KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -1-
Bu makalenin amacı;
Kaynakları semitik hale dönüştürülmüş İslam’ı antik çağın dinsel
inanışları etkisinden bir nebze de olsa uzaklaştırmak; dini, iktidarların ve
kapitalizmin politik angajmanı haline getirmiş din adamının gölgede kalan
yüzünü aydınlatmaktır…
Psiko-sosyolojik
yaklaşım
İnsanda
doğuştan gelip, bebeklik çağında güçlü bir şekilde gelişen ve ebeveyn
tarafından karşılanan bir “güvenlik duygusu” ihtiyacı vardır. Bu duygu, insanı hayata sıkı sıkıya bağlayıp geleceğe
hazırlar. İlerleyen dönemlerde, hayatla barışık yaşayan insanda gelişen; “benlik
bütünlüğü” olgusu ise insan psikolojisini olumlu davranmaya yönelten en
önemli motivasyondur…
Bu duygu
ya da ruh hali, hayatı her yönüyle sevmek demektir. Benlik bütünlüğünü sağlamış insan; yaşadığı
geçmişinden pişman olmayan ve gelecekten endişelenmeyen insandır. Geleceğin
kendisine ne getireceğini iyi bilen yaşlı insanda, ölüm korkusunu ortadan
kaldıran da yine bu psikolojidir. Bu yaşlı insan, çocukluk evresinde olan yeni
kuşaklara; ölüm korkusuzluğunu gösterip, güçlü bir özgüvenle hayata bağlılık
duygusunu aktarmış olur.(1)
Bu duygu veya ruh
hali, Yüce Yaratıcının biz canlılara verdiği büyük bir lütuftur.
Bu
girişten sonra, dinin “gelecekle”
ilgili içerdiği bilgilerin insan üzerindeki etkisini daha kolay
tartışabiliriz.
Ölüm ve
sonrasını tam olarak din açıklar ve insanı buna yalnızca din hazırlar. Eğer bu
din İslam ise inananlar için verdiği bilgilerin doğruluğu tartışılmaz; bunlar
kesindir ve tatmin edici bilgilerdir. Aklıselim için kuşku ve soruları ortadan
kaldırır.
Yukarıda
sözünü ettiğimiz benlik bütünlüğünün verdiği huzuru ise ancak, “ölüm
ve sonrasına ait yanlış bilgiler” bozabilir. Bunu da ilk sırada
yapabilecek olan ancak bir “din alimi” olur. Nasıl mı?
Kur’an’da olmayan bir bilgiyi ona inananlara, varmış gibi göstermeye kalkışarak
bunu yapar. Yani gelecek endişesi ya da ölüm sonrası kaygı oluşturacak bazı
yanlış bilgiler; bu benlik bütünlüğünün getirdiği huzuru/sükûneti devre dışına
iterek, ölüm sonrası olacaklarla ilgili bir korkuyu insanın önüne koyar. Bu
yanlış inancın vereceği ankisiyete bozuklukları; genç nesillere aktarılacak
olan kültürel ve ahlaki değerlerin zedelenmesi açısından da olumsuz sonuçlar
doğurur. Sürekli kaygı ve yol açtığı huzursuzluk insanı; farkında olmadan
sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel alanda bekleyen sorumluluk ve aktivitelere
karşı umarsız hale getirir…
Konuyu bu
bağlamda ele alırsak, Kur’an’da ölüm ile kıyamet arasında geçen kabir
hayatından(!) ve buna bağlı herhangi bir sorgudan; ceza (azap) veya ödülden söz
edilmez. Yalnızca istisna bir şekilde Rabbine dönen şehitlerin, ölmediği ve
rızıklandıkları bildirilir. Bunun da insan tarafından anlaşılması mümkün
değildir. Yani şehitlerin rızıklanmasını peygamber dahi kavratamaz. (K. Kerim: 2;154, 3;169)
İnsanın
yaşadıklarıyla barışık olma halini yitirmesi; geçmişinden pişmanlık duymasıyla
birlikte gelir. Pişmanlık duyulan bir geçmiş, insana ölüm ve sonrası için,
endişe ve korku kaynağına dönüşebilir. Müslüman için bu aynı zamanda,
geçmişteki yaşantıdan gelen suçların sorgusu ve cezası demektir. Artık gelecek;
yani ölüm ve kabir, istenmeyen ve korkulan bir kâbusa dönüşür. Ölüm sonrası
kabir hayatı, tehdit dolu bir gelecektir. Çünkü henüz hiçbir terazinin olmadığı
yani adaletli bir sorgunun yapılmadığı bir ortamdır. “Kabir; henüz yargılanmamış ölü insanın, bedeni veya ruhuna işkence
yapan korkunç yaratıklarla doludur. Sorgu melekleri (Münker-Nekir) tarafından tehdit
ve işkenceler yapılır. Kabir, daraltılır veya genişletilir. Hatta bir cehennem
çukuruna veya cennet bahçesine dönüşebilir!” Kur’an’da yer almayan bu
bilgiler; “ilk dönemin kaygılı din
alimleri” tarafından hadis adı altında İslam’ın temel kaynaklarına
yerleştirilmiştir.
Evet,
Kur’an “kabir azabıyla” ilgili hiçbir
bilgiyi içermez. Kutsal Kitabımız; insanı önce iman etmeye, iyilik yapmaya,
daima kötülükten kaçınmaya ve geçmişteki hatalar için tövbe etmeye çağırır.
Bunlar, insanın benlik bütünlüğü sağlamasının en güzel yoludur. Bu aşamalardan
geçip de mutmain olan nefs, kaygısız ve korkusuz olarak karşılıklı rıza ile
rabbine döner…
Yüce
Allah; iman etmiş, iyi amaller işlemiş ve tövbe etmiş müminler için, Kur’an’ı Kerim-Fecr Suresi; 27-28-29-30.
ayetlerde şöyle buyurur:
“Ey
huzura; sükûnete ermiş insan! Sen ondan (Allah’tan), o da senden razı olarak
(Allah’a) dön. Katıl iyi kullarımın arasına; gir cennetime!”
Bu
yüzden, inanan her insanın; olmayan kabir azabından kurtulmak için değil,
cehennem azabından ve korkusundan uzak kalmak için “benlik bütünlüğünü” sağlamış olması gerekir. İnsan için doğrusu,
yaşadığı hayatın bütününden pişmanlık duymadan veya varsa hataları (günahları)
için ölmeden önce tövbe ederek ömrü bitirip, arınmış olarak Allah’a dönmesidir.
Kur’an
ayetinde geçen bu huzur; geçmişle barışık olma ve yaptıklarından pişmanlık
duymama ya da tövbe etme halidir. Benlik bütünlüğünü sağlamış, yani yaşadığı
hayattan ve yaptıklarından pişmanlık duymayan veya tövbekâr insana merhametle
hitap eder Kur’an. Yüce Allah, bu insanı cennetle müjdeler. Bir Müslüman için
bundan daha güzel bir vaat ve daha büyük bir mutluluk var mıdır?
Yine
Kur’an, insan için son ana kadar tövbe kapısını hep açık tutar. İnanan bir
insan, hemen her an Allah’a tövbe edip arınır ve günahtan kurtulur. Bu durum,
insan için çok önemli bir huzur ve güven duygusunu sağlar. Müslüman, tövbeyle
hemen ve koşulsuz temize çıkar, kötümser geçmişinden kurtulur ve selamete erer.
Çünkü Yüce Allah; “Tevvab ve Gafur’dur.”
Şu ayeti kerime tövbenin önemini ve sonucunu açıklamak için yeterlidir.
Kötülükleri
işleyip de sonra tövbe edip, iman(larında sebat) edenlere gelince şüphe yok ki,
Rabbin ondan (tövbeden) sonra elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
(Araf S. 153)
Bu
tövbeden, yalnızca; Musa’ya ve ona inananların canına kastetme sırasında ölen
Firavun ve yakın çevresi mahrum kalmıştır. Çünkü Firavun tarihte, Allah’a en
çok büyüklenenlerden olduğu için tövbe edecek fırsatı da bulamadan suda
boğulmuştur…
İnsanlığın
din tecrübesinde, berzah sebebiyle kabirden gelen bir bilgi yoktur. Bu yüzden
ölüm sonrasıyla ilgili bütün bilgiler sadece Kur’an’dan alınmalıdır; bu bir
İslam ilahiyatı postulatıdır. Bu ön kabul, ayetlerle sabittir. Peygamber dahi
bu konuda kendinden bir şey söyleyemez.
Din böyleyken,
din alimleri yüzyıllardır; Müslüman halka bir “kabir azabı” tehdidi
nakledip durur. Bu tehdidi üretenler; muhtemelen antik Sümer, Babil, Mısır,
Yunan, Anadolu vs. eski çağ uygarlıklarındaki dini inanışların çeşitliliği ve
etkilerine bakarak, İslam’ın da bir ölüm ve kabir ontolojisini oluşturmaya
çalışmışlardır. Ölen insan için, azaplı veya ödüllü bir “berzah alemi” devresi iddia eden bazı din alimleri; dindarı günah
işlemekten caydırma ve İslam’ı yersel dinler ilahiyatına benzeştirme çabasına
girişmiştir. Evet, tarih incelendiğinde eski Babil, Mısır vs. kabir
inanışlarının bu iddialara esin kaynağı olduğunun izleri görülecektir.
Ayrıca asırlardır bu iddiayı ileri sürenlere
biz de şu soruyu soralım;
“Müslüman’ı
ikna etmek (günahtan uzak tutmak) için Kur’an’da yeterince öğüt ve uyarı yok
mudur?” Ya da hesap günü ve cehennem yeterli değil midir?
Dindar
üzerinde en etkili retorik (hitap) Kur’an ve hadistir. Kur’an tahrif
edilemediği için tahrifatta en kestirme yol, sünnete ve hadis külliyatına
sızmaktır.
Din
aliminin kendisini yetkin ve otoriter gördüğü birinci alan; insanın psikolojik
yönüyle ilgilidir. Bu da nerdeyse insanın yarısına hükmetmek demektir. Üstelik gelecekle ilgili bir konuyu kutsal
kaynaklar adı altında dillendiriyorsanız, insanı tamamen etki altına alıp
çıkabilirsiniz. Çünkü insan beynindeki güvenlik algısı ve savunma refleksleri; “şimdiki an, yakın ve uzak geleceğe” dönük
şekilde çalışır. Eğer insan beynine bir tehdit algısı bildirdiğinizde, o insan
bütün benlikleriyle savunma donanımlarını harekete geçirecektir. Sürekli
tehdide dayalı bir algı, insanda yerleşik bilişsel ve biyo-psikolojik bir
gerilime yol açabilir. Bu da bireyi, sosyal uyumsuzluklara kadar götürebilir
demiştik. Fakat dindar bu uyumsuzluklarını, topluma karşı verdiği veya
biriktirdiği öfkeyle haklı bir dinsel çatışma olduğunu sanır…
Müslüman
bu olguya; ya inanıp ölüm ve getirdiği bu yargısız infazın kaygısına girecek ya
da bu tehditkâr iddiayı reddedip; değerlerini biçimlendiren temel bilgi kaynağı
olan dinini, büsbütün inkâr etmesine kadar varabilecektir. Bu da, kabir azabı
iddiasında bulunanları; hem günaha hem de insan psikolojisini bozarak,
toplumsal barış ve ilişkileri de sabote etme hatasına düşürecektir…
Konuyu bir de Kur’an’ın bildirdikleriyle
ele alalım.
İslam ilahiyatı açısından kabir azabı;
İslam
dininin anlatıldığı pek çok eserde(!) ilginçtir bu konu, “kabir hayatı” başlığıyla ele alınarak daha söylemde
kavramsal bir ironiye dönüşür. Ölünün mezardaki hayatı! Şayet ölü, kabirde bir
şeyleri algılayıp duruyorsa ölüm nedir? O halde şehit nedir, şehitlerin ölüden
farkı nedir?
Bu kadim “kabir
azabı ve mükafatı” iddiasının, İslam dininde yol açtığı dört büyük
sorun/inanç tahribatı vardır. Bunlar;
1-
İlahi
adalet sorunu/Mizan.
2-
İslam
akidesi sorunu/İman esasları.
3-
İslam’ı
yersel dinlere benzeştirme sorunu/Tahrifat.
4-
İslam’da
risaletin kaynak sorunu/Kendiliğindenlik.
Sondan başlarsak; peygamberler, ölüm
sonrası ve ahiret hakkında kendiliğinden bir şey söyleyemez. Risalet, insanları
ahirete hazırlamak için şahsi fikirlerin söylendiği bir makam da değildir. Bu
durum hakkında Kur’an’da çok sayıda ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir;
“O (elçi) kendiliğinden bir şey
söylemez. O, ancak kendisine vahyolunanı bildirir.”(Necm S. 3-4)
“De ki, ben sizi yalnızca bana
vahyedilenle korkutuyorum…” (Enbiya S. 45)
“Eğer o (Muhammed), Bize karşı,
ona (vahye) bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun
şah damarını koparırdık.” (Hâkka S. 44-45-46)
Eğer
peygamberimizin ölüm ve sonrasıyla ilgili söyleyecek şahsi sözü var idiyse
risaletten önce de bu konular hakkında bir fikri olmalıydı ki, bu da müsteşriklerin
nübüvvet hakkındaki iddialarını doğrulamış olurdu. Yani, Kur’an’da olmayan bir
içerik; hadiste de olmaz ilkesiyle yüz yüzeyiz. Ayrıca, Peygamberimizin vahiy
kâtiplerinden yazılmasını istediği yalnızca Kur’an ayetleridir. Hadisler, onun
vefatından yaklaşık iki yüz yıl sonra râvilerden derlenip yazılmaya başlandı. (Örn.
Buhari, 810-869)
İkinci
sorun, İslam inancında; yani Kur’an’da olmayan bir bilgiye inanmış olmak, o
dine en büyük ihanet olmaz mı? Veya o din mensupları aldanmış sayılmaz mı?
Dinde olmayanı ve din dışından dine kanıt göstermeyi ise Kur’an şöyle reddeder;
“De ki; Allah, kitabı
ayrıntısıyla açıklamışken ondan başka hakem mi arayayım? ...” ( Enam S. 114)
“Onlar neredeyse sana
vahyettiğimizden başkasını, bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye
düşüreceklerdi. Ve biz sana sebat vermemiş olsaydık az daha onlara
meyledecektin.”(İsra S. 73)
Üçüncü ve
en önemli sorun; dindarın zihninde zedelenen (haşa) Allah’ın “adalet”
sıfatıdır. Fakat çoğu bunun farkında değildir. Yüce Allah, yine Kur’an’da birçok
ayette; hesap gününde hiç kimseye zerre miktarınca haksızlık edilmeyeceğini
bildirir. Hesap sonunda; insanlar, dünyada kazandıklarının karşılıklarını
görürüler. Ahiret günü, Allah’ın adaletinin ve mizanının tecellisidir.
Mizan/terazi; ölçü ve tartı kurulmadan kimseye bir ceza verilmez. Bu konudaki
ayetlerin bazıları ise şunlardır;
“Biz, kıyamet günü için adalet
terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan
iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz.
Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiyâ S. 47)
“Hayırlı amellerinin,
sevaplarının kefeleri ağır basanlar; işte onlar kurtuluşa, ebedî nimetlerle
mutluluğa erenlerdir.” (Mü’minun S. 102)
“Kimlerin de tartıları hafif
gelirse işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar
cehennemde ebedî kalacaklardır.” (Mü’minun S. 103)
“Kim bir kötülük yaparsa ancak
onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek; kim, mü’min olarak salih bir amel
işlerse işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak
rızıklandırılacaklardır.” (Mü’min S. 40)
O halde
hesap gününden önceki azap ve ödül de neyin nesidir? Bunu sağduyulu din
alimleri Müslümanlara açıklayamaz.
Evet, bu
ayetlerin tersini iddia etmek yargısız infazı savunmaktır. Din adamının buna
vereceği cevap; “Allah, her şeyi (suçluyu-suçsuzu) önceden bilir.” mi
olacaktır? Biz de tekrar soralım; “O halde dünyadaki imtihana ne gerek var,
hesap günündeki mizana ne gerek var, herkesin sonu belliyse; dünyaya gelmeden
cezası verilsin mi?” diyelim. Bu
mudur ilahi adalet! Hayır; herkes dünyada ne yaptığının şuurunda olup,
karşılığını da ahirette adilce görecektir; ayetler de bunu bildirir…
Kabir
hayatı(!) iddiasının kaynağı Kur’an değildir. Peygamberimiz hiç değildir. İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an’ı Kerim’de olmayan bir bilgiyi varmış gibi
göstermek, onu tahrif etmekten başka bir tanıma girmez. Bu da, yine eski din
alimlerinin ve bugün onlara öykünenlerin işidir.
Bu yanlış
inanışı, uydurma hadislere dayandıranlara karşı; hadislerin uydurma olduğunu
ispat etmek için Kur’an ayetleri yeterlidir, başka çabaya da gerek yoktur.
Kabir hayatıyla ilgili; Kur’an’da olamayan bir bilgi neden hadislerde aranır
ki, acaba?
“Müslüman
halklar tarihinin”
ilk dönemlerinde, Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) adına, (onun vefatından
sonra) çok sayıda söz uydurulmuştur.
Bunun
nedeni şöyle açıklanabilir: Peygamberimizden sonra genişleyen “Müslüman
halklar coğrafyası” ve artan nüfusu, Müslüman düşüncesini farklı dinler
ve yeni felsefelerle yüzleştirmiştir. Bu kaçınılamaz kültürel etkileşim
sürecinde bazı din alimleri, dindarları farklı inanış ve felsefelerden koruma
refleksiyle; kimi iyi kimi kötü niyetli, affedilmez çabalar içine girmiştir.
Ayrıca Arap yarımadasındaki, peygamberimi öncesinde var olan Semitik (Yahudi) kaynaklarının da bu olumsuzluklara etkisi büyüktür. Tefsir, hadis ve siyer gibi
İslam dinini biçimlendiren temel kaynaklara tesir eden; İsrailiyat ve Mesihiyat
olgusu yadsınamaz tarihi bir gerçektir…
Din
aliminin sahip olduğu gelecek bilgisi ve içerdiği tehdit; ona inanan insanın
benlik bütünlüğünü etkileyip dindarı olumsuz hislere düşürmektedir.
Bu
yüzden, bir an önce din aliminin bu yanlışından dönüp halka, Kur’an merkezli
doğru bilgiyi aktarma yoluna girmesi gerekir. Bu konu, hem inananlar hem
inanmayanlar hem de İslam dininin inanç esasları bakımından oldukça büyük önem
arz etmektedir.
Kabir azabı ve mükâfatının İslam’da olmadığının kanıtını Kur’an’ı
Kerim’den, yukarıda verdiğimiz ayetlerle açıklamaya çalıştık... Şimdi de din
aliminin bu iddiasına delil gösterilen “uydurma hadisleri”
doğrulatmak için kullandıkları ayetleri inceleyelim…
Bunlardan “berzah”
kavramını içeren ayetle konuya devam edelim...
Yazının devamı, BERZAH ALEMİ için:
http://kazimbayar.blogspot.com/2012/07/kuranda-kabir-azabi-var-mi-2-berzah.html
Kazım bey yazılarınızı okudum ve çok kıymetli şeyler ürettiğinizi düşünüyorum. Unutulmadınız.
YanıtlaSil