KUR’AN’DA KABİR AZABI VAR MI? -2-
Berzah alemi ne demek?
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, ‘Rabbim! Beni
dünyaya geri döndür ki, hayatımda yapmadığım salih amelleri işlerim’ der.
Hayır! Bu, onun söylediği (boş) sadece bir sözden ibarettir. Onların arkasında,
tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah (geri dönmelerine engel) vardır.”
(Mü’minun S. 99-100)
Berzah, sözlükte; aşılmaz engel, perde
demektir. Ayette geçen bu “berzah” kavramıyla onu niteleyen ve
belirleyen bir sıfat ya da isim tamlaması yapılmamıştır. Yani “berzah alemi, kabir hayatı”
gibi bir tamlama yoktur. Bu din aliminin bir çıkarsamasıdır.
Berzah, dünya hayatına geri dönüşe engelidir. Yoksa
geleceğe/baas gününe (yeniden dirilişe) kadar geçecek olan bir sürenin adı
değildir. Ayetteki, “Dirilecekleri güne kadar” sözündeki zaman
zarfı ise bizim bilip algıladığımız bir zaman mefhumu değildir. Buradaki, “kadar”
süre/miktar zarfının; milyarlarca dünya yılının kabirdeki karşılığı
yokluğa/sıfıra yakın bir süreye eşdeğer de olabilir. Dünyada geçen
zamana/saatine göre buna, “hemen, şimdi” de denebilir…
Berzah, şuurun/bilincin kapanmasıdır. Eski hal, yani
şuur bitmiş; yeni durum başlamıştır. Yani derin ve geri dönülemez bir uyku
halidir başlayan. Bu, tamamen duyarsız; şuursuz bir haldir. Ölü için zamanın
sürdüğü ara bir dönem değildir. Berzah, biz yaşayanların algısı olan üç
boyutlu; kütle, yer ve zaman varlık bütünlemesinin olmadığı bir geçiş
durumudur. Yaşayan insan; dünyada, bilinci açık ve önünde henüz ömür/süresi
vardır, bu yüzden üç boyutlu ve göreceli bir tasavvura gitmek zorunda kalır.
Ama ölü insan için böyle bir algı, üç boyutlu bir tanım ve farkında olduğu ara
bir devre olamaz. Çünkü bilinç/şuur (algı) kapalıdır (berzah), his yoktur. Ta
ki Sûr’a üfleninceye kadar…
Yasin suresi 51-52. ayetler bu durumu daha iyi
açıklar;
“Sûr’a
üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın
gitmektedirler. Derler ki: 'Eyvah bize! Bizi uyuduğumuz yerden kim diriltti? Bu
Rahman'ın vaad ettiğidir. Demek ki peygamberler doğru söylemişler.”
Din adamı bu berzah kavramına, “alem” ve “hayatı”
sözcüklerini de ekleyerek, dünya hayatına dönülme engelini (berzahı); ayrı bir
süreç ya da zamansal bir devir anlamını çağrıştıran “berzah alemi” diye yeni
bir “mekan ve ara dönem” tamlamasına
taşımıştır. Hâlbuki ölümden sonraki devrede; baasla açılan şuurun/bilincin
gösterdiği tepkiyle ölümün “derin uyku halindeki” bir süreç
olduğu yukarıdaki ayette açıkça bildirilmiştir…
Mecaz anlamlarıyla birlikte şu ayetlerin gerçek
anlamları da ölüm halini açıklamak için inananları tefekküre çağırır;
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir
olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen
kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır S. 19-20-21-22)
Aslında “kabire girme olayı” yaşayanların
ölüye yaptığı bir iştir. Ölü, dirilip kabirden çıktığında; oraya girdiğini de
orada kaldığını da hatırlamaz. Yeniden diriliş/baas gününde; hızlı ve neredeyse
zamansız bir şekilde; ölüm anındaki durumuna, eski bilincine geri dönüp; “Rahman’ın
vaat ettiği” mahşer/toplanma sahnesi tanıklığıyla yeni bir aleme derhal
geçmiş olur. Bu geçiş, derin bir uyku içindeymiş gibi gerçekleşip biter.
Sonuçta berzah; dünyaya geri döndürmeyen, yalnızca ahirete geçişi sağlayan bir
kapıdır insan için…
Yine berzah; iki alemin arası olup, herhangi bir
fenomenin geçerli olduğu zaman sürecini/dilimini kapsamaz. Yani imtihan için
ayrılan süre tükenmiştir, dünya hayatı ve bedenimizde geçen dönem bitmiştir…
Ölüm, dünyaya ait zaman algısının da sonudur. Bedeni toprağa veren ruh için,
farklı bir devir ve mekân başlayacaktır. Berzah, bu zamansız ve eylemsiz
kapıdan bir geçiştir. Tekrarlarsak şuursuz/bilinçsiz andır. Şayet bilinçli
olduğumuz ara bir mekan olsaydı; ölüm sonrasında, mizan öncesinde insana tövbe
etme imkânı ve hakkı doğmuş olurdu. Zaten inkârcılar, yeniden dirilişte derhal
pişmanlık ve af dilemeye başlar. Yukarıda, Mü’minun
suresi 99. ayetinde geçen; “günahkârın, dünyaya geri dönüş arzusu” ömür sonu ile berzah başı
arasında gerçekleşen bir süreç/andır. Fakat
biz, insan için zaman ve mekân boşluğu düşünmediğimizden bu berzahı; bir
“zaman-mekan-beden” tanımı gibi algılarız. Oysa kozmik düzendeki zaman
mefhumu da, insanın dünyada yaşadığı süre/ömür de birbirine karşı
değişken/göreceli olmaktadır.
“… Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir
gün, sizin sayıp durduğunuz bin yıl gibidir.” (Hacc S. 47)
Sûr’a üflendiğinde (baas günü) bilinç açılır ve yeni
bir zaman-mekân süreci başlar. Bu, aynı zamanda; ölümünden itibaren insan için
kıyamet sürecinin, hesap gününün başlaması demektir. Kabire girme ve Sûr’a
üflenme arasındaki süre, şuursuz/bilinçsiz geçtiği için; dünyada (kabirde)
geçen zaman milyarlarca dünya yılı dahi olsa ölü için bir değeri veya ölçüsü
olamaz. Yukarıdaki ayette göre;
bilinen on bin yıllık insanlık tarihi/hayatı, Allah katında on günlük bir
süredir. Yine aynı hesaba/formüle göre 80 dünya yılı yaşayan bir insanın kozmik
ömrü; 80/10.000= 0,008 kozmik gün kadar olur ki, buda din dilinde; yani kozmik
algıda “bir günden daha az” bir zaman
kadardır…
Biz yaşayanlar için tanık olduğumuz süre ve daha
fazlası; bir ölü için ölçülmeyecek kadar kısadır. Hatta kıyamet gününde dirilen
insan; değil kabir hayatını, yıllarca yaşadığı dünya hayatını bile
unutmuş/kısaltmıştır. İnsanın bu unutkanlığını, baas/yeniden dirilme gününde
şöyle dillendirir Kur’an;
“Kıyamet koptuğu gün günahkârlar,
(dünyada) ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar,
(dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman
verilenler ise şöyle derler: 'Andolsun ki, Allah'ın kitabında (yazılı) olana
göre siz yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden diriliş
günüdür. Ancak siz bilmiyordunuz.'” (Rum S. 55-56)
Bu ayetlerde; inkârcıların dünya hayatında iken bile
zaman algısından, gerçek süreden (iman, amel ve tövbe fırsatından) nasıl kopmuş
oldukları da belirtilir. Mü’minlerin ifadesinden de; inkârcıların kabirde
kalınan süreyi bilmediklerini ve bu devrede ölünün açıkça, şuursuz ve algısız
bir devre geçirdiğini gösteriyor. Şayet kabirde bir azap görselerdi, inkârcılar
bunu ifade etmezler miydi?
Yine inkârcıların dünyadaki kıymetli ömrü seyyiatla
tükettiklerinin, “zaman kavramını ve sosyal bağlarını yitirdiklerinin”
baas günündeki hali pürmelali ise şöyledir;
“Sanki (dünyada ve kabirlerinde)
gündüzün bir saatinden başka durmamışlar gibi, Allah hepsini mahşere sevk
edeceği gün, aralarında (birbirleriyle yeniden) tanışacaklardır. Allah’ın
huzuruna çıkacaklarını inkâr edip de hidayet yolunu tutmamış olanlar, muhakkak
en büyük ziyana uğramışlardır.” (Yunus
S. 45)
“Kıyameti gördükleri gün, dünyada
ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.”
(Naziat S. 46)
“Allah inkâr edenlere:
'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?' der. 'Bir gün veya bir günün birazı kadar
kaldık. ‘Sayanlara sor' derler. Allah; 'Pek az kaldınız.' buyurur. 'Keşke bunu
vaktiyle bilseydiniz!” (Mü’minun S. 112-113-114)
Kur’an ayetlerinde; dünya hayatı, geçen ömür,
kıyamet günündeki diriliş ve mahşer sahneleri böyleyken, kabir hayatıyla(!) ve
azabıyla ilgili herhangi bir sahne bulunmamaktadır. Kabir sadece, “şuur
edilemeyen, zamansız bir bekleyiş devresi” olarak geçmektedir. Bu da
insanın göreceli/rölatif zaman-mekân algısının tanımlama/somutlaştırılmış ifade
şeklidir. Oysa İslami kaynaklardan, hadis külliyatında “kabir azabıyla” ilgili onlarca; hadis, menkıbeler, rivayetler,
risaleler ve tefsirlerin toplamı neredeyse ansiklopedik hale gelmiştir. (2)
Yukarıda açıklanmaya çalışılan “göreceli zaman” algısına yorumsanacak; kabir ve sonrasıyla ilgili
Kur’an’a uyum sağlayabilecek, geçerli ve tek hadisi şerif şu olabilir;
“Peygamberimiz
(s.a.s.), bir ölüyü defnettikten sonra; " Kardeşiniz için Allah'tan
mağfiret dileyiniz; çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.’ buyurmuşlardır.” (Ebu Davud, Cenâiz. 67; es-Sâbûnî, "el-Bidâye Fi Usûli'd-Dîn).
Bu hadis, kabirde olan bir sorguyu değil; ölen insan
için “artık (iman, amel, tövbe) fırsatı/zamanı bitmiş, kıyamet günü hesabı
başlamıştır” anlamı taşır. Artık o insan için “İlahi mizan” kurulmuş/kurulacak sayılır. Aksi kastedilmişse bu
durumda; Kur’an’a uymadığı için bu hadis, İslam ilahiyatı için kabul edilemez.
Birileri peygamberimiz adına söylemiştir.
Münker ve Nekir; inkârcı için çirkin
ve korkunç “sorgu melekleri” diye belleklere yerleştirilmiştir. Bazı
rivayetlerde seyrek olarak geçen; “Rûmân”
adlı melek vs. bunların hiçbiri, Kur’an da yer alan melek isimlerinden
değildir. Açıkçası Habil ve Kabil ismi de Kur’an’da olmadığı halde dini
literatürümüze yerleşmiştir. Bu melek isimlerinin hiçbir kıymeti yoktur, geçtiği
tüm rivayetler uydurmadır. (3) Zaten dikkatli incelenirse bu isimlerin olduğu
rivayetlerdeki betimlemeler de şizofreniktir. Eski çağ dinlerindeki fantastik
tanrı veya şeytanlara benzetilir. Ölüleri korkutmaya çalışan Mısır tanrıları
gibidir. Belki, melek diye bu isimlerin geçtiği hadisleri uyduranlar,
Kur’an’daki cehennem bekçisi olan “zebani”
kavramından esinlenmişlerdir de diyebiliriz. Ayrı bir inceleme konusu olan
zebani betimlemesi; İslam’a ve Peygamberimize yönelik çirkin ve alaycı
tehditler savuran inkârcılara karşı, Kur’an’da tehditkar bir misilleme imgesi
olarak önümüze çıkar…
Kabir
azabı ve mükâfatının İslam dininde “olmadığı” bir iddia değil, “hakikatin”
kendisidir. Günümüz din adamının bu konuda akli hiçbir delili yoktur. Kur’an’ın
tüm beyyinatları akıl sahipleri için bildirilmiştir. Aklın kabul etmediği, (sözde)
hadislerle yapılmış tefsir ve menkıbeleri dayanak yapanlar, selefi aliminin
saplantısı üzerinden bu iddiayı sürdürenler; eğer güçleri yetiyorsa hadisleri
bir (anlık da olsa) kenara bırakıp; bu kadim iddiayı bize Kur’an’dan
kanıtlasınlar.
Bu konuda
yapılması gereken; ayetlerden yola çıkıp, hadisleri akıl süzgecinden
geçirmektir. Fakat din alimleri bunun tam tersini yapar; eğrilttiği hadisleri
ayetlerle doğrultmaya çalışır. “Kabir
azabını anlatan hadislerin(!)” büyük bir çoğunluğu; sağlıklı düşünen her
insan tarafından, akıldışı görülecek kadar traji-komiktir. Bu uydurma hadisler,
“klasik
dönemdeki epistemolojik/bilgisel sapmanın” bir kanıtıdır. Kur’an’ın
zaman kavramını yer yer göreceli anlamda kullandığını; dünya-ahiret
sahnelerindeki iki ayrı zaman olgusunun birbiriyle iç içe geçtiği tasvirlerin
dikkate alınmaması, o dönemin çok sayıdaki eksiğinden sadece birisidir.
Antik
çağda ceza hukuku, yersel (batıl) tanrıların güç konseptine dayalıdır. Bu
zihniyet, mitoslar/efsaneler yoluyla dinselleştirilip “azapçı bir tanrı” imgesi üretmiştir. Bu yanlış imgenin
hadis kutsalına yerleştirilip, modern çağa kadar taşınması ayrı bir sorunken;
bugünkü öykünmeciliğin akademik felsefi kısırlığı ise hayret vericidir!
“Kabir hayatını” araştıranlar; bu iddia peşindeki din
adamlarının, “uydurma hadislerin” içeriğini ispatlamak için delil olarak en çok
kullandıkları şu beş Kur’an ayetiyle karşılaşır. Üstelik bu ayetler de; eski rivayet
tefsirlerindeki tevilleriyle (şahsi fikrine uydurma, döndürme amaçlı) kullanılır.
Şimdi bu ayetlerin meallerini yazıp, anlam ve bağlamlarını tek tek inceleyelim:
1- “Belki dönerler diye onlara, en büyük
azaptan önce en yakın (yaşadıkları dünyalarından) bir azaptan mutlaka
tattıracağız.” (Secde S. 21)
Bu ayetteki “en yakın azaba” kabir azabı
demek için deli olmak gerekir.
“Belki dönerler” yani dünya hayatında
iken; iman ederler, tövbe ederler anlamını açıkça her okur anlar. Ayetteki büyük azap; cehennemdir. Yakın azap
ise dünyadaki musibetler ve yenilgiler; psikolojik ve biyolojik acılardır.
Kabirdeki ölü, berzahtan nasıl geri dönecek? Bu ayette, yaşadığı musibetler
sonunda aklını başına alıp, ölmeden önce tövbe edecekler için; Yüce Allah’ın
rahmetinden bir lütuf ve fırsat verileceğinin bilgisi apaçıktır. Yine bu ayetin
okunmasında, siyak ve sibakı ihmal edenler akılsızlardır.
2- “Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden
suda boğuldular ve ateşe sokuldular da kendileri için Allah’tan başka
yardımcılar bulamadılar.” (Nuh S. 25)
Bu
ayetteki, “ateşe dâhil edilmeyi”
kabir olarak anlamak hiç de akıl kârı değildir. Nuh kavmi; Hz. Nuh’a karşı
kibirlenip uyarıldıkları tufanı inkâr edip, hafife alıp, iman ve tövbe etmeden
tıpkı “Firavun ve âlisi” gibi suda/tufanda boğuldular. Kur’an burada da zaman
olgusunu kısaltmış; sadece bir sıralama vermiştir. Dünya ve ahiret, zaman ve
mekan olarak birleştirilmiştir. Allah için geçmiş-gelecek böyledir. Boğulma,
dünyadaki; ateş ise ahiretteki azaptır. Bu ayeti illa da dünya için de
düşüneceksek; farz edelim ki, yeryüzünde bir yerde büyük bir deprem olmuş
olsun; yer altından veya yanar dağlardan gelen duman ve küller insanları
boğsun, sonra da lavlar/akıcı ateş bu kavmi helak etmiş olsun. Yeryüzünde bu
şekilde helak olan kavimler yok mudur? Her iki mekânda da Allah zalimlere
yardım etmez…
3- “Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve
ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp saptırır;
Allah dilediğini yapar.” (İbrahim S. 27)
Bu ayet
apaçıktır. Kabirden söz etmez; “ahirette” der. İman edenlerde; dünyadaki
şehadetlerinin hesap günündeki hakikatle örtüşmesinin mutluluğu vardır.
Zalimlerin dünyadaki inkârları ise; ahiret gününde yalancı çıkmalarının kanıtı
olmuş ve büyük bir şaşkınlık içine düşmüşlerdir… Din alimlerinin, kabir iddiasına kanıt için
ileri sürdüğü Kur’an ayetlerinde hep ahiret tasvirleri varken; delil diye getirdikleri
hadisler nedense kabir üzerinde yoğunlaşır. Ve yine bazı ayetlerde geçen,
dünyadaki azap/bela-musibet ile cehennem sahneleri zaman sırasız ve iç içe
kullanılırken; din adamı bu sahneleri kabirde oluyormuş gibi tevil edip durur.
Eğer bu mantıkla ayetlere bakarsanız, ölüye baas günü de gerekmez. Ölüm ne
demekse din adamının zihninde; mizana, cennete, cehenneme lüzum yok, her şey
kabirde de yaşanabilir!
4- “Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi
iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi
(bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?” (Mü’min S. 11)
Yukarıdaki
ayeti tek başına okuyan, hatta Kur’an’ın tümünden soyutlayan bu din aliminin
beyni nasıl çalışır acaba? Kur’an okumada siyak ve sibakı en iyi kendi bilir;
sonrada kalkıp, ayeti bağlamından koparır! Ayetteki iki ölüm ve iki dirilmeye
anlam veremeyen din alimi; Kur’an’ı kendi iddiasına delil yapmak için usulü de terk
eder…
Mümin
suresi 11; 10 ve 12. ayetlerle birlikte okunur. Bu ayet, kafirlerin dünyadan
getirdikleri inkâr/günahtan dolayı hak ettikleri azabın verdiği; “Bu ateşin içinde ölüp diriliyoruz, sonra
tekrar ölüp tekrar diriliyoruz, kurtuluş yok mudur!” feryadıdır Allah’a.
Yani cehennem ateşinin bir döngüsü, Türkçemizdeki “ölüp ölüp dirilmek” deyiminin bir benzerdir bu Arapçada.
Din
aliminin kast ettiği bedensel/biyolojik; hayat-ölüm döngüsü ise şu ayette
açıklanmıştır; “Siz cansız (henüz yok) iken sizi
dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri
öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.”
(Bakara S. 28)
Ayrıca
Kur’an’da “hayat ve ölüm” kavramıyla ilgili mecaz anlamlar da vardır. “Allah’a
verilen sözden dönme, Kur’an dilinde “ölüm”
anlamına geldiği gibi; iman etmek de “hayat”
anlamına gelir (Fatır S. 19-22). Yine Araf suresi (172 ve 173.) misak ayetlerinde,
ruhların rububiyete “şahitlik etme dirilmesiyle”
kıyamette bu tanıklığın hatırlanması arasında geçen; bütün ruhsal şuurlar, Hz.
Adem’in bedenine üflenen ruh ve biyolojik dirim-ölümler; bunların hepsi Mü’min
S. 11. ayetin anlaşılmasına ışık tutabilir.
5- “Sonunda Allah onu, onların kurdukları
tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun ailesini de azabın en kötüsü
kuşattı. Ateş sunulur onlara sabah ve akşamüstü. Saat (kıyamet günü) geldiğinde
şöyle denir: Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun!" (Mü’min S.
45,46)
Bu
ayetlerin öncesinde ve 40. ayette Hz. Musa’yı tasdik eden bir mümin; Firavun ve
yakın çevresini cennete/imana çağırmaktadır. Bu mümine karşı çıkanlar; “sen bizi ateşe çağırıyorsun” diye onu
suçlarlar. Hak söze çağırmak, Firavun için; ateşe çağırmak ve onlara “ateş
sunmak” anlamına gelmektedir. Bu mümin de onlara; “asıl kendilerinin/aşırı gidenlerin, ateş ehli olduğu söyleyerek”
Firavun ve yakın çevresini ikaz etmeye devam eder. Yine bu mümin; Firavun ve
yardımcılarını, gelecekte kuşatacak azaplara/musibetlere karşı uyarırken, bu
müstekbirler ise iman edenlere tuzak kurmakla meşguldür. 45. ayette “azabın kötüsü onları kuşatır.” Bu azap
ve uyarısı 46. ayette tekrar ateşe bağlanıp; kıyamet saatiyle birleştirilir.
Mü’min suresi 46. ayet bu tartışma bağlamında okunduğunda, elçinin onlara
yaptığı her tebliğ; onlara “ateşi
göstermek” olup, artık hayat bundan sonra/Musa ve iman edenlerin;
aralarında var oldukları süre içinde; yaşadıkları her gün onlar için bir
ateşe/azaba dönüşür. Artık iktidarları sarsılmış, Mısır’ı yıllarca kahreden
musibetler başlamıştır… Sabah ve akşamüzeri; dünyada huzur ve sohbetin arandığı
iki hoş zaman dilimidir. Bu güzel vakitlerin huzuru kaçmıştır artık Mısır’da.
Bu vakitlerde, ateşi/azabı görür gibi işkenceye dönüşen bir devre başlamıştır
artık Firavun ve yakınlarına. Bu bir cehennem psikolojisi metaforudur dünyanın
sabahı-akşamı onlar için. Sonra da; ölünce/saati gelince asıl ve ebedi olan
cehennem ateşine atılacakları bildirilmiştir Firavun ve yardımcılarına.
Bu
ayetler, aynı zamanda içerdiği kinayesiyle tarihte büyük/istikbari bir uygarlık
kurmuş olan Firavunlar üzerinden; bugünün “süper
güçlerine de” gönderme yaparak, bu güçlere ve onlara güvenen insanlığa
ateşi gösteren bir hakikat dersi verilir. Sonraki ayetlerde de (Mü’min S. 47.48.49-) bu ateş tartışması
sürüp gider cehennemde de…
Din
adamının semiyyattandır diyerek; kanıtlamak için paralandığı kabir azabı
iddiası tam bir ironidir demiştik. Kabirle ilgili hadisleri tahrif etmek
oldukça kolaydır. “Ahiret, kıyamet, hesap” günü lafızlarının yerine “kabir”
sözcüğü koyduğunuzda iş bitmiş olur…
Ayrıca bu
din alimleri; “Sahabeyi kiram, Ehli sünnet, İslam alimi, Hadisi şerif, Dini rivayet,
sahih, menkıbe” ıstılahlarını dine kaynak kabul ederken, bunları “Kur’an’ı
Kerim”den daha fazla önemseyip kutsamış; İslam’ın iman esaslarını da bu
ıstılah başlıkları altına toplayıp eleştirileri küfürle itham etmiştir…
“Klasik
hadis alimi” kendi
eserinde arada bir; bazı saçma rivayetlere çekince ve şüphesini şerh düşer. Bu
yolla, eserindeki diğer uydurmaların doğruluğunu ikame etmenin kazancını kar
hanesine yazar. Böylece, kendince “makul
uydurmalardaki yanlışları” ehlisünnet literatürüne taşıma kurnazlığını
Müslüman’a hazmettirmiş olur. Artık, günümüzün öykünmeci din alimleri de el
altındaki hazır bilgiyi; sorumlusu “filan alleme imamdır” diye bu tahrifatı, genç kuşaklara
oldukça ucuza satar…
Kabir
hayatı (Berzah alemi) iddiasının kaynağının çoğu “sahih hadislerdir.” Bunların
“sahih” başlığı altıda toplanması “onları uydurma” olmaktan çıkarmaz. “Ehli sünnet öykünmeci alimlerinin
zihniyetini” kavrama açısından “deve
idrarı” hadisi(!) örnek olarak incelenebilir. Bu hadiste, hastalara deve idrarı içirilmesiyle yetinilmez. İyileşen
hastalar, çobanı öldürüp, develeri çaldıkları için; gözlerine mil çekilir,
elleri ayakları kesilir ve ölmeleri için susuz çöle bırakılır! Peygamberimiz
burada (haşa); hastaya sidik içiren bir cahil, zalim bir yargıç ve işkenceci
bir infazcıdır! Bazılarının mensuh/hükümsüz kabul ettiği, Diyanet onaylı bu “sahih
hadis” dipnotta verilen web adresinden okunabilir. (4)
Bütün bunlar uydurulurken, Kur’an’ın
ayetleri, Peygamberimizin masumiyeti, kutsal risalet vazifesi ve insaniyeti; “ehlisünnet dokunulmazlığının kutsallığı”
adı altında ayaklar altında acımasız ve utanmazca çiğnenir!
Yine “hadis uydurmalarının” nasıl bir
komedyaya dönüştüğünü anlamak için “kabir azabından muaf kalmayı bildiren “rivayetlerin” bazılarının sadece
başlıklarını vermek bile bu akıldışılığı anlamaya yeter. Bunlar; ayrıştırıcı ve
vehmedici hitaplardır; ilk bölümde söz ettiğimiz, insanda psiko-sosyal
bunalımları üreten telkinlerdir.
“Karın ağrısından ölenler, Mülk suresini
okuyanlar, Cuma günü ölenler...”
Son söz; “kabir
azabının ve mükâfatının olmadığını” belirtenleri sapıklıkla suçlayan
insanımıza şu soruyu soralım:
Her fırsatta/devrede, kullarına eziyet
eden bir tanrı tasvir etmek mi sapıklık; yoksa Kur’an’da geçen bunca ayetle “hesap
günü mizanını ve İlahi adaleti” savunmak mı; Allah’ın sınırsız merhametli
olduğunu, insanları bağışlamak için her durumda affedici olduğunu hatırlatmak
mı sapıklık?
Bir de
din alimlerine şunu soralım; “Peygamberimiz
(as) adına hadis uydurmak mı, yoksa uydurma hadisleri reddetmek mi küfürdür?” Yoksa dinimizi hurafelerle doldurmak mı?
Sağduyulu din alimlerine selam olsun. (5)
Sağduyulu din alimlerine selam olsun. (5)
Merhum M.
Akif’in şu dörtlüğü dinimiz, tertemiz İslam’a kötülük edenlere ne güzel bir
cevaptır;
Nebiye
atfen binlerce herze uydurdun,
Yıktın
da dini Mübin-i yeni bir din kurdun!
Doğrudan
doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı,
Asrın
idrakine söyletmeliyiz İslam’ı…
Dipnotlar
(1) “Yaşlılarda ölümden korkmamaya yetecek derecede benlik
bütünlüğü olursa, çocuklar da yaşamdan korkmayacaklardır.” Erik. H. Erikson
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder