Sayfalar

11 Temmuz 2012 Çarşamba


KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -2-


Berzah alemi ne demek?

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür ki, hayatımda yapmadığım salih amelleri işlerim’ der. Hayır! Bu, onun söylediği (boş) sadece bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah (geri dönmelerine engel) vardır.” (Mü’minun S. 99-100)
Berzah, sözlükte; aşılmaz engel, perde demektir. Ayette geçen bu “berzah” kavramıyla onu niteleyen ve belirleyen bir sıfat ya da isim tamlaması yapılmamıştır. Yani “berzah alemi, kabir hayatı” gibi bir tamlama yoktur. Bu din aliminin bir çıkarsamasıdır.
Berzah, dünya hayatına geri dönüşe engelidir. Yoksa geleceğe/baas gününe (yeniden dirilişe) kadar geçecek olan bir sürenin adı değildir. Ayetteki, “Dirilecekleri güne kadar sözündeki zaman zarfı ise bizim bilip algıladığımız bir zaman mefhumu değildir. Buradaki, “kadar” süre/miktar zarfının; milyarlarca dünya yılının kabirdeki karşılığı yokluğa/sıfıra yakın bir süreye eşdeğer de olabilir. Dünyada geçen zamana/saatine göre buna, “hemen, şimdi” de denebilir…
Berzah, şuurun/bilincin kapanmasıdır. Eski hal, yani şuur bitmiş; yeni durum başlamıştır. Yani derin ve geri dönülemez bir uyku halidir başlayan. Bu, tamamen duyarsız; şuursuz bir haldir. Ölü için zamanın sürdüğü ara bir dönem değildir. Berzah, biz yaşayanların algısı olan üç boyutlu; kütle, yer ve zaman varlık bütünlemesinin olmadığı bir geçiş durumudur. Yaşayan insan; dünyada, bilinci açık ve önünde henüz ömür/süresi vardır, bu yüzden üç boyutlu ve göreceli bir tasavvura gitmek zorunda kalır. Ama ölü insan için böyle bir algı, üç boyutlu bir tanım ve farkında olduğu ara bir devre olamaz. Çünkü bilinç/şuur (algı) kapalıdır (berzah), his yoktur. Ta ki Sûr’a üfleninceye kadar…
Yasin suresi 51-52. ayetler bu durumu daha iyi açıklar;
 “Sûr’a üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler. Derler ki: 'Eyvah bize! Bizi uyuduğumuz yerden kim diriltti? Bu Rahman'ın vaad ettiğidir. Demek ki peygamberler doğru söylemişler.”
Din adamı bu berzah kavramına, “alem” ve “hayatı” sözcüklerini de ekleyerek, dünya hayatına dönülme engelini (berzahı); ayrı bir süreç ya da zamansal bir devir anlamını çağrıştıran “berzah alemi” diye yeni bir “mekan ve ara dönem” tamlamasına taşımıştır. Hâlbuki ölümden sonraki devrede; baasla açılan şuurun/bilincin gösterdiği tepkiyle ölümün “derin uyku halindeki” bir süreç olduğu yukarıdaki ayette açıkça bildirilmiştir…
Mecaz anlamlarıyla birlikte şu ayetlerin gerçek anlamları da ölüm halini açıklamak için inananları tefekküre çağırır;
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır S. 19-20-21-22)
Aslında “kabire girme olayı” yaşayanların ölüye yaptığı bir iştir. Ölü, dirilip kabirden çıktığında; oraya girdiğini de orada kaldığını da hatırlamaz. Yeniden diriliş/baas gününde; hızlı ve neredeyse zamansız bir şekilde; ölüm anındaki durumuna, eski bilincine geri dönüp; “Rahman’ın vaat ettiği” mahşer/toplanma sahnesi tanıklığıyla yeni bir aleme derhal geçmiş olur. Bu geçiş, derin bir uyku içindeymiş gibi gerçekleşip biter. Sonuçta berzah; dünyaya geri döndürmeyen, yalnızca ahirete geçişi sağlayan bir kapıdır insan için…
Yine berzah; iki alemin arası olup, herhangi bir fenomenin geçerli olduğu zaman sürecini/dilimini kapsamaz. Yani imtihan için ayrılan süre tükenmiştir, dünya hayatı ve bedenimizde geçen dönem bitmiştir… Ölüm, dünyaya ait zaman algısının da sonudur. Bedeni toprağa veren ruh için, farklı bir devir ve mekân başlayacaktır. Berzah, bu zamansız ve eylemsiz kapıdan bir geçiştir. Tekrarlarsak şuursuz/bilinçsiz andır. Şayet bilinçli olduğumuz ara bir mekan olsaydı; ölüm sonrasında, mizan öncesinde insana tövbe etme imkânı ve hakkı doğmuş olurdu. Zaten inkârcılar, yeniden dirilişte derhal pişmanlık ve af dilemeye başlar. Yukarıda, Mü’minun suresi 99. ayetinde geçen; “günahkârın, dünyaya geri dönüş arzusu” ömür sonu ile berzah başı arasında gerçekleşen bir süreç/andır. Fakat biz, insan için zaman ve mekân boşluğu düşünmediğimizden bu berzahı; bir “zaman-mekan-beden” tanımı gibi algılarız. Oysa kozmik düzendeki zaman mefhumu da, insanın dünyada yaşadığı süre/ömür de birbirine karşı değişken/göreceli olmaktadır.
“… Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin sayıp durduğunuz bin yıl gibidir.” (Hacc S. 47)
Sûr’a üflendiğinde (baas günü) bilinç açılır ve yeni bir zaman-mekân süreci başlar. Bu, aynı zamanda; ölümünden itibaren insan için kıyamet sürecinin, hesap gününün başlaması demektir. Kabire girme ve Sûr’a üflenme arasındaki süre, şuursuz/bilinçsiz geçtiği için; dünyada (kabirde) geçen zaman milyarlarca dünya yılı dahi olsa ölü için bir değeri veya ölçüsü olamaz. Yukarıdaki ayette göre; bilinen on bin yıllık insanlık tarihi/hayatı, Allah katında on günlük bir süredir. Yine aynı hesaba/formüle göre 80 dünya yılı yaşayan bir insanın kozmik ömrü; 80/10.000= 0,008 kozmik gün kadar olur ki, buda din dilinde; yani kozmik algıda “bir günden daha az” bir zaman kadardır…
Biz yaşayanlar için tanık olduğumuz süre ve daha fazlası; bir ölü için ölçülmeyecek kadar kısadır. Hatta kıyamet gününde dirilen insan; değil kabir hayatını, yıllarca yaşadığı dünya hayatını bile unutmuş/kısaltmıştır. İnsanın bu unutkanlığını, baas/yeniden dirilme gününde şöyle dillendirir Kur’an;
“Kıyamet koptuğu gün günahkârlar, (dünyada) ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar, (dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler ise şöyle derler: 'Andolsun ki, Allah'ın kitabında (yazılı) olana göre siz yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden diriliş günüdür. Ancak siz bilmiyordunuz.'” (Rum S. 55-56)
Bu ayetlerde; inkârcıların dünya hayatında iken bile zaman algısından, gerçek süreden (iman, amel ve tövbe fırsatından) nasıl kopmuş oldukları da belirtilir. Mü’minlerin ifadesinden de; inkârcıların kabirde kalınan süreyi bilmediklerini ve bu devrede ölünün açıkça, şuursuz ve algısız bir devre geçirdiğini gösteriyor. Şayet kabirde bir azap görselerdi, inkârcılar bunu ifade etmezler miydi?
Yine inkârcıların dünyadaki kıymetli ömrü seyyiatla tükettiklerinin, “zaman kavramını ve sosyal bağlarını yitirdiklerinin” baas günündeki hali pürmelali ise şöyledir;
“Sanki (dünyada ve kabirlerinde) gündüzün bir saatinden başka durmamışlar gibi, Allah hepsini mahşere sevk edeceği gün, aralarında (birbirleriyle yeniden) tanışacaklardır. Allah’ın huzuruna çıkacaklarını inkâr edip de hidayet yolunu tutmamış olanlar, muhakkak en büyük ziyana uğramışlardır.” (Yunus S. 45)
“Kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.” (Naziat S. 46)
“Allah inkâr edenlere: 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?' der. 'Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık. ‘Sayanlara sor' derler. Allah; 'Pek az kaldınız.' buyurur. 'Keşke bunu vaktiyle bilseydiniz!” (Mü’minun S. 112-113-114)
Kur’an ayetlerinde; dünya hayatı, geçen ömür, kıyamet günündeki diriliş ve mahşer sahneleri böyleyken, kabir hayatıyla(!) ve azabıyla ilgili herhangi bir sahne bulunmamaktadır. Kabir sadece, “şuur edilemeyen, zamansız bir bekleyiş devresi” olarak geçmektedir. Bu da insanın göreceli/rölatif zaman-mekân algısının tanımlama/somutlaştırılmış ifade şeklidir. Oysa İslami kaynaklardan, hadis külliyatında “kabir azabıyla” ilgili onlarca; hadis, menkıbeler, rivayetler, risaleler ve tefsirlerin toplamı neredeyse ansiklopedik hale gelmiştir. (2)
Yukarıda açıklanmaya çalışılan “göreceli zaman” algısına yorumsanacak; kabir ve sonrasıyla ilgili Kur’an’a uyum sağlayabilecek, geçerli ve tek hadisi şerif şu olabilir;
“Peygamberimiz (s.a.s.), bir ölüyü defnettikten sonra; " Kardeşiniz için Allah'tan mağfiret dileyiniz; çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.’ buyurmuşlardır.” (Ebu Davud, Cenâiz. 67; es-Sâbûnî, "el-Bidâye Fi Usûli'd-Dîn).
Bu hadis, kabirde olan bir sorguyu değil; ölen insan için “artık (iman, amel, tövbe) fırsatı/zamanı bitmiş, kıyamet günü hesabı başlamıştır” anlamı taşır. Artık o insan için “İlahi mizan” kurulmuş/kurulacak sayılır. Aksi kastedilmişse bu durumda; Kur’an’a uymadığı için bu hadis, İslam ilahiyatı için kabul edilemez. Birileri peygamberimiz adına söylemiştir.
Münker ve Nekir; inkârcı için çirkin ve korkunç “sorgu melekleri” diye belleklere yerleştirilmiştir. Bazı rivayetlerde seyrek olarak geçen; “Rûmân” adlı melek vs. bunların hiçbiri, Kur’an da yer alan melek isimlerinden değildir. Açıkçası Habil ve Kabil ismi de Kur’an’da olmadığı halde dini literatürümüze yerleşmiştir. Bu melek isimlerinin hiçbir kıymeti yoktur, geçtiği tüm rivayetler uydurmadır. (3) Zaten dikkatli incelenirse bu isimlerin olduğu rivayetlerdeki betimlemeler de şizofreniktir. Eski çağ dinlerindeki fantastik tanrı veya şeytanlara benzetilir. Ölüleri korkutmaya çalışan Mısır tanrıları gibidir. Belki, melek diye bu isimlerin geçtiği hadisleri uyduranlar, Kur’an’daki cehennem bekçisi olan “zebani” kavramından esinlenmişlerdir de diyebiliriz. Ayrı bir inceleme konusu olan zebani betimlemesi; İslam’a ve Peygamberimize yönelik çirkin ve alaycı tehditler savuran inkârcılara karşı, Kur’an’da tehditkar bir misilleme imgesi olarak önümüze çıkar…
Kabir azabı ve mükâfatının İslam dininde “olmadığı” bir iddia değil, “hakikatin” kendisidir. Günümüz din adamının bu konuda akli hiçbir delili yoktur. Kur’an’ın tüm beyyinatları akıl sahipleri için bildirilmiştir. Aklın kabul etmediği, (sözde) hadislerle yapılmış tefsir ve menkıbeleri dayanak yapanlar, selefi aliminin saplantısı üzerinden bu iddiayı sürdürenler; eğer güçleri yetiyorsa hadisleri bir (anlık da olsa) kenara bırakıp; bu kadim iddiayı bize Kur’an’dan kanıtlasınlar.
Bu konuda yapılması gereken; ayetlerden yola çıkıp, hadisleri akıl süzgecinden geçirmektir. Fakat din alimleri bunun tam tersini yapar; eğrilttiği hadisleri ayetlerle doğrultmaya çalışır. “Kabir azabını anlatan hadislerin(!)” büyük bir çoğunluğu; sağlıklı düşünen her insan tarafından, akıldışı görülecek kadar traji-komiktir. Bu uydurma hadisler, “klasik dönemdeki epistemolojik/bilgisel sapmanın” bir kanıtıdır. Kur’an’ın zaman kavramını yer yer göreceli anlamda kullandığını; dünya-ahiret sahnelerindeki iki ayrı zaman olgusunun birbiriyle iç içe geçtiği tasvirlerin dikkate alınmaması, o dönemin çok sayıdaki eksiğinden sadece birisidir.
Antik çağda ceza hukuku, yersel (batıl) tanrıların güç konseptine dayalıdır. Bu zihniyet, mitoslar/efsaneler yoluyla dinselleştirilip “azapçı bir tanrı” imgesi üretmiştir. Bu yanlış imgenin hadis kutsalına yerleştirilip, modern çağa kadar taşınması ayrı bir sorunken; bugünkü öykünmeciliğin akademik felsefi kısırlığı ise hayret vericidir!
“Kabir hayatını” araştıranlar; bu iddia peşindeki din adamlarının, “uydurma hadislerin” içeriğini ispatlamak için delil olarak en çok kullandıkları şu beş Kur’an ayetiyle karşılaşır.  Üstelik bu ayetler de; eski rivayet tefsirlerindeki tevilleriyle (şahsi fikrine uydurma, döndürme amaçlı) kullanılır. Şimdi bu ayetlerin meallerini yazıp, anlam ve bağlamlarını tek tek inceleyelim:
1- “Belki dönerler diye onlara, en büyük azaptan önce en yakın (yaşadıkları dünyalarından) bir azaptan mutlaka tattıracağız.” (Secde S. 21)
Bu ayetteki “en yakın azaba” kabir azabı demek için deli olmak gerekir. “Belki dönerler” yani dünya hayatında iken; iman ederler, tövbe ederler anlamını açıkça her okur anlar.  Ayetteki büyük azap; cehennemdir. Yakın azap ise dünyadaki musibetler ve yenilgiler; psikolojik ve biyolojik acılardır. Kabirdeki ölü, berzahtan nasıl geri dönecek? Bu ayette, yaşadığı musibetler sonunda aklını başına alıp, ölmeden önce tövbe edecekler için; Yüce Allah’ın rahmetinden bir lütuf ve fırsat verileceğinin bilgisi apaçıktır. Yine bu ayetin okunmasında, siyak ve sibakı ihmal edenler akılsızlardır.
2- “Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve ateşe sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.” (Nuh S. 25)
Bu ayetteki, “ateşe dâhil edilmeyi” kabir olarak anlamak hiç de akıl kârı değildir. Nuh kavmi; Hz. Nuh’a karşı kibirlenip uyarıldıkları tufanı inkâr edip, hafife alıp, iman ve tövbe etmeden tıpkı “Firavun ve âlisi” gibi suda/tufanda boğuldular. Kur’an burada da zaman olgusunu kısaltmış; sadece bir sıralama vermiştir. Dünya ve ahiret, zaman ve mekan olarak birleştirilmiştir. Allah için geçmiş-gelecek böyledir. Boğulma, dünyadaki; ateş ise ahiretteki azaptır. Bu ayeti illa da dünya için de düşüneceksek; farz edelim ki, yeryüzünde bir yerde büyük bir deprem olmuş olsun; yer altından veya yanar dağlardan gelen duman ve küller insanları boğsun, sonra da lavlar/akıcı ateş bu kavmi helak etmiş olsun. Yeryüzünde bu şekilde helak olan kavimler yok mudur? Her iki mekânda da Allah zalimlere yardım etmez…
3- “Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp saptırır; Allah dilediğini yapar.” (İbrahim S. 27)
Bu ayet apaçıktır.  Kabirden söz etmez; “ahirette” der. İman edenlerde; dünyadaki şehadetlerinin hesap günündeki hakikatle örtüşmesinin mutluluğu vardır. Zalimlerin dünyadaki inkârları ise; ahiret gününde yalancı çıkmalarının kanıtı olmuş ve büyük bir şaşkınlık içine düşmüşlerdir…  Din alimlerinin, kabir iddiasına kanıt için ileri sürdüğü Kur’an ayetlerinde hep ahiret tasvirleri varken; delil diye getirdikleri hadisler nedense kabir üzerinde yoğunlaşır. Ve yine bazı ayetlerde geçen, dünyadaki azap/bela-musibet ile cehennem sahneleri zaman sırasız ve iç içe kullanılırken; din adamı bu sahneleri kabirde oluyormuş gibi tevil edip durur. Eğer bu mantıkla ayetlere bakarsanız, ölüye baas günü de gerekmez. Ölüm ne demekse din adamının zihninde; mizana, cennete, cehenneme lüzum yok, her şey kabirde de yaşanabilir! 
4- “Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?” (Mü’min S. 11)
Yukarıdaki ayeti tek başına okuyan, hatta Kur’an’ın tümünden soyutlayan bu din aliminin beyni nasıl çalışır acaba? Kur’an okumada siyak ve sibakı en iyi kendi bilir; sonrada kalkıp, ayeti bağlamından koparır! Ayetteki iki ölüm ve iki dirilmeye anlam veremeyen din alimi; Kur’an’ı kendi iddiasına delil yapmak için usulü de terk eder… 
Mümin suresi 11; 10 ve 12. ayetlerle birlikte okunur. Bu ayet, kafirlerin dünyadan getirdikleri inkâr/günahtan dolayı hak ettikleri azabın verdiği; “Bu ateşin içinde ölüp diriliyoruz, sonra tekrar ölüp tekrar diriliyoruz, kurtuluş yok mudur!” feryadıdır Allah’a. Yani cehennem ateşinin bir döngüsü, Türkçemizdeki “ölüp ölüp dirilmek” deyiminin bir benzerdir bu Arapçada.
Din aliminin kast ettiği bedensel/biyolojik; hayat-ölüm döngüsü ise şu ayette açıklanmıştır; “Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara S. 28)
Ayrıca Kur’an’da “hayat ve ölüm” kavramıyla ilgili mecaz anlamlar da vardır. “Allah’a verilen sözden dönme, Kur’an dilinde “ölüm” anlamına geldiği gibi; iman etmek de “hayat” anlamına gelir (Fatır S. 19-22). Yine Araf suresi (172 ve 173.) misak ayetlerinde, ruhların rububiyete “şahitlik etme dirilmesiyle” kıyamette bu tanıklığın hatırlanması arasında geçen; bütün ruhsal şuurlar, Hz. Adem’in bedenine üflenen ruh ve biyolojik dirim-ölümler; bunların hepsi Mü’min S. 11. ayetin anlaşılmasına ışık tutabilir.
5- “Sonunda Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun ailesini de azabın en kötüsü kuşattı. Ateş sunulur onlara sabah ve akşamüstü. Saat (kıyamet günü) geldiğinde şöyle denir: Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun!" (Mü’min S. 45,46)
Bu ayetlerin öncesinde ve 40. ayette Hz. Musa’yı tasdik eden bir mümin; Firavun ve yakın çevresini cennete/imana çağırmaktadır. Bu mümine karşı çıkanlar; “sen bizi ateşe çağırıyorsun” diye onu suçlarlar. Hak söze çağırmak, Firavun için; ateşe çağırmak ve onlara “ateş sunmak” anlamına gelmektedir. Bu mümin de onlara; “asıl kendilerinin/aşırı gidenlerin, ateş ehli olduğu söyleyerek” Firavun ve yakın çevresini ikaz etmeye devam eder. Yine bu mümin; Firavun ve yardımcılarını, gelecekte kuşatacak azaplara/musibetlere karşı uyarırken, bu müstekbirler ise iman edenlere tuzak kurmakla meşguldür. 45. ayette “azabın kötüsü onları kuşatır.” Bu azap ve uyarısı 46. ayette tekrar ateşe bağlanıp; kıyamet saatiyle birleştirilir. Mü’min suresi 46. ayet bu tartışma bağlamında okunduğunda, elçinin onlara yaptığı her tebliğ; onlara “ateşi göstermek” olup, artık hayat bundan sonra/Musa ve iman edenlerin; aralarında var oldukları süre içinde; yaşadıkları her gün onlar için bir ateşe/azaba dönüşür. Artık iktidarları sarsılmış, Mısır’ı yıllarca kahreden musibetler başlamıştır… Sabah ve akşamüzeri; dünyada huzur ve sohbetin arandığı iki hoş zaman dilimidir. Bu güzel vakitlerin huzuru kaçmıştır artık Mısır’da. Bu vakitlerde, ateşi/azabı görür gibi işkenceye dönüşen bir devre başlamıştır artık Firavun ve yakınlarına. Bu bir cehennem psikolojisi metaforudur dünyanın sabahı-akşamı onlar için. Sonra da; ölünce/saati gelince asıl ve ebedi olan cehennem ateşine atılacakları bildirilmiştir Firavun ve yardımcılarına.
Bu ayetler, aynı zamanda içerdiği kinayesiyle tarihte büyük/istikbari bir uygarlık kurmuş olan Firavunlar üzerinden; bugünün “süper güçlerine de” gönderme yaparak, bu güçlere ve onlara güvenen insanlığa ateşi gösteren bir hakikat dersi verilir. Sonraki ayetlerde de (Mü’min S. 47.48.49-) bu ateş tartışması sürüp gider cehennemde de…
Din adamının semiyyattandır diyerek; kanıtlamak için paralandığı kabir azabı iddiası tam bir ironidir demiştik. Kabirle ilgili hadisleri tahrif etmek oldukça kolaydır. “Ahiret, kıyamet, hesap” günü lafızlarının yerine “kabir” sözcüğü koyduğunuzda iş bitmiş olur…
Ayrıca bu din alimleri; “Sahabeyi kiram, Ehli sünnet, İslam alimi, Hadisi şerif, Dini rivayet, sahih, menkıbe” ıstılahlarını dine kaynak kabul ederken, bunları “Kur’an’ı Kerim”den daha fazla önemseyip kutsamış; İslam’ın iman esaslarını da bu ıstılah başlıkları altına toplayıp eleştirileri küfürle itham etmiştir…
“Klasik hadis alimi” kendi eserinde arada bir; bazı saçma rivayetlere çekince ve şüphesini şerh düşer. Bu yolla, eserindeki diğer uydurmaların doğruluğunu ikame etmenin kazancını kar hanesine yazar. Böylece, kendince “makul uydurmalardaki yanlışları” ehlisünnet literatürüne taşıma kurnazlığını Müslüman’a hazmettirmiş olur. Artık, günümüzün öykünmeci din alimleri de el altındaki hazır bilgiyi; sorumlusu “filan alleme imamdır” diye bu tahrifatı, genç kuşaklara oldukça ucuza satar…
Kabir hayatı (Berzah alemi) iddiasının kaynağının çoğu “sahih hadislerdir.” Bunların “sahih” başlığı altıda toplanması “onları uydurma” olmaktan çıkarmaz. “Ehli sünnet öykünmeci alimlerinin zihniyetini” kavrama açısından “deve idrarı” hadisi(!) örnek olarak incelenebilir. Bu hadiste, hastalara deve idrarı içirilmesiyle yetinilmez. İyileşen hastalar, çobanı öldürüp, develeri çaldıkları için; gözlerine mil çekilir, elleri ayakları kesilir ve ölmeleri için susuz çöle bırakılır! Peygamberimiz burada (haşa); hastaya sidik içiren bir cahil, zalim bir yargıç ve işkenceci bir infazcıdır! Bazılarının mensuh/hükümsüz kabul ettiği, Diyanet onaylı bu sahih hadis” dipnotta verilen web adresinden okunabilir. (4)
Bütün bunlar uydurulurken, Kur’an’ın ayetleri, Peygamberimizin masumiyeti, kutsal risalet vazifesi ve insaniyeti; “ehlisünnet dokunulmazlığının kutsallığı” adı altında ayaklar altında acımasız ve utanmazca çiğnenir!
Yine “hadis uydurmalarının” nasıl bir komedyaya dönüştüğünü anlamak için “kabir azabından muaf kalmayı bildiren “rivayetlerin” bazılarının sadece başlıklarını vermek bile bu akıldışılığı anlamaya yeter. Bunlar; ayrıştırıcı ve vehmedici hitaplardır; ilk bölümde söz ettiğimiz, insanda psiko-sosyal bunalımları üreten telkinlerdir.
“Karın ağrısından ölenler, Mülk suresini okuyanlar, Cuma günü ölenler...”
Son söz; “kabir azabının ve mükâfatının olmadığını” belirtenleri sapıklıkla suçlayan insanımıza şu soruyu soralım:
Her fırsatta/devrede, kullarına eziyet eden bir tanrı tasvir etmek mi sapıklık; yoksa Kur’an’da geçen bunca ayetle “hesap günü mizanını ve İlahi adaleti” savunmak mı; Allah’ın sınırsız merhametli olduğunu, insanları bağışlamak için her durumda affedici olduğunu hatırlatmak mı sapıklık?
Bir de din alimlerine şunu soralım; “Peygamberimiz (as) adına hadis uydurmak mı, yoksa uydurma hadisleri reddetmek mi küfürdür?” Yoksa dinimizi hurafelerle doldurmak mı?
Sağduyulu din alimlerine selam olsun. (5)
Merhum M. Akif’in şu dörtlüğü dinimiz, tertemiz İslam’a kötülük edenlere ne güzel bir cevaptır;

Nebiye atfen binlerce herze uydurdun,
Yıktın da dini Mübin-i yeni bir din kurdun!
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı…


Dipnotlar
(1) “Yaşlılarda ölümden korkmamaya yetecek derecede benlik bütünlüğü olursa, çocuklar da yaşamdan korkmayacaklardır.” Erik. H. Erikson

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder