Sayfalar

11 Temmuz 2012 Çarşamba


KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -1-

Bu makalenin amacı;
Kaynakları semitik hale dönüştürülmüş İslam’ı antik çağın dinsel inanışları etkisinden bir nebze de olsa uzaklaştırmak; dini, iktidarların ve kapitalizmin politik angajmanı haline getirmiş din adamının gölgede kalan yüzünü aydınlatmaktır…  

Psiko-sosyolojik yaklaşım

İnsanda doğuştan gelip, bebeklik çağında güçlü bir şekilde gelişen ve ebeveyn tarafından karşılanan bir “güvenlik duygusu” ihtiyacı vardır. Bu duygu, insanı hayata sıkı sıkıya bağlayıp geleceğe hazırlar. İlerleyen dönemlerde, hayatla barışık yaşayan insanda gelişen; “benlik bütünlüğü” olgusu ise insan psikolojisini olumlu davranmaya yönelten en önemli motivasyondur…
Bu duygu ya da ruh hali, hayatı her yönüyle sevmek demektir.  Benlik bütünlüğünü sağlamış insan; yaşadığı geçmişinden pişman olmayan ve gelecekten endişelenmeyen insandır. Geleceğin kendisine ne getireceğini iyi bilen yaşlı insanda, ölüm korkusunu ortadan kaldıran da yine bu psikolojidir. Bu yaşlı insan, çocukluk evresinde olan yeni kuşaklara; ölüm korkusuzluğunu gösterip, güçlü bir özgüvenle hayata bağlılık duygusunu aktarmış olur.(1)  Bu duygu veya ruh hali, Yüce Yaratıcının biz canlılara verdiği büyük bir lütuftur.
Bu girişten sonra, dinin “gelecekle” ilgili içerdiği bilgilerin insan üzerindeki etkisini daha kolay tartışabiliriz. 
Ölüm ve sonrasını tam olarak din açıklar ve insanı buna yalnızca din hazırlar. Eğer bu din İslam ise inananlar için verdiği bilgilerin doğruluğu tartışılmaz; bunlar kesindir ve tatmin edici bilgilerdir. Aklıselim için kuşku ve soruları ortadan kaldırır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz benlik bütünlüğünün verdiği huzuru ise ancak, “ölüm ve sonrasına ait yanlış bilgiler” bozabilir. Bunu da ilk sırada yapabilecek olan ancak bir “din alimi” olur. Nasıl mı? Kur’an’da olmayan bir bilgiyi ona inananlara, varmış gibi göstermeye kalkışarak bunu yapar. Yani gelecek endişesi ya da ölüm sonrası kaygı oluşturacak bazı yanlış bilgiler; bu benlik bütünlüğünün getirdiği huzuru/sükûneti devre dışına iterek, ölüm sonrası olacaklarla ilgili bir korkuyu insanın önüne koyar. Bu yanlış inancın vereceği ankisiyete bozuklukları; genç nesillere aktarılacak olan kültürel ve ahlaki değerlerin zedelenmesi açısından da olumsuz sonuçlar doğurur. Sürekli kaygı ve yol açtığı huzursuzluk insanı; farkında olmadan sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel alanda bekleyen sorumluluk ve aktivitelere karşı umarsız hale getirir…
Konuyu bu bağlamda ele alırsak, Kur’an’da ölüm ile kıyamet arasında geçen kabir hayatından(!) ve buna bağlı herhangi bir sorgudan; ceza (azap) veya ödülden söz edilmez. Yalnızca istisna bir şekilde Rabbine dönen şehitlerin, ölmediği ve rızıklandıkları bildirilir. Bunun da insan tarafından anlaşılması mümkün değildir. Yani şehitlerin rızıklanmasını peygamber dahi kavratamaz. (K. Kerim: 2;154, 3;169)
İnsanın yaşadıklarıyla barışık olma halini yitirmesi; geçmişinden pişmanlık duymasıyla birlikte gelir. Pişmanlık duyulan bir geçmiş, insana ölüm ve sonrası için, endişe ve korku kaynağına dönüşebilir. Müslüman için bu aynı zamanda, geçmişteki yaşantıdan gelen suçların sorgusu ve cezası demektir. Artık gelecek; yani ölüm ve kabir, istenmeyen ve korkulan bir kâbusa dönüşür. Ölüm sonrası kabir hayatı, tehdit dolu bir gelecektir. Çünkü henüz hiçbir terazinin olmadığı yani adaletli bir sorgunun yapılmadığı bir ortamdır. “Kabir; henüz yargılanmamış ölü insanın, bedeni veya ruhuna işkence yapan korkunç yaratıklarla doludur. Sorgu melekleri (Münker-Nekir) tarafından tehdit ve işkenceler yapılır. Kabir, daraltılır veya genişletilir. Hatta bir cehennem çukuruna veya cennet bahçesine dönüşebilir!” Kur’an’da yer almayan bu bilgiler; “ilk dönemin kaygılı din alimleri” tarafından hadis adı altında İslam’ın temel kaynaklarına yerleştirilmiştir.
Evet, Kur’an “kabir azabıyla” ilgili hiçbir bilgiyi içermez. Kutsal Kitabımız; insanı önce iman etmeye, iyilik yapmaya, daima kötülükten kaçınmaya ve geçmişteki hatalar için tövbe etmeye çağırır. Bunlar, insanın benlik bütünlüğü sağlamasının en güzel yoludur. Bu aşamalardan geçip de mutmain olan nefs, kaygısız ve korkusuz olarak karşılıklı rıza ile rabbine döner…
Yüce Allah; iman etmiş, iyi amaller işlemiş ve tövbe etmiş müminler için, Kur’an’ı Kerim-Fecr Suresi; 27-28-29-30. ayetlerde şöyle buyurur:
Ey huzura; sükûnete ermiş insan! Sen ondan (Allah’tan), o da senden razı olarak (Allah’a) dön. Katıl iyi kullarımın arasına; gir cennetime!” 
Bu yüzden, inanan her insanın; olmayan kabir azabından kurtulmak için değil, cehennem azabından ve korkusundan uzak kalmak için “benlik bütünlüğünü” sağlamış olması gerekir. İnsan için doğrusu, yaşadığı hayatın bütününden pişmanlık duymadan veya varsa hataları (günahları) için ölmeden önce tövbe ederek ömrü bitirip, arınmış olarak Allah’a dönmesidir.
Kur’an ayetinde geçen bu huzur; geçmişle barışık olma ve yaptıklarından pişmanlık duymama ya da tövbe etme halidir. Benlik bütünlüğünü sağlamış, yani yaşadığı hayattan ve yaptıklarından pişmanlık duymayan veya tövbekâr insana merhametle hitap eder Kur’an. Yüce Allah, bu insanı cennetle müjdeler. Bir Müslüman için bundan daha güzel bir vaat ve daha büyük bir mutluluk var mıdır?
Yine Kur’an, insan için son ana kadar tövbe kapısını hep açık tutar. İnanan bir insan, hemen her an Allah’a tövbe edip arınır ve günahtan kurtulur. Bu durum, insan için çok önemli bir huzur ve güven duygusunu sağlar. Müslüman, tövbeyle hemen ve koşulsuz temize çıkar, kötümser geçmişinden kurtulur ve selamete erer. Çünkü Yüce Allah; “Tevvab ve Gafur’dur.” Şu ayeti kerime tövbenin önemini ve sonucunu açıklamak için yeterlidir.
Kötülükleri işleyip de sonra tövbe edip, iman(larında sebat) edenlere gelince şüphe yok ki, Rabbin ondan (tövbeden) sonra elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Araf S. 153)
Bu tövbeden, yalnızca; Musa’ya ve ona inananların canına kastetme sırasında ölen Firavun ve yakın çevresi mahrum kalmıştır. Çünkü Firavun tarihte, Allah’a en çok büyüklenenlerden olduğu için tövbe edecek fırsatı da bulamadan suda boğulmuştur…
İnsanlığın din tecrübesinde, berzah sebebiyle kabirden gelen bir bilgi yoktur. Bu yüzden ölüm sonrasıyla ilgili bütün bilgiler sadece Kur’an’dan alınmalıdır; bu bir İslam ilahiyatı postulatıdır. Bu ön kabul, ayetlerle sabittir. Peygamber dahi bu konuda kendinden bir şey söyleyemez. 
Din böyleyken, din alimleri yüzyıllardır; Müslüman halka bir “kabir azabı” tehdidi nakledip durur. Bu tehdidi üretenler; muhtemelen antik Sümer, Babil, Mısır, Yunan, Anadolu vs. eski çağ uygarlıklarındaki dini inanışların çeşitliliği ve etkilerine bakarak, İslam’ın da bir ölüm ve kabir ontolojisini oluşturmaya çalışmışlardır. Ölen insan için, azaplı veya ödüllü bir “berzah alemi” devresi iddia eden bazı din alimleri; dindarı günah işlemekten caydırma ve İslam’ı yersel dinler ilahiyatına benzeştirme çabasına girişmiştir. Evet, tarih incelendiğinde eski Babil, Mısır vs. kabir inanışlarının bu iddialara esin kaynağı olduğunun izleri görülecektir.
 Ayrıca asırlardır bu iddiayı ileri sürenlere biz de şu soruyu soralım;
“Müslüman’ı ikna etmek (günahtan uzak tutmak) için Kur’an’da yeterince öğüt ve uyarı yok mudur?” Ya da hesap günü ve cehennem yeterli değil midir?
Dindar üzerinde en etkili retorik (hitap) Kur’an ve hadistir. Kur’an tahrif edilemediği için tahrifatta en kestirme yol, sünnete ve hadis külliyatına sızmaktır.
Din aliminin kendisini yetkin ve otoriter gördüğü birinci alan; insanın psikolojik yönüyle ilgilidir. Bu da nerdeyse insanın yarısına hükmetmek demektir.  Üstelik gelecekle ilgili bir konuyu kutsal kaynaklar adı altında dillendiriyorsanız, insanı tamamen etki altına alıp çıkabilirsiniz. Çünkü insan beynindeki güvenlik algısı ve savunma refleksleri; “şimdiki an, yakın ve uzak geleceğe” dönük şekilde çalışır. Eğer insan beynine bir tehdit algısı bildirdiğinizde, o insan bütün benlikleriyle savunma donanımlarını harekete geçirecektir. Sürekli tehdide dayalı bir algı, insanda yerleşik bilişsel ve biyo-psikolojik bir gerilime yol açabilir. Bu da bireyi, sosyal uyumsuzluklara kadar götürebilir demiştik. Fakat dindar bu uyumsuzluklarını, topluma karşı verdiği veya biriktirdiği öfkeyle haklı bir dinsel çatışma olduğunu sanır…
Müslüman bu olguya; ya inanıp ölüm ve getirdiği bu yargısız infazın kaygısına girecek ya da bu tehditkâr iddiayı reddedip; değerlerini biçimlendiren temel bilgi kaynağı olan dinini, büsbütün inkâr etmesine kadar varabilecektir. Bu da, kabir azabı iddiasında bulunanları; hem günaha hem de insan psikolojisini bozarak, toplumsal barış ve ilişkileri de sabote etme hatasına düşürecektir…
Konuyu bir de Kur’an’ın bildirdikleriyle ele alalım.

İslam ilahiyatı açısından kabir azabı;

İslam dininin anlatıldığı pek çok eserde(!) ilginçtir bu konu, “kabir hayatı” başlığıyla ele alınarak daha söylemde kavramsal bir ironiye dönüşür. Ölünün mezardaki hayatı! Şayet ölü, kabirde bir şeyleri algılayıp duruyorsa ölüm nedir? O halde şehit nedir, şehitlerin ölüden farkı nedir?
Bu kadim “kabir azabı ve mükafatı” iddiasının, İslam dininde yol açtığı dört büyük sorun/inanç tahribatı vardır. Bunlar;
1-      İlahi adalet sorunu/Mizan.
2-      İslam akidesi sorunu/İman esasları.
3-      İslam’ı yersel dinlere benzeştirme sorunu/Tahrifat.
4-      İslam’da risaletin kaynak sorunu/Kendiliğindenlik.
     Sondan başlarsak; peygamberler, ölüm sonrası ve ahiret hakkında kendiliğinden bir şey söyleyemez. Risalet, insanları ahirete hazırlamak için şahsi fikirlerin söylendiği bir makam da değildir. Bu durum hakkında Kur’an’da çok sayıda ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir;
“O (elçi) kendiliğinden bir şey söylemez. O, ancak kendisine vahyolunanı bildirir.”(Necm S. 3-4)
“De ki, ben sizi yalnızca bana vahyedilenle korkutuyorum…” (Enbiya S. 45)
“Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona (vahye) bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” (Hâkka S. 44-45-46)
Eğer peygamberimizin ölüm ve sonrasıyla ilgili söyleyecek şahsi sözü var idiyse risaletten önce de bu konular hakkında bir fikri olmalıydı ki, bu da müsteşriklerin nübüvvet hakkındaki iddialarını doğrulamış olurdu. Yani, Kur’an’da olmayan bir içerik; hadiste de olmaz ilkesiyle yüz yüzeyiz. Ayrıca, Peygamberimizin vahiy kâtiplerinden yazılmasını istediği yalnızca Kur’an ayetleridir. Hadisler, onun vefatından yaklaşık iki yüz yıl sonra râvilerden derlenip yazılmaya başlandı. (Örn. Buhari, 810-869)
İkinci sorun, İslam inancında; yani Kur’an’da olmayan bir bilgiye inanmış olmak, o dine en büyük ihanet olmaz mı? Veya o din mensupları aldanmış sayılmaz mı? Dinde olmayanı ve din dışından dine kanıt göstermeyi ise Kur’an şöyle reddeder;
“De ki; Allah, kitabı ayrıntısıyla açıklamışken ondan başka hakem mi arayayım? ...” ( Enam S. 114)
“Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını, bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi. Ve biz sana sebat vermemiş olsaydık az daha onlara meyledecektin.”(İsra S. 73)
Üçüncü ve en önemli sorun; dindarın zihninde zedelenen (haşa) Allah’ın “adalet” sıfatıdır. Fakat çoğu bunun farkında değildir. Yüce Allah, yine Kur’an’da birçok ayette; hesap gününde hiç kimseye zerre miktarınca haksızlık edilmeyeceğini bildirir. Hesap sonunda; insanlar, dünyada kazandıklarının karşılıklarını görürüler. Ahiret günü, Allah’ın adaletinin ve mizanının tecellisidir. Mizan/terazi; ölçü ve tartı kurulmadan kimseye bir ceza verilmez. Bu konudaki ayetlerin bazıları ise şunlardır;
 Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiyâ S. 47)
“Hayırlı amellerinin, sevaplarının kefeleri ağır basanlar; işte onlar kurtuluşa, ebedî nimetlerle mutluluğa erenlerdir.” (Mü’minun S. 102)
“Kimlerin de tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır.” (Mü’minun S. 103)
“Kim bir kötülük yaparsa ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek; kim, mü’min olarak salih bir amel işlerse işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” (Mü’min S. 40)
O halde hesap gününden önceki azap ve ödül de neyin nesidir? Bunu sağduyulu din alimleri Müslümanlara açıklayamaz.
Evet, bu ayetlerin tersini iddia etmek yargısız infazı savunmaktır. Din adamının buna vereceği cevap; “Allah, her şeyi (suçluyu-suçsuzu) önceden bilir.” mi olacaktır? Biz de tekrar soralım; “O halde dünyadaki imtihana ne gerek var, hesap günündeki mizana ne gerek var, herkesin sonu belliyse; dünyaya gelmeden cezası verilsin mi?”  diyelim. Bu mudur ilahi adalet! Hayır; herkes dünyada ne yaptığının şuurunda olup, karşılığını da ahirette adilce görecektir; ayetler de bunu bildirir…
Kabir hayatı(!) iddiasının kaynağı Kur’an değildir. Peygamberimiz hiç değildir. İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an’ı Kerim’de olmayan bir bilgiyi varmış gibi göstermek, onu tahrif etmekten başka bir tanıma girmez. Bu da, yine eski din alimlerinin ve bugün onlara öykünenlerin işidir.
Bu yanlış inanışı, uydurma hadislere dayandıranlara karşı; hadislerin uydurma olduğunu ispat etmek için Kur’an ayetleri yeterlidir, başka çabaya da gerek yoktur. Kabir hayatıyla ilgili; Kur’an’da olamayan bir bilgi neden hadislerde aranır ki, acaba?
“Müslüman halklar tarihinin” ilk dönemlerinde, Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) adına, (onun vefatından sonra) çok sayıda söz uydurulmuştur.
Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Peygamberimizden sonra genişleyen “Müslüman halklar coğrafyası” ve artan nüfusu, Müslüman düşüncesini farklı dinler ve yeni felsefelerle yüzleştirmiştir. Bu kaçınılamaz kültürel etkileşim sürecinde bazı din alimleri, dindarları farklı inanış ve felsefelerden koruma refleksiyle; kimi iyi kimi kötü niyetli, affedilmez çabalar içine girmiştir. Ayrıca Arap yarımadasındaki, peygamberimi öncesinde var olan Semitik (Yahudi) kaynaklarının da bu olumsuzluklara etkisi büyüktür. Tefsir, hadis ve siyer gibi İslam dinini biçimlendiren temel kaynaklara tesir eden; İsrailiyat ve Mesihiyat olgusu yadsınamaz tarihi bir gerçektir…
Din aliminin sahip olduğu gelecek bilgisi ve içerdiği tehdit; ona inanan insanın benlik bütünlüğünü etkileyip dindarı olumsuz hislere düşürmektedir.
Bu yüzden, bir an önce din aliminin bu yanlışından dönüp halka, Kur’an merkezli doğru bilgiyi aktarma yoluna girmesi gerekir. Bu konu, hem inananlar hem inanmayanlar hem de İslam dininin inanç esasları bakımından oldukça büyük önem arz etmektedir.
Kabir azabı ve mükâfatının İslam’da olmadığının kanıtını Kur’an’ı Kerim’den, yukarıda verdiğimiz ayetlerle açıklamaya çalıştık... Şimdi de din aliminin bu iddiasına delil gösterilen “uydurma hadisleri” doğrulatmak için kullandıkları ayetleri inceleyelim…
 Bunlardan “berzah” kavramını içeren ayetle konuya devam edelim...


Yazının devamı, BERZAH ALEMİ için:
  http://kazimbayar.blogspot.com/2012/07/kuranda-kabir-azabi-var-mi-2-berzah.html


1 yorum:

  1. Kazım bey yazılarınızı okudum ve çok kıymetli şeyler ürettiğinizi düşünüyorum. Unutulmadınız.

    YanıtlaSil