyeti, üretim araçlarının geliştirilmesiyle gelen ürün fazlalığı ve getirdiği iktisadi-siyasi/köleci-sömürü düzeni; yerleşik toplum marifetiyle bugünkü modern kapitalist dünyanın uygarlık tarihindeki temelleri olmuştur. Bu yaklaşım, görünüşte doğru gibidir. Fakat mülkiyet ve onun etrafında oluşan tüm kavramsallaştırmalar, olması gereken İslami bir özgün düşünüşle tam olarak örtüşmez; her şeyden öte, İslami ilahiyat ontolojisiyle uyuşmaz. (Bu konu ayrı bir inceleme konusudur.)
İranlı Müslüman Sosyolog Ali Şeriati’den de esinlenmiş bu biçim düşünüş söylemi, din dilinde şöyle de ifade edilebilir;
“Âdem’in oğullarından; yerleşik (tarımla uğraşan-çiftçi) olan Kabil’in; avcı olan Habil’i (hayvancılıkla uğraşan-çobanı) katledip yeryüzünde köleci-sınıflı toplum düzenini kurmuştur.”
Evet, uygarlığın köklerine inildiğinde, kısmen arkeolojinin verileri ve Semitik kaynaklar bu durumu böyle açıklar. Ama bu yorumun iki büyük sorunu vardır. Birincisi; Kur’an’da Habil-Kabil isimleri geçmediği gibi bunların iktisadi davranışları hakkında bilgi de verilmez. Bu bilgiler muharref Tevrat’tan alıntıdır. Kur’an yalnızca kurbandan söz eder. (Kurban; bireyin ekonomik faaliyetinden ‘elde ettiğini ve ihtiyacının fazlasını’ toplumuyla paylaşma; yani ‘artı ürünü’ toplum yarına harcamaktır. İnsanlığın eski, tarihi verileri düşünülerek “Âdem -iki- oğullarının” avcılık ve çiftçilik rolleri içinde olduğu kabul edilebilir bir yorumdur.) İkincisi; bu cinayeti işleyenin durduğu yer yanlıştır.  Sorun buradadır; Kur’an ayeti, Marksist antropolojiyle harmanlanarak spekülatif bir yoruma dönüştürülmüştür. Halbuki Habil adıyla örneklenen Adem (oğlu)ları avcılıkla uğraşan bu değil, Kabil adıyla örneklenip tarımla uğraşan ve araziye çit çeviren de o değildir. Durum bunun tam tersidir. Kardeşini öldüren, yani “katil, avcıdır.”  Öldürülen kardeş, yani “maktul, çiftçidir.” 
Belleğimize kazınan bu algılar üzerinden oluşturulan tarihsel bir siyaset ve iktisat süreci yorumu, bugünkü İslamcı düşünüş argümanlarımızın oluşmasında özgünlüğümüzü kaybetmemizin en büyük sebebidir. Hâlbuki Kur’an’da bildirilen tek ümmet ve barışçıl dönemin; dünyadaki insan nüfusunun çok az olduğu, ilahi olanla uyum (doğaya saygı-fıtri/tevhidi inanç) içindeki bir devreyi ve yaşam tarzının henüz (göçebe-yerleşik ayrımının olmadığı) farklılaşmadığı sürecini işaret etmiş olmalıdır. Yoksa Âdemoğullarının, (sözde) ilkel/barbar dönemde aynı ve benzer/ortak iktisat davranışına sahip, nüfusu artan toplulukları hep mülkiyetsiz; birbirleriyle “rekabetsiz ve barış içinde yaşadılar” varsayımının geçerliliğini önümüze getirmez.  
Nitekim kabul gören verilere sahip örnekteki Ötzi’nin yine avcı olan rakip-düşman kabile tarafından öldürülmesi buna kanıttır. Ayrıca yerleşik tarımsal hayatın/çiftçiliğin başlarında, iki kabile arasında toprak mülkiyeti savaşlarının yapılmış olması da pekâlâ mümkündür…
Bu makale, bu konu için ele alınmıştır. İlerleyen bölümlerinde “Âdemoğullarının” yol ayrımının tarihinde farklılaşan bu iki hayat tarzından hangisinin diğeri üzerinde hegemonya, sömürü ve mülkiyet/iktidar dayatmasında bulunduğu; bu iki (avcı-çiftçi) topluluktan hangisinin sömürgeci ve köleci toplumları var eden rejimleri ve ürettiği kapitalizme; hangisinin ruhsal karakter ve kültürel miras/iktisat yöntemi aktardığının ayrıntısına girilecektir.
Marksist söylemin güçlü bir argümanı olan “biyolojik ve kültürel evrim” ve getirdiği “din-mitoloji paradoksuyla” ürettiği “diyalektik tarihi materyalizminin” sonucu olan mülkiyetsizlik ütopyasının aksine üreteceğimiz söyleme ulaşmak için, sonraki yazıda alt başlıklar şunlar olacaktır;
Tarım toplumu barışçıdır; hak mülkiyetini savunur ve kanaatkâr inançlıdır…
Avcı toplumu savaşçıdır; sınırsız özel mülkiyeti savunur ve iktidar olmayı ister…
Bu başlıkların açılımından yola çıkarak; İslami düşünüşte kapitalizme karşıt olan bir “hak, mülkiyet ve rızık/iktisat” tanımlaması çabasına gidilecektir…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder