TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-1
Ötzi’yi Kim, Neden Öldürdü?
“Soluk soluğa
kalmıştı…
Bir saatten fazladır
hiç durmadan kaçıyordu. Sivri ve keskin kayalar ellerini parçalamış, yer yer
kar dolu çukurlara batıp çıkmaktan, kayadan kayaya atlamaktan artık gücü
kalmamıştı. Sol omuz altındaki acı gittikçe artıyor; boynundan ve belinden yayılarak
bütün bedenini sarıyordu. Sol bacağından ayağına, oradan da yere sızan kan bir
türlü durmuyor; beyaz karlar üzerindeki kırmızı damlalar onu, bırakmaksızın
takip ediyordu…
Büyükçe bir kayanın
dibinde, biraz dinlenmek için sağ yanı üstüne uzanıp omzuyla da kayadan destek
aldı. Korkuyla ve güçlükle dönüp arkasına baktı, kimseler yoktu. Dağın sarp
yamacının bitmesine ramak kalmıştı. Az ileride, elli ağaç boyu ya da iki ok
menzili kadar mesafe vardı kendi topraklarına. Ah bir ulaşsaydı şu ormanına...
Hâlbuki daha henüz
sonbaharda, rakip kabile Hirşeleri bu yamaçlardan kovup av arazilerini
genişletmişlerdi. Bu yamaçlar için, kabilesinden on beş kadar erkek avcı yaşamını
yitirmişti; tabi düşmanlarından daha fazlasını öldürmüşlerdi. Bu çarpışma ve
ölümlerden sonra Hirşeler; kayalık yamaçların öteki tarafına çekilmişlerdi,
şimdilik. Toparlanıp tekrar saldırmak üzere baharı bekliyorlardı. Her iki düşman taraf da, dağ keçilerinin bol
olduğu bu araziden biraz zor vazgeçerdi. Demek ki, bu av arazisi savaşı hiç
bitmeyecekti… Ötzi’nin kabilesi Falkonlar, uzun yıllar önce totemini ‘kızıl
kartal’ olarak değiştiren yaşlı büyücü ve ona inananlardan olup, diğerlerinden
ayrılmıştı. Ötzi’nin çocukluğunda, dağlarda on günlük bir yürümeyle daha güneye
taşınmışlardı. O tarihten sonra Hirşeler, ‘geyik’ totemini yalnız başına kullanır
olmuştu. Ötzi ve topluluğu Falkonlar ise yeni totemleri ‘kızıl kartalı’ vücutlarının
farklı yerlerinde dövme yaparak taşımaya başladılar. Bu totem farkı onları av
arazisinde de ikiye ayırmıştı…
Ötzi, nehrin yukarı
bölümüne dalgınlıkla çıkmış, bir dağ keçisi sürüsünü izlerken farkında olmadan Hirşelerin
av arazilerinde epeyce ilerlemişti. Takip ettiği keçilerden birini, 4-5 okla güç
bela vurup; çakmak taşından bıçağıyla henüz parçalamıştı. Tam dönüş yoluna
koyulurken Hirşe kabilesi avcılarının keskin gözlerine yakalanmıştı. Avladığı
keçiyi olduğu gibi bırakmış; sadağını, yayını ve çok değerli bakır ağızlı
baltasını kapıp adeta bir dağ aslanı gibi fırlayıp hızla koşmaya başlamıştı.
Ensesinden ve başının üstünden vınlayan oklardan kurtulmak için bütün gücüyle
kayalıklara doğru koşmuştu. Düzlük bitip sarp arazi başlarken sol omzunda korkunç
bir acı hisseti. Keskin bir tıslamayla çarpan okun can yakıcı acısıyla
sarsılmıştı; ama kaçmaktan da vazgeçmemişti…
Yaslandığı kayanın
dibi güneş almadığı için zemin buzullaşmış haldeydi. Üzerine uzandığı karlar gittikçe
kızıla boyanıyordu; tıpkı vurduğu dağ keçisinin boyadığı gibi… Akşam güneşinin
cılız ışıkları, Alplerin yalçın kayalarını son kez yalarken; gün boyu eriyen kar
sularının bitkin damlaları da artık buz tutmaya başlamıştı. Ötzi’nin
kımıldayacak hali kalmamıştı. Artık sol omuzunun acısını, ayaklarını ve
ellerinin üşümesini hissetmiyordu. Fersiz gözleriyle, kızıllaşan gökyüzüne son
bir gayretle baktı. Kısa bir süre de olsa, belki ‘kızıl kartalı’ görme umudu
vardı, durmaya yakın kalbinde. Çünkü o kabilesi sayılır; onları temsil ederdi.
Onu göremeyince bu kez vadiye çevirdi bitkin gözlerini. Kabilesine duyduğu
sevginin ve bağlılığının arzusuyla, onlara bir kez daha seslenmek istedi; av
dönüşünü bildiren kabile çığlığıyla…
Ve Ötzi’nin son
çığlığı; Alplerin karlı tepelerinden aşağıdaki ormana, oradan da vadiye doğru yankılanarak
yayıldı…”
Bu kısa öykünün esin
kaynağı;
Kuzey İtalya’nın Avusturya
sınırındaki Alplerde, buzlar içinde donmuş halde bulunan bir erkek cesedidir. Bilim
insanlarının, donmuş ceset üzerinde yaptıkları araştırma sonuçlarına göre; bu
orta yaşlı erkeğin, yaklaşık 5300 yıl önce öldüğü hesaplanmıştır. Ölüm sebebi,
sol omuz altına saplanmış bir okun açtığı yaranın sebep olduğu kan kaybıdır. Bu
isim cesede sonradan, bulunduğu bölgenin adından esinlenerek bilim insanlarınca
verilmiştir.
Bilim insanlarının Ötzi
hakkında verdiği bilgilerin özeti şöyledir;
“Ötzi, Eylül 1991'de
Ötztal Alplerinde yolunu kaybeden iki Alman turist
tarafından bulunmuştu. Kayaların arasındaki bir çatlağın içinde tamamen buzlarla
kaplı olarak saklı kalmıştı. Boyu 1.59 m, 50 kiloda ve 46 yaşlarında olduğu,
buzun baskısıyla burun kemiği ve vücudundaki birçok kemiğin kırıldığı belirlendi.
Ötzi, şimdiye kadar bulunan; bakır çağının başlangıç dönemine ait ve bakırı,
metal olarak kullanan ilk insanlardan. Daha önce bu dönem Avrupa insanı için;
ilkel bir yaşama sahip olduklarını, çok basit giysileri olduğunu ve hiçbir teknolojiye
sahip olmadıklarını düşünüyorduk. Ancak Ötzi ve yanında bulduklarımız; o döneme
ve yaşadıkları dağlık bölgenin koşullarına çok iyi adapte olduklarını açıklıyor.
Dağda seyahat ediyorlardı. Yabani keçi derisinden çok iyi kıyafetler yapılmıştı.
Bakır çağı için çok iyi durumdaki teknoloji ve silahlara sahiplerdi. Bizim için
büyük sürpriz oldu, çünkü 5 bin yıl önce hiç bir metal araç olmadığını
düşünüyorduk. Bu, o döneme ait görüşlerimizi değiştirdi. Ötzi’nin ardından
arkeolojik araştırmaların seyri tamamen değişmiştir...”
Evet, Ötzi’nin cesedi
insanlık için önemli bir mirastır. Birçok bilim dalı için çok değerli sayılan verilerle
zamanımıza kadar ulaşmıştır. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji, iktisat tarihi, siyaset
bilimi ve diğerleri için. Mısır piramitleri (Firavun’un ibretlik bedeni) dinler
tarihi için ne kadar önemli ise Ötzi de iktisat tarihi için en az bu kadar
önemlidir…
Başta klasik
antropolojinin, dönemle ilgili teorisini gözden geçirmesine neden olan Ötzi;
yaşadığı dünya ve yarımküresinin kuzeyinde yer alan bölgenin, “yarı
göçebe; avcılık ve toplayıcılık” döneminden taşıdıklarıyla o dönemin iktisadi
faaliyet ve sosyal yaşamı hakkında önemli ipuçları vermekteydi.
Bilim insanlarınca üzerinde
yapılan laboratuar araştırmalarında Ötzi’nin yediği son besinler şöyle tespit
edilmişti; kızıl geyik eti, biraz tahıl ve biraz da yaban keçisi etidir. Ayrıca,
mevcut Avrupa gen bankasında yapılan araştırmalara göre, Ötzi’nin kişisel
genetik soyunun devam etmediği de tahminler arasına koyuldu.
Henüz yeterli bir tarım
üretimine ve tam bir yerleşik hayata geçmemiş olası durumundaki Ötzi ve
kabilesi, bu dönemin temel iktisadi davranışına bağlı olan; çoğu “hazır”
bulunan besin ve doğal kaynaklara dayalı bir hayat tarzını sürdürdükleri
ihtimalini güçlendirmektedir. Aynı zamanda kabilesiyle birlikte geçici veya
mevsimlik yerleşim alanları oluşturduklarını da varsayabiliriz. Sol omuz
arkasından okla vurularak öldürüldüğü bulgusundan hareketle Ötzi’nin ve
kabilesinin; iyi bir tahminle kendileriyle kan bağı/akraba olan rakip bir kabile
veya düşman avcı bir toplulukla komşu oldukları sonucuna götürmektedir bizi.
Hepsinden önemlisi bu
tarihi verilere bakarak; “toprak mülkiyeti
ve üretim araçları sahipliğinin” getirdiği iktisadi davranış, sosyal yapı
ve siyasal sonuçlar hakkında kuramsal bir düşünüşte bulunabiliriz…
Elde edilen bulgularla,
olası bir yerleşik yaşamı veya kısmi tarımla uğraşmış olsa dahi Ötzi’nin ait
olduğu topluluğun; hem avlanmak hem de av bölgelerini elde tutmak ve
genişletmek amacıyla dönemin en iyi silahlarını ürettikleri veya elde ettikleri
anlaşılmaktadır. Bu silahları mülkiyet ihlaline karşı acımasızca kullandıkları
da kesindir. Öte yandan, insanlığın bu “yarı yerleşik-avcılık” geçiş döneminde
av arazisinin sürekli olarak korunması, değiştirilmesi veya genişletilmesinin oldukça
önemli olduğunu; doğal hayat içinde olan günümüz Afrika yerlilerinden de anlayabiliriz.
Ayrıca her canlı gibi, her gün beslenme çabasında olan insan türünün; diğer et
yiyen vahşi hayvanların doğal yaşam ve avlanma arazilerinin 20-30 katı
büyüklükteki alanlarda avcılık ve toplayıcılık faaliyetinde bulunduklarının tespiti
yakın döneme kadar izlenmiştir.
Bu
durum, tarih boyunca birbirinden ayrı ve farklı yaşayan insan topluluklarını
hasmane bir rekabetle yüz yüze bırakmış ve kanlı savaşlarla elde edilen;
sınırsız mülk kazancından gelen refah için, bu isteğin gasp ve sömürü aracına/iktidara
dönüşmesinin temel nedeni olmuştur.
Bu makalenin amacı,
Marksist antropolojik yaklaşımın (İnsanın
tarihte geçirdiği iki önemli evrimi vardır. Biri, maymundan gelen/biyolojik;
diğeri vahşi, ilkel, barbar-feodal dönemlerden geçerek kapitalizme ulaşan; toplumsal-kültürel
evrimdir.) etkisinde kalan öykünmeci İslamcı düşünüşü eleştirmek ve bu
felsefi yorum süreçlerini reddeden at gözlüklü dindarın ilgisizliğini tartışmak
içindir.
Bu yazının konusu; Marksist/bilimsel
sosyalizmi eleştirmek değildir. Bu sosyalizmin kendi tezlerinin, insanlığın
ürettiği siyaset ve iktisat felsefesine katkısı açısından ayrı bir özgünlüğü ve
değeri vardır. Konu, bilimsel sosyalizmden etkilenen modern dönem Müslüman
düşüncesinin bir bölümünü eleştirmektir.
Yine Marksizm’e göre;
kendine yetersiz olan insan, tanrıyı üretmiştir. Neolitik devrimle birlikte; bu
yolla kendisinde olan özgürlük-emek olgusunu tanrıya veya onu temsil eden
güçlere teslim eder. Bu emek ve özgürlük kaybı insana, dünyaya ve kendisine yabancılaşmayı
da beraberinde getirir. İnsanı, emeğinin karşılığı olan artı ürünün kaybına
götüren bu yabancılaşma, aynı zamanda mülkiyet ve üretim araçlarının da kaybı demektir.
İnsanın bu kayıpları (doğal, teknolojik ve ekonomik); zamanla özel mülkiyet adı
altında kapitalistlerin eline geçer. İnsanın bunlara tekrar kavuşması için
devrim yapması ve toplumdaki sınıfları ortadan kaldırıp, kölelikten sıyrılması
gereklidir. Bunun en kısa yolu da şudur; eğer “tanrı/iktidar, sınıflar ve özel mülkiyet” ortadan kalkarsa insan
da özgürleşir…
Marksizm’e göre
insanlık tarihi; mülkiyet ve sınıf mücadelesinden ibarettir. Üstteki paragrafta
geçen “sınıf mücadelesi” Müslümanlar için;
“tanrı” yerine “putları”, “özel mülkiyet” yerine de “hak mülkiyeti”
kavramını koyduğunuzda ancak o zaman bir kıymet kazanır. Aksi halde bu, biz Müslümanların
ilgi ve algı alanı dışında kalır…
Bugünkü İslamcı öykünmeci
söyleme dönersek, Marksist söylemdeki gibi; “avcı toplayıcı topluluğu”
barışçıl; yerleşik hayata/iktisat tarzına geçen “tarım toplumunu” ise “mülkiyetçi-köleci-sınıflı”
savaşçı olduğu nitelemesine gider. Bu öykünmeyle kapitalizme karşı mücadelede
ortaya konan İslamcı tez de Marksist “tarihsel materyalizmi” referans almaya
çalışıp ezici Müslüman kitlenin tepkisini çeker.
Bu durum her iki
tarafın da zararınadır. Müslüman kitle, çağlar boyunca ram olduğu “tanrısal
iktidarlara” karşı “haksız mülkiyet” olgusunu
sorgulamaması yüzünden modern dönemde de kapitalizme angaje olur. Antikapitalist
İslamcılık ise bu kitlenin algısına dönük özgün düşünüş geliştiremediği için söylemi
algılanmaz olur.
Sorun, bu İslamcı
düşünüşün tarihsel verilerle (antropoloji, arkeoloji, etnoloji, etimoloji vs.) İslam’ın
temel dayanağı Kur’an kaynaklı bilgilerin örtüşmesiyle istikamet bulup özgün
bir söylem üretmemesidir…
Evet, bu Müslüman
düşünüş biçimi; ilkel yaşamda “mülkiyetsiz,
sınıfsız ve barışçıl bir insanlık kökeni” varlığından yola çıkarak bu kez
de bir İslami ütopya üretmeye çalışır. Yani bugünkü azgın kapitalist düzenlerin
sömürü-yağmacı güçlerine karşı bir mücadele söylemi geliştirmek ve de
antikapitalist Müslüman toplum inşası için özgün bir söylem üretmek yerine, hazır
Marksist argümanları bu çeşit tezlerine katalizör olarak kullanmaya çalışırken
yanılgılara düşmekten kurtulamaz.
Bilimsel Sosyalizme
göre tarihte Nil, Fırat, Dicle ve İndus vadilerinde neolitik devrimle görülmeye
başlayan şehirleşme; insanlığın köleci, sınıflı ve sömürü döneminin
başlangıcıdır. Yani tarım toplumunun toprak mülkiyeti, üretim araçlarının geliştirilmesiyle
gelen ürün fazlalığı ve getirdiği iktisadi-siyasi/köleci-sömürü düzeni;
yerleşik toplum marifetiyle bugünkü modern kapitalist dünyanın uygarlık
tarihindeki temelleri olmuştur. Bu yaklaşım, görünüşte doğru gibidir. Fakat
mülkiyet ve onun etrafında oluşan tüm kavramsallaştırmalar, olması gereken
İslami bir özgün düşünüşle tam olarak örtüşmez; her şeyden öte, İslami ilahiyat
ontolojisiyle uyuşmaz. (Bu konu ayrı bir inceleme konusudur.)
İranlı Müslüman Sosyolog
Ali Şeriati’den de esinlenmiş bu biçim düşünüş söylemi, din dilinde şöyle de
ifade edilebilir;
“Âdem’in oğullarından; yerleşik (tarımla uğraşan-çiftçi) olan Kabil’in;
avcı olan Habil’i (hayvancılıkla uğraşan-çobanı) katledip yeryüzünde köleci-sınıflı
toplum düzenini kurmuştur.”
Evet, uygarlığın
köklerine inildiğinde, kısmen arkeolojinin verileri ve Semitik kaynaklar bu
durumu böyle açıklar. Ama bu yorumun iki büyük sorunu vardır. Birincisi;
Kur’an’da Habil-Kabil isimleri geçmediği gibi bunların iktisadi davranışları
hakkında bilgi de verilmez. Bu bilgiler muharref Tevrat’tan alıntıdır. Kur’an yalnızca
kurbandan söz eder. (Kurban; bireyin
ekonomik faaliyetinden ‘elde ettiğini ve ihtiyacının fazlasını’ toplumuyla
paylaşma; yani ‘artı ürünü’ toplum yarına harcamaktır. İnsanlığın eski, tarihi verileri
düşünülerek “Âdem -iki- oğullarının” avcılık ve çiftçilik rolleri içinde olduğu
kabul edilebilir bir yorumdur.) İkincisi; bu cinayeti işleyenin durduğu
yer yanlıştır. Sorun buradadır; Kur’an ayeti, Marksist antropolojiyle
harmanlanarak spekülatif bir yoruma dönüştürülmüştür. Halbuki Habil adıyla örneklenen Adem (oğlu)ları avcılıkla uğraşan bu değil, Kabil adıyla örneklenip tarımla uğraşan ve araziye çit çeviren de o değildir.
Durum bunun tam tersidir. Kardeşini öldüren, yani “katil, avcıdır.” Öldürülen kardeş, yani “maktul, çiftçidir.”
Belleğimize kazınan bu algılar
üzerinden oluşturulan tarihsel bir siyaset ve iktisat süreci yorumu, bugünkü
İslamcı düşünüş argümanlarımızın oluşmasında özgünlüğümüzü kaybetmemizin en
büyük sebebidir. Hâlbuki Kur’an’da bildirilen tek ümmet ve barışçıl dönemin;
dünyadaki insan nüfusunun çok az olduğu, ilahi olanla uyum (doğaya saygı-fıtri/tevhidi
inanç) içindeki bir devreyi ve yaşam tarzının henüz (göçebe-yerleşik ayrımının
olmadığı) farklılaşmadığı sürecini işaret etmiş olmalıdır. Yoksa Âdemoğullarının,
(sözde) ilkel/barbar dönemde aynı ve benzer/ortak iktisat davranışına sahip, nüfusu
artan toplulukları hep mülkiyetsiz; birbirleriyle “rekabetsiz ve barış içinde
yaşadılar” varsayımının geçerliliğini önümüze getirmez.
Nitekim kabul gören
verilere sahip örnekteki Ötzi’nin yine avcı olan rakip-düşman kabile tarafından
öldürülmesi buna kanıttır. Ayrıca yerleşik tarımsal hayatın/çiftçiliğin
başlarında, iki kabile arasında toprak mülkiyeti savaşlarının yapılmış olması
da pekâlâ mümkündür…
Bu makale, bu konu için
ele alınmıştır. İlerleyen bölümlerinde “Âdemoğullarının”
yol ayrımının tarihinde farklılaşan bu iki hayat tarzından hangisinin diğeri
üzerinde hegemonya, sömürü ve mülkiyet/iktidar dayatmasında bulunduğu; bu iki
(avcı-çiftçi) topluluktan hangisinin sömürgeci ve köleci toplumları var eden
rejimleri ve ürettiği kapitalizme; hangisinin ruhsal karakter ve kültürel miras/iktisat
yöntemi aktardığının ayrıntısına girilecektir.
Marksist söylemin güçlü
bir argümanı olan “biyolojik ve kültürel
evrim” ve getirdiği “din-mitoloji
paradoksuyla” ürettiği “diyalektik
tarihi materyalizminin” sonucu olan mülkiyetsizlik ütopyasının aksine
üreteceğimiz söyleme ulaşmak için, sonraki yazıda alt başlıklar şunlar
olacaktır;
Tarım toplumu barışçıdır; hak
mülkiyetini savunur ve kanaatkâr inançlıdır…
Avcı toplumu savaşçıdır; sınırsız
özel mülkiyeti savunur ve iktidar olmayı ister…
Bu başlıkların
açılımından yola çıkarak; İslami düşünüşte kapitalizme karşıt olan bir “hak,
mülkiyet ve rızık/iktisat” tanımlaması çabasına gidilecektir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder