KUR’AN’DA HUKUK,
DÖNEMSELLİK ve EVRENSELLİK…
Kur’an; vahyedildiği toplumun her çeşit durumunu düzenlemiştir.
Peygamberin yaşadığı Arap toplumunun, tarihten ve dinlerden gelen
birikiminden güncel hayata, pratiğe aktarılan her durumu gerektiğinde,
dönemsel adalet algısı/kabulü içinde yeniden biçimlendirmiştir.
Kitapta dönemsel pratiklerle ilgili düzenlemelerin bulunması; Arap toplumunda olup da farklı dönemlerde ve farklı toplumlarda olmayan bu pratiklerin/durumların yaşanmasını (meşru-kabul) kılmaz.
Örneğin, Kur’an’ın kölelik-cariyelik veya çok eşlilik düzenlemeleri.
Eğer Kur’an, köleler veya cariyeler hakkında hukuki bir düzenleme
getirmişse bu, "bugün de köleliği geri getirelim, konu hakkındaki
düzenlemeleri uygulayalım" demek değildir. Veyahut da, köle-cariyelerle
ilgili hukuki bir düzenlemenin Kur’an’da var olması, Kur’an’ın köleliğe
izin verdiği, aynı düzenlemelerin her dönemde de uygulanabilirliği
anlamını önümüze koymaz.
Çok evlilik de aynıdır. Kur’an’da bu
konuda öneri, çözüm veya sınırlar varsa; "o halde bunları uygulamak için
çok evliliği geri getirelim" denilemez. Tam aksine Kur’an, insanlığı;
fıtri arayışlar ve mücadele süreciyle (bilgi,çatışma) ulaştığı adalet
algısı (meşruiyet) ve tecrübesi düzeyinden geri döndürmez.
Örneği
verilen konuların tarihsel süreçteki hukuki dönüşümleri veya benzer
durumdaki hukuki kazanımlar (haklar) asla geri alınmaz.
Kur’an, vahy sonrası bütün dönemleri ve toplumları, hukukta “adalet ilkesine” bağlar.
Kitaptaki hem yerel-dönemsel hem de evrensel hukuk düzenlemelerinin yaklaşımları ontolojik dayanaklara bağlıdır.
Bu dayanaklar, bütün hukuksal alanları kapsayan adalet ilkesiyle;
1- Çözümler getiren (Birden fazla tercih)
2- Sınırlar koyan (Haramlar veya yasaklar)
3- Öneri/tavsiyeler, içeren bir yöntem/yaklaşım şeklindedir.
Düşünce Günlüğüm
20 Eylül 2013 Cuma
24 Ekim 2012 Çarşamba
HAC ve KURBAN
SİYASİ ve SOSYO-EKONOMİK BİR İBADETTİR
İnsan Hak ve Hürriyetleri İçin Bir
Sığınma Evi Olan Kâbe’yi, Ağlama Duvarı ve Mezbahaya Çeviren Din Aliminin
Gölgesinde; Hac ve Kurban…
Kâbe’ye sunulmuş kurbanları
da (hedy) kapsayan “hac” ibadeti; aslında seçilmiş “siyasal
çevrenin/yönetici toplumun” önemli ve her yıl yaptığı bir kongredir. Bu toplantıda Yüce Allah, dünyanın dört bir
yanından gelen Müslüman halklar ve yöneticilerinden; haccın vazgeçilmez
sembollerinin (şiarların) korunmasını ve onlara bağlı menâsıklerin/ibadet usullerinin
gerçekleştirilmesini ister. Burada kazanılan bilgi ve şuurlar dünyanın her bir yönüne
taşınır. (Bakara suresi-198-200,
Hac suresi-32).
Bu yolla hac; İslam’ın
siyaset felsefesi ve iktisat politikasını, yerel ve küresel ölçekte dünya Müslüman
toplumunun güncel algısına yerleşmesini sağlayan bir eyleme ve ibadete dönüşür.
Evet, bu toplantı benzetmede yakışık almasa da bir BM toplantısı veya onu aşan
bir organizasyon olmalıdır. (BM,
küresel güçlerin çıkarları için örgütlenmiş uluslar arası ve şeytani politik
bir kurumdur.)
Oysa İslam; mülkiyetin
halka ait olması, yoksulluğun giderilmesi, barışın sağlanması ve adaletin/insan
hak ve hürriyetlerinin yeryüzüne yerleşmesini amaçlamıştır. Haccın şiarları incelendiğinde
bütün bu hedefler için konulduğu ve kapsamının bunlardan ibaret olduğu açıkça görülecektir…
Öyleyse “hac”
her yıl; bütün Müslüman toplumları ayrı ayrı temsil eden siyasal çevrenin
(yöneticilerin), akademik düzeyde yaptıkları çeşitli oturumların siyasi ve
ekonomik değerlendirme sonuçlarını, politik işbirliği kurumsal kararlarına bağlayan
uluslararası bir toplantıya dönüşmelidir.
Gerçek böyleyken ne
yazık ki din alimleri, haccın bu önem ve amacını kavrayamadığı; diğer
ibadetleri yozlaştırdığı gibi, bu uluslararası ortak ibadeti de “dinsel
düşünüş” algısı ve uydurma rivayetler (hayvan kesme ve zemzem içme) argümanıyla
gerçek amacından koparmıştır. Din adamlarının bütün çabalarına rağmen, dindarın
zihninde; hac öncesinde var olan mülkiyet (iktidar ve iktisat felsefesi)
bilinciyle sonrası arasında ilerleme adına bir fayda oluşturulamaz.[i]
Bu siyasi ve ekonomik
kongre günleri Kur’an’da, Arapların örfi olarak kullanıp bildiği Hicrî takvime
göre Şevval, Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Kâbe’ye hac
için gelen Müslümanların, bu zaman diliminde “ihrama girmekle” birlikte; bilmeleri
ve ortak uymaları gereken temel kurallar Bakara suresi 197. Ayette şöyle
bildirilir:
“Hac, malûm aylarda olur. Kim o aylarda hacca niyet ederse bilsin ki
hacda ne kadınla buluşma vardır, ne kötülükte bulunma, ne de kavga ve dövüş.
Hayra dair ne işlerseniz Allah bilir. Yol azığı hazırlayın. Şüphe yok ki
azıkların hayırlısı da sakınıp çekinmedir. Ey aklı eren temiz kişiler, sakının
benden.”
Çoğu, dönemsel Arap
cahiliyesi güncel tutumlarını, ticari ve sosyo-politiğini düzenleyen hac
ayetleri; üzerinde çalışma yapılmadan modern dönemlere birebir aktarılmak
istenmektedir. Din alimlerinin bu şabloncu ve dogmatik geleneği, hac ibadetinin
ve Kur’an’ın anlaşılmasında yine en büyük engeldir…
Haccı yalnızca bir ahiret/mahşer
provası ve bir tapınma/uyuşma (afyon alma) eylemine dönüştüren din alimleridir.
Evet, başta siyasal ve birçok alanın bilgisinden yoksun olan çoğu yaşlı
nüfustaki Müslüman halkın, bu uluslararası siyasi toplantıya (Zilhicce ayı 10-13. günlerinde ısrarla) gitmekteki canhıraş
girişimi de aynı din aliminin oluşturduğu örneği bulunamaz bir ironidir. Halbuki
iki ayı aşıp geniş bir zamana yayılmış olan “ihrama girme” günlerini,
saplantılı din aliminin reddiyesiyle “seçilmiş yöneticilerin toplantı günlerine”
sıkıştırarak dindarı zora sokması ise ayrı bir zihin travması sayılmalıdır.
Diğer taraftan hacca
giden bu dindarların önceden, “nesnel bir Tanrı, canlı bir Peygamber”
imgesi arayışına ve bunlara kavuşma psikolojisine sokulması da işin cabasıdır.
Bu yüzden Beyt-i Haram’ı gören her dindar; olağanüstü coşku patlaması yaşayıp, gözü
yaşlı duygusal bir seremoniye kapılarak siyasal ve sosyal olgular dünyasından
tamamen kopar. Ülkelerine döndüklerinde, dünyevi/yersel olaylara karşı
çaresizleşmiş bu hacıların tutumları ise; siyasi ve iktisadi alandan ciddi bir uzaklaşmaya
girmiş olmalarıdır. Oysa hac ibadeti bunun tam karşıtı durum için vardır.
Müslüman toplumların bölgesel-küresel, siyasi ve ekonomik sorunlarının
belirlenip konuşulması; eldesinin küresel işbirliği ve kurumsallığa
dönüştürülmesi çabasıdır…
Din alimi, haccın
İslam’da oluşturduğu siyasal ve ekonomik bir “Küresel Müslüman Birliği”
eylemi amacı konusunda; “mucizeci/majik zihniyeti” yüzünden algı ve
yorum eksikliğine düşer. Bu eksikliğiyle ürettiği Kur’an dışı retorik ve algıyı
Müslüman halka da dayatır. Böylece, Kâbe’yi sadece bir ağlama duvarına
çevirir. Müslüman hacıların bu toplantıdan dönüşte yurtlarına getirdikleri;
siyasal ve sosyo-ekonomik işbirliği kararları yerine, zemzem bidonları ve hurma
paketleri olur. Yine bu hacıların en büyük karı, hüzünle dökecekleri gözyaşı ve
özlem dolu bir hac tekrarı vardır. Sonuçta İslam alemine hacdan kalan; Allah ve
Resul’ünden “ayrılmış” gurbet kuşları ve dinsel arabesk düşkünleridir…
"Kurban"
gerçek anlamına taşındığında, önümüze infaklarla oluşturulmuş yüzlerce milyarı
aşan miktarda nakdi birikime sahip “küresel bir yardım kurumu kasasının”
çıktığı görülecektir. Hanif olan müminlerin evrensel bir iyiliğe; gönüllü ve
zorunlu(vicdani) bir katılımıdır bu. Evet, kurban müminler için vazgeçilmez bir
ibadettir. Dünya ve ahiret hayatı için bir ahlak/erdem; takva ölçüsüdür. Bölgesel
ve küresel sosyo-ekonomik paylaşım ve dayanışma organizasyonuna yürekten bir
katılımdır. (Hac Suresi-35)
Kurban, bireyin yasal/meşru
yollarla kazandığını veya helal şartlar içinde gösterdiği ekonomik
faaliyetinden elde ettiği “ihtiyaç fazlasını” (artı ürününü)
toplumdaki (önce yakın, sonra uzak çevresinde) ihtiyaç duyanlara cömertçe
devretmesidir. Bu ibadet, bireyin toplumuyla bütünleşme (sosyalleşme)
girişimidir. Böylece birey, toplumun (Allah’ın rahmet ve rızasına) sevgi ve
koruyucu gücüne kavuşmuş olacaktır. Öte yandan artı kazancın ihtiyaç
sahipleriyle paylaşılması (kurban), bireysel tüketim ya da bencillik dediğimiz
bir çeşit psikolojik bozukluğu da ortadan kaldıracaktır. Yine Kur’an’daki
kurban; stok ya da kenz denilen ekonomik/mal ve finans dolaşımına engel olan psikolojik
duvarları da yıkma eylemidir...
Kurban ve hac olgusunun anlaşılmasının birinci yolu, Hz. Adem’in iki
oğlundan; ikinci yolu ise tarihte devrimci bir karakteri temsil eden Hz.
İbrahim’den geçer.
Yüce Allah, Kur'an'da Hz. Adem'in yeryüzündeki beşeri tarihinin
uygarlığa geçtiği ilk dönemlerindeki (iki) oğullarından birer
"kurban" istendiğini bildirir. Onlar da Allah’a (kendi
topluluklarına) yaklaşmanın/bütünleşme ve dayanışmanın bir gereği olarak bu
ekonomik katılıma zorunlu şekilde dahil olurlar. Muharref Tevrat’ta yazılanın aksine,
Kur’an’da bu kurbanların (kazanç bağışının) içeriği/nevi belirsizdir. Bu
durumda akla gelen, fazlasını toplumla paylaşılacak kazancın; “bireyin öz emeğiyle dönemin ekonomik faaliyetlerinden elde ettiği
her çeşit ihtiyaç ürünleri” kastedilmiştir. Böylece Ademoğullarından
biri, Allah’a yaklaşma (kurbanen); merhametli, erdemli ve adil olma/takva yoluna
girmiş olmalıdır…
Maide Suresi-27:
"Oku onlara
Âdem'in iki oğluna ait gerçek haberi. Hani onlar, Tanrıya yaklaşmak için (elde
ettikleri kazançlarından) sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki reddedilmişti.
Kurbanı kabul edilmeyen diğerine; ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ O da; ‘Allah
ancak, kendisinden çekinenlerin kurbanını kabul eder.’ demişti."
Beşeri köklerimizdeki kurbanla ilgili bu ve devamındaki ayetlerin
konusu, Ademoğullarının tarihsel ekonomik tutumlarını ve karşılıklı siyasal
mücadelelerini içerir.[ii]
Güçlü bir varsayım/tez olarak; yalnızca avcı-göçebe topluluk (Tek ümmet;
Yunus suresi-19) halindeki Ademoğullarından biri(kısmı)nin diğer(ler)inden tarımsal
üretime ve şehir kurmaya geçerek ayrışması, Kur’an’daki bu “kurban
teklifi” alegorisiyle açıklanabilir.
(Maide suresi; 27-31)
Ademoğullarının kurbanla imtihanı; beşer tarihinin derinliklerinde, uygarlığın
başlarında gerçekleşen sosyo-ekonomik/neolotik devrimle yaşanan fiziki ayrışmayla
başlayan, yağmacı ve ölümcül saldırıların din dilindeki öyküsüdür.
Kendilerinden “istenen birer kurban” muhtemelen, yeryüzündeki iktisadi faaliyet
tercihlerinin; “doğayı tahrip ve hazırı tüketme” yerine
“doğayı koruma ve tarımsal üretime/berekete” dayalı bir yaşam tarzına geçilmesinin
istenmiş olmasıdır.
Bu kurban isteği olayında, “yerleşik hayata ve tarımsal üretime” geçen
Ademoğlu(ları)nın kurbanı “kabul edilmiş”
sayılmalıdır. Çünkü tarımsal üretim, doğadaki canlılık (hayvan-bitki) düzeni ve
döngüsüne katkıda bulunan bir iktisadi faaliyet tarzıdır. Kurbanı “kabul edilmeyen” Ademoğlu(ları) ise; avcı-göçebe
yaşam tarzına devam eden(ler) olmalıdır. Çünkü “avcılık ve toplayıcılık” doğal yaşam/ekosisteme
(hayvan-bitki çoğalma döngüsüne) zarar veren; üretip paylaşacak artı üretim
tarzının aksine bir tutumdur...
Bu öykülemenin ışığında verili tarih penceresinden görünen; avcı
toplumların, yerleşik (tarım) toplumlarının hazır ürünlerini yağmalamak için
onları öldürmeye kadar varan saldırılarına tanık oluruz…
Ademoğullarının durumu böyleyken; bir hayvanı, Allah’ı razı etmek için
kanını ve etini ona sunmak kurban değildir. Kurban, ihtiyaç fazlası helal kazancın
(ayni veya nakdi) her çeşidinin ciddi ölçüde gönülden bir cömertlikle halka (Allah’a)
devredilmesidir. (Hac
Suresi-37)
Hz. İbrahim
ve Kurban;
Yüce Allah, Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail’i gelecek çağlara ibret ve yasa olacak bir sembol (şiar) yapmıştır.
Kur’an’da Hz. İsmail’in; babası tarafından kurban seçilmesi (ZEBİH) olayı her
çağa hitap edecek bir metaforla/teşbihle anlatılır… (Saffat Suresi; 100-108)
Hz. İbrahim, kavmiyle giriştiği
siyasal tevhid (haniflik) mücadelesinde onların dinleri (iktidar ve inançları) hakkında
çok büyük “zihinsel çatışkı” (paradoks) oluşturacak tartışmalar
üretmektedir. Bunlardan sadece bir tanesi; hemen hemen her Müslüman’ın Kur’an’dan
bildiği “put kırma” olaydır. Kavmi puthaneyi terk ettiğinde yaptığı
bu eylemin ardından, yaşadığı sorgulanma sırasındaki tartışmada kullandığı
tasvirler ve yöntemin; “kurban kesme” olayında da aranması gerekir. Hz
İbrahim’in bu yöntemi, dönemin iktidarlarına karşı gösterdiği devrimciliğinin
büyük yürekliliği ve zekice planlarını içerir. (Bkz. Enbiya Suresi; 57-63)
Din
aliminin alegori yanılgısı;
Din alimlerinin çoğu, Kur’an’daki
müteşâbih ayetlerin tevilini; sofistike ve dogmatik olarak sürdürdükleri için, Hz.
İbrahim’e iftira sayılabilecek birçok iddiayı da yüzyıllardır yazılı ve sözlü
olarak devam ettirirler…
Bu yazıda değineceğimiz, İsmail/kurban
olayının dışında kalan ve “Hz. İbrahim’in; yıldızlara bakarak Allah’ı
bulma, atıldığı ateşin göle ve gül bahçesine dönüşmesi, kafasını koparttığı kuşları
diriltmesi” gibi mucize denilen gerçekdışı tevillere yorumlanan müteşâbih-mesâni
kıssalar başka bir makalede incelenecektir.
Eski Samiler ve Babil inanışlarında,
çeşitli tanrılara (krallarına) şükretmek, onları memnun veya teskin etmek için
“ilk doğan erkek çocuklar, ergenliğe yeni girdiklerinde” bu batıl tanrılar için
düşüncesizce kurban/katledilmekteydi…
Eski Mezopotamya’nın ve Antik
Samilerin “tanrılara insan kurbanı” geleneğini yıkan ve caniliğe son veren Kur’an’daki
bu kıssa, alegorik anlatım sanatına başvurulmuş öykülemeden sadece biridir. Evet,
birçok müfessir ve din alimi; Kur’an’ın sıkça başvurduğu, “müteşâbihen-mesâni”
özelliğinden olan bir anlatım tarzının kullanıldığı bu kurban devrimi “alegorisini”
ne yazık ki kavrayamamıştır.
Alegori, sözlükte; bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi
kavranmasını sağlamak için bunları göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır.
Ya da bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir
şeyleri temsil etmesi durumudur.
Bu tanıma göre “Hz. İsmail’in kurban
edilme olayının” iç yüzü şöyle anlaşılmalıdır:
Yüz yıllardır (ilkel) inançları
için, birçok baba birçok evladı yürekleri sızlatan bir yöntemle katletmiştir.
Hem de yıllarca özlemle bekledikleri ilk doğan oğullarını; küçücük bir bebekken
kucaklayıp kokladıkları, öpüp okşadıkları minik yavrularını. Ne zaman ki bu biricik
oğulları; güçlü ve kopmaz bir sevgiyle babalarının arkasından koşarken, tam da
işlerine destek çıkacakları “gencecik çağlarına” ulaşmışken hemen
boğazlayıverirler… İşte o zaman “şeytani ve acımasız” tanrıların kadim dini,
bu “biricik” sadakat dolu evlatları hunharca alıp götürürdü şu aşağılık dünyadan…
Eski Samiler ve Babillilerin
sıklıkla yaşadıkları bu kurban sunma olayındaki kişiler ve izlenen aşamalarındaki
alegori kahramanları; birbirlerine içtenlikle bağlı bir “baba-oğul olan
İbrahim ve İsmail” yapılmıştır. Burada metafor şudur; “Hz. İbrahim,
herhangi bir Babilli, oğlu İsmail ise kadim kurban (zebih) herhangi Babilli bir
gençtir.” Bu peygamber ve oğlu, “tarihteki bütün yürek parçalayıcı ikiliyi”
katil-maktul olan baba-oğulları temsil eder. Gerçekte ne İbrahim rüya görmüştür
ne de İsmail yüzükoyun yere kapanmıştır! Zaten bu büyük bir imtihandır ve asla
bir peygambere yakışmayan bir inanıştır. Olayda Hz. İbrahim, tıpkı Babilli bir babanın
yaptığı gibi “rüya ve batıl kurban ritüelinin” aynı/tıpkı aşamalarını
uygulamış ve İsmail’le birlikte bu alegorinin kahramanı olmuştur.
İşte belki de binlerce yılda
binlerce kez yaşanan bu ızdıraplı ve acımasız katliam; büyük devrimci “Hanif
İbrahim” ve ilk oğlu İsmail’in kurban olayı anlatımıyla cahiliye
geleneğindeki Araplar ve takipçileri arasında artık son bulacaktı. Antik çağdan
devreden bu ilkel mirasın kalıntıları; Mekke’de yeniden doğan İslam’ın
Peygamberiyle böylece yeniçağlara bir “kurban devrimi sembolü” olarak
bildirildi.
Yüce kitabımız Kur’an,
Müslüman/hanif bir toplum oluşturma modelini; antik çağda Hz. İbrahim üzerinden
biçimleyip sonraki çağlara aktarmıştır. Yani Hz. İbrahim bir “haniflik”
sembolüdür. Kavram olarak dinde, Hakka ve doğruya yönelme durumudur. Haniflik “tek
olan Allah dışında başka tanrılar kabul etmeyen” anlamında olup, Hz. İbrahim
(as) kıyamete kadar tek tanrılı dinin köklü temsilcisidir. (Âl-i İmran Suresi-95, Enam Suresi-161)
İnsanlığın uygarlık
öncesindeki (ilkel dönem) birikimi olan; inanış, tapınma ve yaşayış biçimleri
(kısaca din) Antik çağa aktarılmıştır. Modern ve bilim çağının devraldığı
dinsel birikim ise bir “Antik çağ” tecrübesidir. Hz. İbrahim bu din
tecrübesini, İlahi rehberliğin eşliğinde ana çizgileriyle yenileyip belirleyen
bir peygamberdir. Haniflik, insanlığın binlerce yılda ürettiği uygarlığı,
dinsel açıdan olumluya çeviren ve vasat olan tek yoldur.
Antik çağda,
Babil’de yersel tanrılara/krallara ait put ve inanış geleneğini yıkmayla
başlayan Hz. İbrahim’in tarihsel siyasi çıkışı, Mekke’de “siyasi bir toplantı evi” inşasıyla devam eder. Yine Mekke’de
sürdürdüğü bu haniflik/yenilenme hareketiyle Ademoğullarından gelen kadim
“kurban” olgusunu da biçimlendirir. Hz. İbrahim’in Kâbe’de biçimleyip
yenilediği kurban eylemi, Kur’an’da “hedy” kavramıyla özetlenir. Hedy bir
semboldür. (Seçilmiş kurban) Zebih olan İsmail'in yerine konan ve yersel
tanrılara adanmış "insanı
kesmeyi" ortadan kaldıran bir sembol. Antik çağda yersel tanrılar
için, kıymete değer bir canlının (genelde genç bir insanın) kesilmesine dönüşen
ritüel/törensel kurban eylemi; Eski dünyanın ve Mezopotamya’nın bu acımasız
geleneği, Hz. İbrahim’in gerçekleştirdiği bu devrimle son bulmuştur…
Kur’an’da kurban olarak
bir hayvanın kesilmesi talimatı bulunmaz. Yani “kurban kesin”
şeklinde İslami literatüre/ıstılaha, Kur’an’dan gelen hiçbir kavram yoktur. Varsa
bu, din alimlerinin zorlayıcı bir çıkarsaması ve uydurmasıdır.[iii]
Hac suresi 34. ayette Hz.
İbrahim sembolünden; hedy (kurbanın)dan söz edilir, ancak bunlar için dahi
ayette “kesin” emri yer almaz. Hacdaki bu kurban olgusu, İbrahimî
devrimin/geleneğin bir şiarı olarak; asla ve kati surette “insan kesimi”
eylemine geri dönülemez şiarının korunması içindir. Hacca gitmeyenler, bu
sembolün (hedy) yerine geçecek “helal kazançlarından oluşan cömert infaklarını”
Kâbe’ye göndeririler. Eğer Kâbe’de bir kesim yapılacaksa da bu, zaten günlük
veya rutin et ihtiyacı için, rızık olarak var olan evcil besi hayvanları
olmalıdır. Kur’an, dönemsel olan bu toplu hayvan kesimine ve bu sırada eksik bırakılan
duruma müdahale eder. Zaten Arap örfünde Kâbe’ye adanan, boyunlarına kurbanlık
işareti bağları asılmış ve sıra sıra dizilmiş hayvanlar topluca kesilmektedir.
İşte bu adet üzere kesilen hayvan (hedy)ların üzerine “Allah'ın adının anılması, etinin yenilmesi ve yoksula yedirilmesi”
kuralı istenir. (Hac suresi-28).
Günümüzde hala, bu cahiliye
dönemi Arap ve Yahudi geleneğinin/toplu kurban kesiminin sürdürülmesi; yine din
aliminin uydurma rivayetlere dayanan vehimleri yüzündendir. Kurbanla ilgili
ayetlerin çağımız algısı, “kurban kesimin sadece Kâbe’de ve her ulus için
birer veya tüm ümmet için bir adet evcil-semiz hayvanla sınırlanıp” Hz.
İbrahim’in “Zebih İsmail” sembolünü korumak amacıyla olmalıdır. Kâbe
dışında, “kurban” amaçlı hiç bir
kesim Kur’an’da yer almamaktadır. (Ayrıca Kur’an, hacla ilgili ayetlerde ‘av
hayvanları’ kavramını da tartışmaya açmıştır. Yani doğal yaşamdaki kara canlıları,
artık rızık/besin kaynağı olmamalıdır. Evcil hayvanların çoğaltımı ve ıslahı
yolunu öğrenen insanın bu doğa kıyımından acilen uzaklaşması gerekir.)
Hac suresi 34 ve 35.
ayetler durumu netleştirmektedir. Kur’an dikkatli okunduğunda; günümüzdeki her
toplumu/ülkeyi temsilen bir nusuk/ibadet; hedy adama yeri belirlenmesi
istenir. Bu mensek/ibadet yeri; insanlar tarafından yapılan (ayni veya nakdi) infak/hedy
hesaplarının herkese açık, bilinir ve görünür olması demektir. Yani Beyt’in
kasasına giren paraların hangi ülke veya şahıstan ve hangi miktarda olduğunun
bilinmesi; harcamaların da şeffaf bir şekilde yapılması önemlidir.
Toplumların/halkların
bağışlarıyla Beyt-i Atik kasasında birikip KÜRESEL MÜSLÜMAN BİRLİĞİ
yardım bütçesi her yıl yeniden oluşturulur ve tamamı harcanır. İnsanlık,
infaklarını ve kurban/artı ürünlerini Kâbe’ye gönderirler. Ve Beyti Atik,
insanlık için maddi manevi bir sığınma evi olmalıdır. İnsanlığın her türlü
sıkıntı ve ihtiyaçlarına (ekonomik-politik-askeri ve siyasal destekle) buradan
cevap verilmelidir…
Haccın ve kurbanın
kabulü, Müslüman toplumların Beyt-i Atik merkezli; siyasi ve
ekonomik örgütlenme gücüyle oluşan barışçıl çabaları ve yeryüzündeki fesadı
bitirmeleriyle ancak gerçekleşecektir...
[i]
Mülkiyet konusu için bkz/Mülk Hacı Emmi’nin
mi, Allah’ın mı? http://kazimbayar.blogspot.com/2012/06/mulk-kimin-emminin-mi-g-20-cetesinin-mi.html
[ii] Bu konuya iktisat tarihi ve siyasal bilimler yönünden yorum
getiren makale için bkz. TARİHTE MÜLKİYET KAVGASI-2- http://kazimbayar.blogspot.com/2012/08/tarihte-mulkiyet-kavgasi-2-otziyi-habil.html
10 Ekim 2012 Çarşamba
KUR’AN’I ANLAMAK -1-
İslam dini
konusunda doğrulara ulaşmanın yolu, öncelikle yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim-i
doğru anlamaktan geçer. Kur’an’ı anlamak için de birden fazla konu hakkında (ön)
bilgi sahibi olmak gerekir. Bunların başında akla ilk gelen, Arap dili edebiyatı
ve Peygamberimizin hayatıdır. Devamında, derin bir tarih bilgisi (İlkçağ ve
inanışı/mitolojisi); nüzul esnasındaki
Arap toplumunun etnik kültürünü besleyen dinsel birikimi, zihnimizde etraflıca çözümlenmiş
olmalıdır. Fakat bu ikisi (dil ve tarih) de tek başına yeterli değildir. Psikoloji, sosyoloji, siyasal bilgiler ve
iktisat biliminin yanı sıra fen bilimleri de bu konunun vazgeçilmez zorunlu
alanlarıdır. Şayet bütün bu disiplinler ve ilişkili alanları, bir arada ortak
bir çalışma yürütmüyorsa “insanlığı yeniden inşa eden” bu İlahi kitabın,
hakkıyla (layıkıyla) anlaşılması mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın
anlaşılması, topluma aktarılmasındaki birinci rol ve görev nedense hep din
adamlarına tevdi/terk edilmiştir. Oysaki Kur’an, siyasi/yönetsel, ekonomik ve
hukuksal alanda devrimci bir “adil düzen kurucu” olmakla beraber;
gezegende en gelişmiş beyine ve psikososyal üstünlüğe sahip bir canlıyı, yani insanı
(dünya ve ahiret için) her konuda doğruya yönlendiren rehberliği de
üstlenmiştir. Kur’an’ın bu temel amacı,
epistemolojik açıdan “din alimlerini” aşan bir durumdadır.
Birçok bilim
ve tecrübe alanlarından mahrum/yetersiz olan bir din aliminin tek başına ortaya
koyduğu dinsel algı çerçevesi, kesin ve açık bir söylemle; Kur’an’ın
anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir.
Din
alimlerinin tarih boyunca yapmış olduğu asli işi, insan toplulukları ve üyeleri
arasında ortak değerler dizisi/bütünü olan “dini” her çeşit iktidar
ve siyaset felsefesi için araçsallaştırıp, yönetsel erke angaje etmek/bağımlı
hale getirmek; yine onu, hep bir “itaat/tapınma kültüne” (afyona)
dönüştürmek olmuştur. Ya da özündeki saklı acizlikten gelen “tapınma olgusunu”
gizemli bir retorikle/din diliyle ortaya çıkartıp dindarlaştırdığı insanı; Allah’la
beraber, iktidar ve yersel kutsallar için de boynu bükük, çaresiz/mahzun bir kula
çevirmiştir. Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle doludur (bu, çok tanrıcı veya
tek tanrılı bütün dinler için geçerlidir).
Hâlbuki insanı
akla/düşünmeye ve özgürlüğe/putları inkâra çağıran Kur’an, her çeşit bilim
dalından Müslüman bilgeye (ulûl'elbâb) kendisini anlama ve yayma görevi verir. Öyleyse Kur’an’ın
anlaşılmasını yalnızca din aliminin tekeline (sofistike zihniyetine) terk etmek,
bu konunun birincil taraflarına; biz Müslümanlara ve Kur’an’a yapılmış en büyük
zulümdür! (Bkz. Sad Suresi-29)
Evet, bugün
İslam dininin ya da Kur’an’ın anlaşılması konusunda sorunlar ve Müslümanlar
arası ayrılıklar yaşanıyorsa bunun baş müsebbibi/sorumlusu, yolumuza ilk çıkan “din
alimleridir.” Onların sahip olduğu ezoterik ve sanrılı birikimleri,
inandıkları/mezhep ve kanaatleri, hep bu anlaşılmaz/aşılmaz problemin üretici
kaynağıdır. Bununla da kalmayıp kutsanmış kimliğiyle “Kur’an’ın anlaşılamazlığı”
konusunu, topluma telkin ederek bu handikabı yine kendisi oluşturur. Ayrıca geçmiş
ve günümüz birçok din alimi, bu “anlama ve
ayrılık problemini” insanların; bir iman-inkar tercihine ve “bilgi-algı
çatışma sorunsalına” havale ederek, işin içinden kolayca sıyrılma
yeteneğine de sahiptir. Ama bu sorunun, tarafların bilgi-algı çatışkısından; yanlış
anlama ve eksik bilgi aktarımından kaynaklandığının da farkında değildir. (Bkz. Bakara-2, Furkan-33)
Ne yazık
ki bugün Kur’an’ın anlaşılmasının önüne geçen beşeri İslam kaynakları/külliyatı,
yine din aliminin tekelinde üretilmiştir. Bu kaynakların oluşum sürecinde, “yorumsama
ve çıkarsamada” kullandığı düşünsel yönteminin sabit ve katı kuralcılığı;
sade Müslüman’ın Kur’an’ı anlama yolundaki beklentisinde, yine onu temel
belirleyici ve yetkin konuma yükseltmiştir...
Son
olarak din alimi, sınırlı bilgisi ve dogmatik düşüncesiyle İslam dini hakkında insanlığın
zihninde oluşturduğu muğlak/belirsiz ve yüz yıllardır değişmeyen bu perspektifini
acımasızca sürdürür.
Bu
problemin çözümü ise; farklı bilim alanlarında uzmanlaşan Müslüman bilgelerle işbirliği
içindeki/organize olmuş sağ duyulu din alimlerinin (ilahiyat akademisyenlerinin)
gün yüzüne çıkacak fedakâr çabalarını beklemektedir…
Bu
eleştirinin ardından “dinsel düşünüşten” ayrılıp, farklı bir
pencere açarak Kur’an’ı anlama yoluna oradan bakmaya çalışalım. Belki de bir
din alimi olmayan/Ümmi Peygamberimiz Hz. Muhammed (as), Mekke’de bu yolu
izlemişti…
Süre gelen
bir sosyal yapıdaki değerler ve kuralların değişimi, eskinin yerine yenilerinin
(üstün olsa da) toplum tarafından özümsenmesi zor bir süreçtir. Yine bir toplumsal
yapıdaki sorunların entelektüel düzeyde belirlenmesi; karşıt fikirlerin gün
yüzüne çıkması ve çözüme götürecek tartışmaların yapılması için özgür ortamlar gerekir.
Yerleşik
anlayışın; toplumsal ve ona ait kurumsal değer yargılarının değişimi, uzun bir
zaman dilimi içinde bir den fazla kuşağı kapsayacağı gerçeği ise ayrı bir kaçınılmazdır.
Uzun ve
farklı devirler boyunca toplumlara dayatılan, “içerilmiş sorunlu egemen yasaları”
ancak bunlara karşıt olan devrimci fikirler, görünür ve tartışılır hale getirip
değiştirebilir. Fakat çözüme götüren devrimci fikirler, ortaya çıktıkları her
zamanda mevcut statükoyla karşı karşıya kalır. Değişimin önündeki tutucu ve
sert direnişe karşı; bu yeni fikirlerin, “farklı kültürel coğrafyalara ve farklı etnik
ortamlara” taşınması, onların kılgılı hale gelmesinde büyük fırsat ve
imkânlar sağlar. Devrimci söylemlerin (zaman ve toplumsal) yer değiştirmesi; toplumbilimsel
bir yenilenmeye uygulanabilirliği ve dinamiklerinin dönüştürücü etkisi
açısından onları, daha güçlü ve daha verimli hale getirebilir…
Nitekim “Devrimci
İslam’ın” söylemleri için, bu zaman ve toplum değiştirme tecrübesini; başta
Habeşistan’a yapılan, sonra da Peygamberimiz ve beraberindeki bazı
Müslümanların Medine’ye hicretiyle süren ilk örneklerinde belirgin şekilde,
sonraki yüzyıllarda ise tanıştığı farklı kültürel coğrafyalardaki sonuçlarında da
görebiliriz…
Mekke’nin
statükocu “muhafazakâr din (şirk) savunmasıyla” saldırıya geçen muhalefeti
protesto eden peygamberin, toplumsal bir değişim/dönüşüm dinamiği için “Medine’ye
Hicreti” o gün için yeterli olmuştu. Fakat İslam’ın bütüncül olarak anlaşılması,
farklı etnik ortamlarda ve toplumsal alanların tümünde ortak bir paradigmaya
dönüşüp kurumsallaşması için; diğer (coğrafyalara) toplumlara ve çağlara (yüz
yıllara) yayılıp yaşanması sürecine ihtiyacı olacaktı.
Aksi
halde İslam, Hicaz çöllerinde ve Arap toplumunun kısır -dar ve mitolojik-
algısı içerisinde birkaç yüz yıl içerisinde eriyip tükenecekti…
Çünkü İslam’ın
insana ve topluma yönelik “evrensel; yakın ve uzak yönergelerinin”
yaşanması ve tamamının gün yüzüne çıkabilmesi için, o günkü Arap toplumu ve
altyapısı; Kur’an’ın sahip olduğu aşkın bilgi felsefesi için olgun bir zemin değildi.
İlk yıllarında, iman ve cesaret konusunda seçkin bir topluluğa sahip olması İslam’ın
en büyük şansıydı. Ancak dünyevi toplumsal sorunların hepsini kapsayan, adil çözümsel
içeriğin kanıtlamasına bu dar çerçeveli sosyal ve siyasal dönem yeterli değildi.
Bu yetersizliğin arkasında gerek çağın gerekse coğrafyanın, bilimsel birikiminin
ve büyük devlet geleneğinin olmayışından kaynaklanan; basit sosyoekonomik
ilişkilere ve ilkel siyasal yapısına bağlı hukukunun durgunluk ya da yokluk derecesindeki
zayıflığı vardı. Oysa daha vahiy yüzyılının çok öncesinde Arap olmayan siyasi
coğrafyalar, Arap şehir uygarlığından katbekat ileriydiler. Daha işin başında, sahip
olduğu zengin Arap dili ve güçlü anlatım retoriğiyle Kur’an rehberliğinin Arap
coğrafyasıyla sınırlı olmadığı açıkça belliydi…
Bu
sebeple Kur’an’ın; her çağa ve her topluma özgü bilimsel, kültürel ve dinsel birikim
algısıyla yüzleşeceği ve bu birikimlere karşı başat olması ise mutlak bir gereklilikti.
Aksi durumda, farklı toplumsal ihtiyaçları ve dönemsel gelişmeleri ıskalayıp,
anakronik duruma düşecekti. Kur’an’ın anlaşılması ve özgün medeniyetler inşa
etme özelliğinde bir kitap olduğu gerçeği; maalesef din alimlerinin mucizeci/mitolojik
ve dogmatik “dinsel düşünüş” algısı yüzünden bazı dönemin Müslüman
toplumlarınca hiç fark edilemedi...
Kur’an’ın
farklı çağlarda ve farklı etnik toplumlarca anlaşılması ve hayata
kılgılı/uygulanabilir olma özelliği, “evrensellik” olarak açıklanır
demiştik. Bu özelliğine bağlı olarak Kur’an ayetlerini; içerik ve dil-anlatım
yöntemindeki farklılıklar bakımından üç ana gruba ayrıldığını, yine Kur’an’ın
kendi kavramlarına bakarak şöyle sıralayabiliriz.
1- Toplumların
zaman, kültürel ve etnik algı farklılıklarına bağlı olmayan; insanın ve evrenin
var oluş ilkelerinin ve amaçlarının değişmezliği “muhkem” ayetlerin
konusudur. Bu ayetlerin tevili/yorumsanması; gerekmez ve mümkün değildir. Çünkü
tevhid, iman, ahiret, risalet ve ahlak olgusu değişmez evrensel gerçekler/doğrular
kabul edilir.
2- Dönemsel
(sosyal, siyasi ve ekonomik) yapıya ve bilgi felsefesine bağlı olarak, kültürel
birikim ve algı farklılıkları için; yasalar ve hukuk yargılarının (ahkâm) çıkarsama/tevillerin
kaynağı olan, “öncül genel hukuk ilkelerinin” aslına benzeşen
anlamından uzaklaşmadan, dönemsel anlayışlara uyarlanma esnekliğe sahip özellikteki
“müteşâbih”
ayetlerdir. Bunlar; alanlarında köklü bilgiye sahip (sağduyulu din alimi ve farklı
bilim dalından akademisyen) “Müslüman bilge” insanların; üzerinde
ortak çalışma yapıp ve söz söyleyebilecekleri ayetlerdir.
3- Epistemolojik
düşünsel algı farklılıkları için; yine dil ve kavrama esnekliği sağlayan/katmanlığa
sahip “iç içe teşbihler” içeren ayetler, “müteşâbihen
mesânî” olanlardır. Anlatımda her türlü edebi sanat kullanılarak,
tarihi olay ve öykülere derin felsefi içerikler yüklenmiştir. Dönemsel düşünüşe göre her seviyedeki insan,
bu iç içe teşbihli “misal ve kıssalardan”
kendisi ve toplum için her çeşit düşünce ve davranış alanına uyarlanabilecek
ahlaki dersler çıkaracaktır. Bu müteşâbihen mesânî (iç içe mecazlı) sıfatı;
sözcükleri anlamı dışında ve dönemsel düşünüş farkına göre, her bir konuya
uygun sembolü ve uygun mecazları kullanarak yapılan hitabet sanatının Kur’an’daki
adı olmalıdır…
Bilindiğinin
aksine, Kur’an’ın içerik açısından anlaşılması ve sorun çözücü toplumbilimsel ve
yönetsel yasalara (bireysel eğitim ve ahlak kuralları, hukuk kuralları,
kanunlar, aile düzeni, toplumsal örgütlenme vb) dönüşmesi, bir dönemde/aynı kuşakta
ve aynı coğrafyada olupbittiye getirilmesi mümkün değil ve kabul edilemezdi…
Her ne
kadar geçmişten/tarihten önümüze gelen “Asrı Saadet” dönemi gibi bir
modelleme olsa da bu, sonraki farklı Müslüman toplumları yanılsamaya götüren yalnızca
bir ütopyadır. Bu dönem, yapısal olarak daha üst düzeydeki toplumlara model
olacak; siyasi ve hukuki değişimlere model-altyapı olabilecek sosyoekonomik bir
duruma da sahip değildir. Peygamberimizin bu “örnek süreç/kesitin” içinde
olması o dönem toplumunu mütekâmil ve eleştirilmez yapmaz. (Bkz. Ahkâf Suresi-9)
Nitekim
peygamberimizin vefatıyla (hemen) sonraki yıllarda, Asrı Saadet (mensupları)
toplumu; içerilmiş dönemsel etnik, siyasi ve hukuki sorunlarını yine kendisi aşikâr
etmişti… (Bkz.
Müslüman halklar tarihi; Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Hz. Hüseyin’in şehadeti, diğer
hilafet mücadeleleri vb. siyasi olaylar).
Bu, toplumbilimsel
yasalardaki değişim dinamiklerinin içselleştirilemeyişinin bir sonucudur. Yüzyıllar
boyunca birikmiş “kolektif kültür/bilinç” 20 yıl gibi kısa bir sürede hemen terk
edilecek değildir. (Örneğin; kölelik,
cariyelik, çok eşlilik, yargısız infaz, baskıcı yasalar, yönetsel sorunlar, zekâta
(vergiye) isyan, iktidar savaşları, mezhepsel ayrılıklar vb. Kur’an’dan uzaklaşmaya
ya da ona uyumsuzluğa kanıtlardır. Bütün bu olumsuzluklar, maalesef söz konusu
dönemde doğan kuşaklara aittir.) Bu durumun sebebi, toplumsal örgütlenmeyle
(ümmet) gerçekleşen güçlü bir siyasal değişim ve genişleyen coğrafyanın
getirdiği “faydalara” karşı izlenen politikalarda, bilinçaltı bir Arap
kültürüne/asabiyetine gizli bağlılığın cezası olarak yorumlanabilir. Çünkü bu
toplum Kur’an’ı az bir boyuttan; kendi dar (dinsel algı, sosyo-ekonomik, hukuk
vs. ) çevrelerinin dönemsel bilgileri içinde anlayıp yaşamışlardı. Ancak İslam,
korunan Kur’an’la başka toplumlar coğrafyasına ve farklı kültürler algısına
taşınarak bu lokal sorunu yıllar içerisinde aşmayı başardı.
Fakat bu ilk
dönem Müslümanları; Allah’a imanda, Peygamber’e itaat ve şirke karşı mücadelede,
ahlak ve ibadette; vahyin toplumsal bilince yerleşip korunması ve diğer
coğrafyalara aktarma süreçleri açısından muazzam bir ayrıcalığa ve güzelliğe
sahipti.
Korunan Kur’an, kıyamete kadar uzanan evrensel
bir klavuzdur. Yalnızca VII. yüzyıl Araplarına vahyedilmiş bir kitap değildir. Çağlar
boyunca insani/toplumsal tüm değişkenleri biçimlendirecek öğreti ve özelliğe
sahiptir. Bu tanım ve özellik Kur’an’ın kendi ifadesiyle “muhkem ve
müteşâbih” özelliklerdeki ayetlerine dayandırılmaktadır..
Evrensel/cihanşümul
özellik; bütün insanlığa/tüm zaman ve coğrafyaları kapsayan hidayet rehberi demektir.
Bu sebeple Kur’an ayetlerinin bir kısmının müteşâbih olması zorunlu bir
ilkeselliktir. Aşağıda açıklamak ve ayrıntılandırmak üzere “müteşâbih ayetlerin” iki
kısımda olduğunu söyleyebiliriz. Bu olgu,
hem dilsel ve etnolojik hem de tarihsel ve siyasi coğrafyayla ilgili kültürel
bir algı farklılığı için gerekli bir postulattır. Böylece Kur’an, toplumsal
algı ve ihtiyaçlara göre çıkarsama (istihraç) yapılacak bir mükemmelliğe sahip
olmuştu...
Kültürel altyapıları
farklı toplumların, “VII. yüz yıl Araplarına” indirilmiş bu vahyin;
kavranıp uygulanması açısından zorunlu olan başka bir ön kabulü/postulatı daha
olmalıydı. Müteşâbihlikle beraber, kendisinin “mesânî” dediği; diğer
bir özelliği daha içermeliydi Kur’an. Bu (mesânî) özellik Kur’an’ı ikili, yani kutuplaşan,
karşıt yönlerden (farklı iki dönemden) anlaşılmasını veya anlaşılabileceğini, yani
her bir toplum; Kur’an’ı kendi çağına, kendi kültürel algısına ve içinde olduğu
sosyal yapısına göre anlamalı ve dillerine öylece çevrilmeliydi.
Bazı din
alimleri “mesânî” sözcüğünü
kendisinden önceki “müteşâbih” sözcüğünden ayırarak şu görüşü ileri sürerler;
Kur’an kendi kendisini açıklayan “ikişerli benzer” ayetler için bu
isim sıfatı vermiştir. Fakat bunu bütün ayetler için kanıtlamak pek de mümkün ve
makul değildir. Aynı konuda onlarca (iman, küfür, zekat, salat, savm vb) ayet
varken, birçok ayet ise müstesnadır. (Örneğin “hırsızın
elini kesin” dönemsel olan bu yargısal hüküm, yalnızca müteşabih olan bir ayette
geçmektedir./Maide Suresi-38).
Din
alimlerinin oluşturduğu “anlama engelinde” bir diğer sorun da, Kur’an’ın
“nüzul sırası ve nüzul sebebi” konusu olmuştur. Başından beri parça
parça inzal edilen Kur’an önce Peygamberimiz tarafından okunur. “Vahyedildiği
şekliyle; ayet, necm, grup veya bölümler halinde” ayrı ayrı sahifeler
üzerine yazılır, ayrıca da ezberlenirdi. Sonraları Halife Osman zamanında bir
araya getirilen ve sahabenin görüşleriyle oluşturulan bugünkü tertip/sıralama; Allah
tarafından parça parça bildirilen vahyin kronolojisine uymamaktadır. “Mushafın
tertibi” Müslüman din bilginleri arasında her zaman ayrılık konusu olmuştur.
Fakat bu ayrılıklar ve mevcut sıralamadaki Kur’an’ın asla sorunlu olduğu
anlamına gelmez. Yalnızca araştırma ve akademik çalışmada nüzul sebebi ve sırası
önem arz etmektedir…
Nüzul
sebebi, yeri ve sırası; vahy döneminde,
ayetleri oluşturan sözcüklere tam bir bağlam/kontekst değeri kazandırıp
anlaşılmasında hiçbir pürüz bırakmıyordu. Oysa bugün bu asal zeminden kopuk bir
algı, ayetleri muhkem’den müteşâbih’e taşıma yanılgısı için başlıca sebep
olmaktadır.
Kavram-bağlam
ilişkisinin kopmasından meydana gelen ve anlama yanılgısına yol açma konusuna, “Kevser suresinin; bugünkü tertipteki yeri,
çevirisi ve tefsirleri” çok iyi bir örnektir. Bu sure, nüzul kronolojisinde;
Mekkî ve 15. sıradadır. Günümüz mushafında ise 108. sırada yer alır. Nüzulde kendisinden
birkaç sure önceki sıralarda olan Duha ve İnşirah sureleriyle bir anlam
bütünlüğü içindedir. Risalet için verilen lütuflara bağlı olarak İlahi desteğin,
Hz. Peygamber’in yanında olduğu hatırlatması yapılmaktadır. İçerik açısından bu
surelerin devamı niteliğindedir. Nüzul sebebi ise Peygamberimizin
davetini/tebliğini engelleyen müşriklerin sataşmalarına karşılık; “kevser”
nimeti (ümmet) ile moral verilirken, “gırtlaklarcasına ve göğüs göğüse
diren” anlamındaki “venhar”
emir kipi çekimli fiiliyle de Mekke’de “direnmeyi”
talimatlandırır. Oysa din alimlerinin bu olgulardan uzak algısıyla sureden; “kurban
kes” emri gibi yanlış bir tevil/çıkarsama yapılarak, sure muhkemden müteşabih
konuma taşımakla kalmaz, ayetin anlamı ve devrimci bağlamı da çökertilir…
Dönemin
din alimleri, nüzul sıra ve sebebi üzerinde sistematik ve ciddi bir çalışma
yapmamışlardır. Şu anda bilinen nüzul sırası bile birçok noktalarda
tartışmalıdır. Bazı ayet gruplarının arasına, bağlamı/konusu farklı ayetler
yerleştirilmiştir. Bazı ayetler ise kendi nüzul grubundan ayrı surelere
taşınmıştır. Şayet “uydurma hadis külliyatı” yerine bu konu
üzerine yoğunlaşılsaydı; şimdi önümüzde daha işlevsel bir “siyer” ve mükemmel nüzul
sıralı bir “Kur’an” olmuş olacaktı…
Yukarıda
değindiğimiz zorunlu postulatların ilki; nüzul sırasına göre önce Zümer Suresi
23. ayetteki “müteşâbihen mesânî” Kur’an’ın kendi tanımlamasıyla
ortaya çıkar. İkicisi ise Âl-i İmran Suresi 7. ayetinde geçen yalnızca “müteşâbih”
sıfatıyla bu kavramsal özellikler bildirilmiş olur…
Din
alimlerinin yüz yıllar boyunca oluşturduğu, yüce kitabımız Kur’an Kerim’in hakkıyla
ve herkesçe anlaşılması engeli, ancak şu üç içerik/konuları kapsayan kavramlar
altında incelenip irdelenirse belki o zaman tamamen ortadan kaldırılabilir…
A- Muhkem, B-
Müteşabih, C- Müteşâbihen mesânî, şeklinde
gruplara ayrılan ayetlerdir. Şimdi bu ayet ayrımlarını sırasıyla incelemeye
geçebiliriz.
( Bu başlıkların incelenmesine yazının ikinci bölümünde devam edilecek)
6 Eylül 2012 Perşembe
Hz. DAVUD ve “Koyun Devrimi”
(Hz. Davud ve 99 Dişi Koyun -2-)
MÖ. 1020’lerde ayrı kabileler/vassallıklar halindeki İsrailoğullarının Kral Talut’la başlayan siyasi birliği, “Kuzey İsrail Krallığının” kuruluşu ve yükselişi Hz. Davud’la devam eder. Ardından Kudüs ele geçirilip başkent yapılır. Bu sürecin anlaşılması için, coğrafi ve siyasi ortamla ilgili şu özet bilgilere değinelim. İsrail Krallığı, batısında; kıyı bölgelerinde Fenikelilerin yaşadığı Akdeniz, doğusunda Lübnan Dağları ve kuzeyinde Suriye dağlık bölgesi bulunan geniş düzlüklerdeki imarlı kentlerden oluşuyordu. Tarihte Antik Filistinliler diye bilinen ve MÖ. 2000’lerde Akdeniz’den gelip Lübnan Dağlarına yerleşmiş olan halklarla birlikte, Suriye’ye doğru uzanan dağlık kesimlerde yaşayan; bölgenin kadim, en önemli halkı olan Amurrular ise ekonomik ve siyasal olarak çökmüş haldeydi. Yine aynı bölgede Sami halklarından; Kuzey Arapları, Aramiler, İbraniler ve Kenaniler olmak üzere, istikrarlı yönetimlerden yoksun birçok kavim, güçlenen İsrail Krallığı egemenliğine açık haldeydi. Kur’an-ı Kerim, dağlık/kırsal bölgelerde yaşayan ve çoğu hayvancılıkla uğraşan bu karışık halkları topluca “Dağlar” diye adlandırmaktadır. (Bugün ülkemizde; hem bir denize hem de kıyısında yaşayan halkımıza verdiğimiz ismin benzeri; Karadenizli, Egeli gibi.) İsrailoğulları ise daha çok kent merkezlerinde ticaretle uğraşan, askeri ve siyasal güç odağı haline gelmiş seçkin topluluklar olarak bulunuyordu…
Hz. Davud (as), İsrail Kralı Talut’un komutasındaki az bir kuvvetle Antik Filistinlilerle giriştikleri savaşta; güçlü bir orduya sahip Calut’u öldürmesiyle (Kur’an bunu cinayet değil; yeryüzünün saldırgan-katil fesatçılardan temizlenmesi olarak tanımlar.) Dağlar’ın kontrolü İsrail Krallığına geçmiş ve onu bölgenin tek hâkimi yapmıştı. Bu zaferden sonra Hz. Davud, büyük olasılıkla Kral Talut’un (diplomasiden ve ordudan sorumlu) danışmanı olmuş (Eller sahibi; iktidar araçları, siyasi yetkiler. Bk. Sâd S. 17), geçen yıllar içerisinde siyasal birikim ve hukuk bilgisi de artmıştır. (Bakara S. 251, Sâd S. 20)
Uygarlığın gelişim sürecinde; siyasal ve ekonomik dönüşümlerin yaşandığı tarih devirlerinin en önemlisi olarak “Demir Çağı” kabul edilir. İnsanlığın MÖ 10.000’ler veya daha öncesinden taşıdığı (eski çağlardaki) birikimlerini aktardığı bu çağa, MÖ 1200-1000’lerde Hititler öncülüğünde demirin ergitilip verimli şekilde kullanılmaya başlanmasıyla geçilmişti. Demiri işlemenin uygarlık dönüşümlerine etkisi nedeniyle bu devreye “demir çağı” adı verilmiştir. Silah ve tarım aletleri (sanayi) üretiminde demirin yaygın olarak kullanılmaya başlanması Hz Davud dönemine rastlar. Bu da bölgesel ekonomik, askeri ve siyasi güç olma konusunda Hz. Davud ve İsrail Krallığı lehine önemli katkılar sağlamıştır. (Bkz. Sebe S. 10-11, Enbiya S. 80)
Yine onun bu iktidar danışmanlığı/siyaset yıllarında, İsrail Krallığının sınırları ve gücü epeyce artmış; Doğu Akdeniz kıyısındaki Fenike ülkesi, fethedilen Filistin toprakları (Dağlar) ve halkları İsrail Krallığına dahil olmuştur. Asur ve Mısır istilasına karşı; eskiden beri bölgede (Bkz. MÖ. 1274 Kadeş Savaşı) ticari, siyasi ve güçlü askeri etkisi olan Büyük Hitit Krallığının ardılları olan (Kuşlar) küçük “Geç Hitit Krallıkları; Karkamış, Tabal, Milid, Kıbrıs vd.” ile ticari ve askeri savunma, “işbirliği anlaşmaları” yapılmıştır. (Kuşlar: Büyük olasılıkla bunlar, Geç Hitit krallıklarına ait anlaşmalı askerlerdir. Mısır ve Asur ordularına karşı Hz. Davud’un emrinde, “çift başlı kartal sancağıyla” bölgede bulunuyorlardı. Günümüzdeki BM, NATO askerleri gibi). Burada Hz. Davud’un; İsrailoğulları, Filistin halklarından (Dağlar) ve Hititlerin (Kuşlar) askerlerinden oluşturulmuş büyük karma orduların komutasında olduğu ihtimalini de göz ardı edemeyiz. Hz. Davud, risalet göreviyle başta ülkesinin halkını; hem diğer toplulukları Allah’a inanmaya ve ibadete yönlendirmiş hem de sabah-akşam (içtimasında verdiği eğitimle) bu birlikleri her açıdan denetleyip idare etmiştir. (Sâd S. 18-19, Enbiya S. 79).
“Koyun olayının” bu tarihsel dönüşüm çağında yaşanması bir tesadüf olmasa gerektir. Yeni bin yılın başlarında yaşanan bu devrimle “demir çağına” geçişin son halkası da tamamlanmış olur. Kur’an’ı Kerim’in bu dönemde demiri, iktidarın siyasetin (mülk) ve askeri gücün (silah) bir aracı olarak betimlemesi; dişi koyunu, iktisadi bir değişimin/devrim kavramına aktararak kullanması; ekonomi ve siyasi bilimler açısından dikkate değerdir…
İhtilalcilerin onu “kendi mihrabında” (hususi evinde) bulmasına bakarak; Hz. Davud’un iktidara veya siyasetteki fiili katılımına Talut’un ölümüyle ara verdiğini düşünebiliriz. Bir antik gelenek olarak Talut’un yerine (halef olan) oğlunun geçmesiyle bu yeni kral, Hz. Davud’u “danışmanlıktan” uzaklaştırmıştır da diyebiliriz. Mihrabındaki sükûnetinden yola çıkarak Hz. Davud’un görevinden/saraydan çekilip, yalnızca zikir ve halkı irşat işlerine döndüğünü de iddia edebiliriz. Diğer taraftan, “Antik-kapitalist Yahudi tüccarlar” zengin sınıftan olmayan birinin iktidarda olmasını, yağma düzenleri açısından belki de riskli görmüş olabilirler. (Bkz. Bakara S. 257). Hz. Davud’un kraliyet işlerinden çekilmesinin bir başka nedeni de; her yönüyle tanıdığı bu yeni yetme kralın, riyaset ve adaletten (devlet adamlığından) yoksunluğunu iyi bilmesindendir. Nitekim 5-10 yıl içerisinde ülkede “koyun isyanının” patlak vermesi, bir nebinin ferasetinden kaçmamış olması gerçeğiyle açıklanabilir…
Koyun Devrimi
Sad suresi 21-23. ayetlerde geçen tüccarların/halkın durumu ve Hz. Davud’a naklettikleri 99 koyun olayı ile ortaya konan tabloda, ülkedeki ekonomik hayatın çökmüş olduğu açıkça belirtilmektedir. Bu tablo, ülkedeki sosyal ve siyasi birliği de bozmuş olabileceğinin göstergesiydi demiştik. Büyük olasılıkla MÖ 1000’li yılların sonuna doğru İsrail Krallığında dalga dalga yayılan bir ayaklanma, “eyyamcı kralı” tahttan indirmiş; isyancıları doğruca Hz. Davud’a getirmişti. Bu isyan; bir kralı tahttan indirdiği, yönetimi ve iktisadi düzeni/yasaları değiştirdiği için bir devrim niteliği kazanmıştır…
İhtilalcilerin ayaklarının tozu, isyanın gürültü ve patırtısıyla Hz. Davud’a koşturmalarının iki önemli sebebi vardır. Birincisi, ihtilalciler Hz. Davud’un ihtilale bakışını ve eski düzen konusundaki fikrini almak istemişlerdir. İkincisi ise önceden bildikleri ve adaletine güvendikleri en uygun aday o (nübüvvet sahibi ve iktidar yetisi/siyaset bilgisi) olduğu için ayrıldığı eski idareciliğine, kral olarak dönüp dönmeyeceği tavrını öğrenmektir. İkinci durumu yazının birinci bölümünde ele almıştık. “Devrimin ruhunu anlama” açısından diğer nedenin de irdelenmesi gerekir…
İhtilalciler bir koşul olarak; önce “ülkedeki zulme son verecek adil yasalar getirilmesini” isteyip (22. ayette), sonra ülkedeki bu (zulümlere) ticari haksızlıklara (23. ayette) konu edilen olaya nasıl bir politik çözüm (adil düzen) getireceğini bizzat Hz. Davud’dan duymak isterler. Amaçları işi garantiye almaktır. Başta, “Ülkenin içinde olduğu ve çoğumuzun ezildiği bu sömürü ve yağma düzenine son verecek adil bir düzen istiyoruz! Sen, hem nebi ve güçlü siyasi kişiliğinle hem de kahramanımız olarak adayımızsın, bu yüzden sana geldik.” Sonra da dişi koyun örneklemesiyle “İşte halka zulmedip, sorun çıkartan; ticari haklara tecavüz eden düzen bu! Haksızlığı giderecek yasalar getirip, bizi adaletle yöneteceksen krallık senindir.” demişlerdir. Eğer bunun tersini yapmış olsalardı; o zaman Hz. Davud’un o sırada kral olduğunu ya da devrimcilerin her halükarda onun krallığına razı olduklarını düşünecektik. Ama ihtilalciler önce adaletli yasalar istediklerini, sonra da yeni iktidarın/yeni düzenin nasıl olacağını sormuşlardır. Bu da ihtilalcilerin Davud’u koşullu kral yapmak istediklerinin belirtisidir. Sözcüler, halkın devrime verdiği destekle kararlı ve tavizsizdir; en azından ezilen taraf öyledir...
Birinci sebepte ihtilalcilerin, Davud’un iktidar fikrini anlamaya çalıştıklarını belirtmiştik. Bu varsayım, 21. ayette geçen “Hz. Davud’un isyancıların gürültüsünden irkilmesi” durumunda saklıdır. Her siyasal devrimde olduğu gibi bu devrimin de haklı nedenleri; “başlangıcı, olgunlaşması ve sonuca varması” gibi yılları kapsayan süreçleri olmuştur. Bu süreci izleyen Hz. Davud; kraliyete yakın olduğundan, kendisinin de ihtilalcilerin hedefinde olabileceğini düşünmüş de olabilir. Aklında ve gönlünde iktidar isteği olmayan birisine, ihtilalcilerin baskın vermesi her halde hayra alamet sayılmaz. Bu ihtimale göre Hz. Davud’un irkilmesi gayet doğaldır…
Fakat Hz. Davud’un korkusu daha önemli bir şey olmalıdır. Acaba onu, devrimin kapıya dayanması, kendisine kadar ulaştığını görmek mi endişelendirmiştir?
Ortada, zalim/beceriksiz kralı deviren ve adaleti arayan cesur ihtilalciler varken; krallığı/iktidarı hiç düşünmeyen bir insan için her halde (Kral Talut’a) halef olmak büyük bir fitneyi/sıkıntıyı da beraberinde getirecektir. İşte bir peygamberi endişelendiren “fitne/imtihan” bu olmalıdır…
Evet, “dişi koyunlar olayı” Hz. Davud’u krallığa götürmektedir. Bunun çetin bir imtihan olduğunu, Allah’a karşı nübüvvet görevi içindeyken adaletten sapma korkusu, onda imtihan edildiği/sınandığı düşüncesini oluşturmuştur. 24-26. ayetlerin çevirilerini okuduğumuzda; Hz. Davud’un kendisinin Allah tarafından imtihan edildiğini zannetmesi (fitne/çetin bir sıkıntı içerisine gireceğini düşünmesi) işte bu krallık teklifi sebebiyle olmalıdır. Yahut ihtilalcilerin önce Davud’un iktisadi politikasının ne olacağını soruşturması; onu krallık politikasıyla ilgili (devrik kralın izinden gidip gitmeyeceği, ya da onun yandaşı olup olmadığının) denendiği zannına sevk etmiş de olabilir. Her iki durumda da Hz. Davud, istemeden tahta oturmayı bir fitne (imtihan/sıkıntı) olarak düşünmüş veya zannetmiş olmalıdır…
Yazının birinci bölümünde, Sad suresi 21. ayetin ihtilalin/devrimin ruhunu özetlediğini belirtmiştik. Şayet Hz. Davud önceden kral olmuş olsaydı; bu siyasi darbenin öncülerini ve galeyan içindeki halkı, daha başta kraliyet askerleri karşılayacaktı. Oysa ayette geçen, ihtilalcilerin önündeki tek engel “evin dış duvardır.” Büyük gürültü ve taşkınlık içinde olan kalabalık, muhtemel bahçe kapılardan sığmayan ihtilalciler; bahçe duvarlarını gürültüyle aşıp, adil kralı bir an önce tahta oturtmak istemiş olmalıdır. Yine aralarında, zengin tüccarları ve yoksul çobanları ayrı ayrı temsil eden sözcülerin olması, devrimin organizeli olduğu ve köklü bir süreçten geçtiğini gösterir. Muhtemelen, devrik kralla birlikte umutlarını yitirmiş olan antik-kapitalistler de; yeni iktidara hoş gözükmek ve eldeki parsayı korumak için devrimin son perdesine dahil olmuşlardır…
22. ayette Hz Davud, mihrabına (özel mülküne) gelen sözcüleri; adaletli kral/yönetici olmasını (her iki tarafı da gözeten; fasl’el hıtâbi/faslı hitap) isteyen ve kendisini krallığa seçtiklerinin beyanı olarak anlamıştır. 23. ayette söz edilen konuyu iyice dinleyen (bilen) Hz. Davud; kendisinden beklenen adil hüküm (yönetsel düşüncesini) cevabını 24. ayette açıklamıştır…
Bir Peygamberin Antik-kapitalizme Müdahalesi…
İktidara asla talip olmayan, fakat yapılan bir devrim ve halkın (tercihi) isteğiyle kendisini krallıkta bulan Hz. Davud; iktidarı kendisi için bir “imtihan/fitne” olarak görür. Çünkü iktidar, “halkın hukuku için Hakka karşı sorumludur.” Yönetim sırasında; olumsuz ve adaletsiz her durumun sorumlusu artık kendisidir. Bir peygamber için iktidar/krallık, herhalde yeryüzündeki en zor iş olmalıydı…
Bütün toplumları ayakta tutan birincil güç; doğru ve adil yapılanmış bir ekonomik sistemdir. Küçük tüccarın; işçilerin/memurların ve çiftçilerin emeğinin korunması için, ticari piyasaya ve sermayenin haksız rekabet gücüne/hareketlerine karşı önleyici müdahaleler gerekmektedir. Bunlar da adil yasalarla sağlanır. Bunu sağlayan araç ise iktidardır. Siyasal toplumu/iktidarı güçlü kılan ise; izlediği “adil ekonomik yapılanma” ve güvenliği sağlamadaki başarısıdır. Biri (toplum) diğerine siyasi destek; diğeri ise (iktidar) halka adil yasalarla destek vererek, adına işbirliği de denen “devlet” organizasyonu ancak gerçekleşecektir. Böylece toplum ve siyasal çevre dengesi kurulmuş olacaktır. Bu ilkeden hareketle Hz. Davud, kendi halkı ve ülkesine bu “araçsal sistemi” en adil bir şekilde yerleştirmelidir. Çardağına (mihrabına) yığılan devrimcilere vereceği cevaplar tatmin edici ve beklentileri karşılamalıdır…
Buradan söz konusu Kur’an ayetlerinin bilinen eksik meallerinden farklı, bağlam/kontekst ilişkili Türkçe çevirisini yapabiliriz. Aşağıdaki ayetler, Hz. Davud’un halkıyla arasında geçen önemli/tarihsel görüşmesini aktarır.
Sâd Suresi;
24: Onun, senin dişi koyununu (% 1’lik sermayeni) kendi dişi koyunlarına (%99’luk sermayesine) katması (piyasanın tamamını ele geçirmesi) senin hakkına büyük tecavüzdür. Ortaklardan (ticari şirketlerin/piyasanın) çoğunun birbirlerine yaptığı bu hak gaspı (monopolcü; tekelci sermaye) büyük zulümdür. Yalnızca ahiret gününe iman edenler (merhamet ve adaletli olanlar başkalarının hukukuna saygı gösterir) ve erdemli çalışanlar (bu haksızlığın) dışındadır. Ne yazık ki bu durumda olanların sayısı çok azdır. Davud (krallığı nübüvvete tercihle) sınandığını zannederek (krallığı kabul ettiğinden dolayı/İlahi görevi ihmal korkusuyla) Rabbinden af dileyip yerlere kapandı. Sonra (kabullendiği görevde halkın derdi için) eğilip, Hakka yöneldi.
25: Böylece af istediğinde (her konuda) ona bağışlayıcı olduk. İşte gerçek de şu ki; onun (kaygılandığı şeyler zaten kusur değildi) katımızda oldukça yüksek bir makamı vardır; o makam ne kadar güzel bir (kabul) dönüş yeridir.
24 ve 25. ayetlerden şunlar anlaşılmaktadır.
İhtilalcilerin ısrarcı beklentilerine boyun eğen Hz. Davud; bu görevi halkın hukukunu korumak ve ülkede adaleti sağlamak amacıyla onlara saygı gösterip, teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Sonrasında da; adalet ve merhametten sapma korkusu Hz. Davud’u Allah’tan mağfiret/af dilemeye götürmüş olmalı. Yönetsel (yasa koyma ve hukuku gözetme) işlerden dolayı düşebileceği hatalar için Yüce Allah’tan hep af isteyip bütün işlerinde ona (duaya) yöneldi.
Hz. Davud’un Allah’tan af/bağışlanma istemesinin altında başka bir neden daha olabilir. Talut’un ardından idari işlerden/kraliyetten çekilmesiyle meydanı boş bulan yeni kral ve kentli Yahudi antik tüccarların, kırsalda yaşayan (Dağlar) çobanlar aleyhine; ülkeyi ekonomik ve siyasi kargaşaya/çöküşe sürüklemiş olmalarıdır. Böyleyse bu durumda bir nebi olan Hz. Davud; olanlardan kendisini sorumlu tutmuş ve Allah’tan af dileme düşüncesine gitmiş olması da mümkündür…
Ve Hz. Davud; krallığın/iktidarın gücüyle kibirlenmeden, hukuk karşısında onlarla birlikte (rükû edip/eğilerek) halkla beraber oldu. Onların derdiyle dertlenip tutuştu; hak için halka hürmet gösterdi. Ancak bu şekilde görevini layıkıyla başarabilirdi. Halkın beklediği adalet karşısında, hep yerlere (Allah’a) kapanarak her iktidar için lazım olan merhameti sağlamış olmalı. Toplumlar, ancak adil yasalarla yönetilirler ise küçük yanlışları ve eksikleri görmezden gelebilir. İktidarın sağladığı genel memnuniyet; halkı her devirde huzur sükûnete kavuşturur…
Yine bu ayetlerde şunu da okuyoruz, Hz. Davud (as) adil bir kral olarak halkın nazarında; bir nebi olarak da Allah katında güzel bir makama ulaşmıştır. Krallığının veya ömrünün sonunda, oğlu Hz. Süleyman’a ve sonraki çağlara örnek olacak bir adalet devleti bırakmıştır…
Yüce Allah sonraki ayette, iktidara getirilen Hz. Davud’a; onu kral yapanın halk olduğu, onların arasında adaletle hükmetmesini, halkın hak ve özgürlüklerini korumasını ister. Yine Kur’an, “Hz. Davud’un adalet iktidarı” üzerinden tüm (zamanların) iktidarlarını “adalet ve liyakat” ilkesine bağlayıp, “Allah yolundan” ayrılan yöneticileri sert bir şekilde uyarmıştır. Halkın, Kur’an’ın bu uyarısına sığınarak; “zalim rejim ve yağmacı iktidarları devrimle değiştirmeleri” mesajı ise kıyamete kadar kalıcıdır…
Sâd Suresi;
26: Ey Davud! Gerçekten, seni bulunduğun topraklara halife (yaşadığın ülkeye siyasi bir lider; kral) yaptık. Artık insanlar arasında dosdoğru hüküm ver ve (ülkeyi adil yasalarla) yönet. Heva ve hevesine (kişisel tutku ve arzularına, çıkarcıların istediği haksız düzenlerine) uyma; yoksa Allah’ın dosdoğru yolundan (halkın hak ve desteğinden uzaklaştırır) saptırırlar. (İktidarda olanlar iyice bilsinler!) Hesap gününü umursamayıp (unutup ta) Allah yolundan (hak ve adaletten) uzaklaşanların göreceği karşılık; kesinlikle çok şiddetli bir (devrim ve) azaptır.
Bu 26. ayetten de daha iyi anlaşıldığı gibi Hz. Davud, “koyun devrimiyle” krallığa getirilmiştir. Ayetteki “seni halife yaptık” fiili halk adına söylenmiştir. Belki de tarihte halkın isteğiyle (sivil seçimle/tercihen) iktidara getirilen ilk yönetici Hz. Davud’dur…
Bütün bunların ardından MÖ 1000’li yıllarda; küçük tüccarların, köylülerin ve çobanların yaptığı bu ihtilalin adına “koyun devrimi” desek yeridir. Bu devrim belki de antik çağ (insanlığın) yoksullarının, sermayeye (prekapitalizme) karşı yaptığı ilk devrimdir. Ama Hz Davut ve Hz. Süleyman Krallığının; peygamberler tarihinde devlet yönetimi ve adil iktidara model olma açısından ilk olduğu ise tartışılmaz bir gerçektir. Bu gerçeğin ayrıntıları Yüce kitabımız Kur’an’ın diğer surelerinde de anlatılan “Davud ve Süleyman kıssalarıyla” pekiştirilmektedir. Günümüzde doğal kaynakları ve piyasayı gasp etmiş; yağmacı ve sömürgeci “liberal kapitalist tüccarlara ve yine tefeci finans kapitalin (kartellerin) ele geçirdiği iktidarlarına karşı, devrimci bir mücadele vermek, “Hz. Davud Adaleti” istemek her Müslüman’ın hakkıdır…
Kazım Bayar/06.09.2012
Kaynakça:
1- Kur’an’ı Kerim
2- İktisat Tarihi (Prof. Dr. Tevfik GÜRAN, İstanbul; 1999)
3- Siyasal Düşünceler Tarihi (Alâeddin ŞENEL, Bilim ve Sanat Yay. Ankara; 2008)
4- Ekonomi Sözlüğü (Erhan ARDA, Alfa Bas. Yay. İstanbul; 2002)
5- Hitit Kralı IV. TUDHALİYA (İlknur TAŞ, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul; 2008)
6- Amurru Göçleri ve Amurruların Eski Ön Asya Tarihindeki Rolleri (Dr. Cemil Bülbül- http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1575/17086.pdf)
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Hz. DAVUD ve 99
DİŞİ KOYUN -1-
Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) elçi olarak
geldiğinde Mekke, hem bir iktisat sisteminden hem de siyasal bir tecrübeden
tamamen yoksundu. Şehrin, oligarşik bir çetenin elinde oyuncak haline gelmiş
ticari durumu ve buna bağlı çürümüş bir sosyal hayatı vardı. Yüce Allah (cc), Kur’an’ın birçok kıssasında
olduğu gibi; Peygamber Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman kıssaları üzerinden
insanlığın tarihteki siyasi ve iktisadi adalet tecrübesini peygamberimizin dilinden, bu siyaset (devlet) geleneğinden yoksun Mekke’ye aktarmaktaydı…
Kur’an’ı Kerim’de Hz. Davud (as) kıssası önemli bir
yer tutmaktadır. Mekke ve Medine’de yaşayan Ehli Kitap, dinsel birikimlerini Peygamberimiz
aleyhinde alaycı şekilde kullanarak İslam tebliğini hafife almaya uğraşıyordu.
Bu inkârcılar; tarihsel birikimleri olan Tevrat ve İncil üzerinden risaletin
önünü kesmeye çalışılırken, tahrif edilmiş bilgileriyle de peygamberlerin
şahsiyetleri hakkında uydurmuş oldukları iftiralarla risalet tarihine gölge
düşürmekteydi. Bu sebeple Kur’an’ın bütününde büyük yer tutan kıssalarının iki
önemli amacı vardı;
1- Geçmişten taşınan tarihi olayların yalan ve
yanlışlarını düzeltip, doğrulamak.
2- İnsanlığı yeni baştan inşa edecek olan; sosyal,
ekonomik ve kültürel yapıyı biçimlendirecek siyaset felsefesinin temellerini
oluşturmaktı.
Bunları sağlayacak kıssalardan biri de Hz. Davud’un
hayatını konu edinen dosdoğru bilgilerdir. Kur’an’da Hz Davud ve dönemiyle
ilgili önemli bilgiler içeren kesitler vardır. Bu kesitlerden birisi de “99
dişi koyun” olayıdır. Bu olayın anlatılmasıyla Kur’an; hem
Peygamberimize adil bir iktisadi (ticari) piyasa yapılandırmasını hem de
Mekke’deki tefeci-bezirganların kurdukları sömürü düzeninin anlaşılmasını
sağlamaktaydı. Bütün bunlarla birlikte Yüce Kitabımız, bugün dahi İsrailiyat
kaynaklarından İslam’ın Kur’an dışı (tefsir, siyer ve fıkıh) dini eserlerine;
menkıbeler ve uydurma hadis yoluyla devşirilen çirkin iftiralarla dolu rivayetleri
kesin bir dille reddetmişti...
Hz. Davud (as) ve döneminin anlaşılması için şu ön
bilgiler vazgeçilmez bir zorunluluktur. İnsanlığın en eski Ön Asya
uygarlıklarından olan; Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Anadolu’da yaşayan
toplulukları ve kurdukları krallıkları inceleyen İlkçağ tarihinin (MÖ. 11. ve
9. yy. arasının) iyi bilinmesiyle birlikte, o dönemin siyasi ve ekonomik
yapısının da analizi gerekmektedir. Bu konu ileride, “Hz. Davud, Dağlar
ve Kuşlar” başlığı altında ayrı olarak incelenecektir…
İlkçağ ve Ekonomisi
Neolitik/sosyo-ekonomik devrimle birlikte Mezopotamya topraklarının sulanabilir nehir vadilerinde ilk şehir devletleri kurulmaya başlamıştı. Tarım
için açılan su kanalları ve düzenekleri sayesinde bu bereketli topraklardan kat
kat ürün alınıyordu. Bu tarımsal üretime bağlı olarak nüfusta da hızlı bir
artış olmuştu. Göçebe ve düzensiz toplulukların şehirlere yaptıkları yağmacı
saldırıları hep sürse de geçen binlerce yılda ilkçağ uygarlıklarından Sümer,
Akad, Babil ve Asur devletleri bölgede birer birer tarih sahnesinde yerlerini
aldılar (MÖ. 4000-1000). Yine antik çağda, insanlık için çok önemli olan
(yazının bulunması, takvim, bakırın eritilmesi, tekerleğin atlı arabada
kullanımı, yelkenli gemi, çömlekçi
çarkı, saban vb.) icatlar sayesinde şehirler hızla gelişti. Bu gelişmelere
bağlı olarak sosyal sınıflar, yönetim yasaları ve özel mülkiyet konuları da gün
yüzüne çıktı. Şehirler bölgesel
devletlere dönüşüp, aralarında egemenlik savaşları başladı. Bunun yanı sıra
bölgeler arası ticaret de hız kazandı. Uzak bölgelerle yapılan ticareti
düzenleyen hukuk kuralları, ticari yollarının korunması, borç-alacak
ilişkilerini düzenleyen anlaşmalar daha ilkçağda insanlığın başlıca işleri
arasına girmişti. Mezopotamya’nın Anadolu, Kıbrıs, Suriye gibi bölgelerle
yaptığı bu ticari faaliyetlerde bakır, gümüş, altın ve demir madeni uzun yıllar
boyunca ticari malların değişim aracı olarak kullanıldı.
Mısır ise antik çağda deniz ve çöllerle çevrili, aşılması güç bir
coğrafya da yer aldığından uzun süre dış istila ve ticari ilişkilere kapalı
kaldı. Mülkiyetin yalnızca firavunlarda olduğu bu ülkede, köle haline
getirilmiş halkın; toprak mülkiyeti olmadığı gibi ticaret yapması da
yasaklanmıştı. Yaşamları, firavun ve valilerine ait olan tarım -inşaat
işlerindeki çalışmalarına bağlıydı.
Orta Anadolu’da MÖ. 1700’lerden itibaren görülmeye başlanan Hattiler
(Hititler); MÖ. 1300’lere geldiklerinde Ön Asya’yı siyasi ve ticari olarak
biçimlendiren büyük bir devlet haline gelmişti. Hititler; Suriye, Filistin ve
Mısır’a kadar olan bölgedeki küçük krallıkları kendilerine vassal (bağımlı)
yapmışlardı. Özellikle IV. Tudhaliya’nın krallığı (MÖ. 1260-1220) döneminde;
Filistin bölgesindeki Ammurilere üstün olacak şekilde/tek taraflı anlaşmalar
yapılmış, Asurluların Akdeniz ticareti bloke edilmişti. Bölgedeki Hitit
politikası; ticari, siyasi ve askeri etkisi MÖ. 9. yüz yıla (Hz. Süleyman
dönemine) kadar sürmüştü…
Yunan yarımadasında yeterli ve ekilebilir toprakların olmaması,
ekonomiyi elinde tutan Atina’yı zeytin ve şaraplık üzüm üretimine
yönlendirmişti. Ayrıca deniz ürünleri ve bu yolla da Akdeniz adalarındaki
ticari dolanıma dahil olmuşlardı. İlkçağ Yunan toplulukları için gerekli olan
tahıl ise Anadolu’dan şarap, zeytin ve yağının takası yoluyla temin ediliyordu.
Atina’daki ticarette ise değişim aracı olarak daha çok demir parçası ve çivi
kullanıyordu. Bu durum, Batı Anadolu’da Lidyalıların MÖ. 500’lerde altın ve
gümüş karışımı ilk parayı darp edinceye kadar sürdü. Ön Asya uygarlıkları
binlerce yıl boyunca, ticarette para yerine; kereste, hayvan ürünleri, tahıl ve
madenleri değişim aracı olarak kullandılar…
MÖ. 1020’li yıllarda Filistin topraklarında kurulan İsrail ve Yehuda
Krallıklarında yaşayan (İsrailoğulları) halkının çoğunun tarım ve hayvancılıkla
geçindiği konusu ise tartışılmazdı. Lakin MÖ. 980’li yıllardan sonra, yani Hz.
Süleyman (as) döneminde gemi yapımında (ve denizcilikte ileri düzeyde olan)
Fenikelilerin Hz. Süleyman’la yaptığı anlaşması sonucunda; Akdeniz kıyıları ve
havzasında gerçekleşen deniz yolu ticaretindeki yoğunluk; Fenikelilerin
öncülüğü ve kraliyetin denetiminde düzene konulmuş bir görünüm kazanacaktı.
Hatta bu dönemde bugünkü Tunus sahillerinde kurulup gelişmeye başlayan ve
ticari bir liman şehri olan Kartaca'yı sonraki dönemlerinde Akdeniz’i; Sicilya ve
İspanya sahil kentlerini askeri ve ticari olarak denetimi altında tutan Semitik
bir üsse dönüştürecekti…
Dişi Koyun:
İlkçağ ekonomisinin neredeyse tamamının tarım ve hayvancılığa bağlı
olduğunu belirtmiştik. Bu faaliyetlerden elde edilen ürünlerin takası/el ve yer
değiştirmesi olan ticari hayat ise o dönemin şehir ekonomilerinde çok önemli
bir yer tutmaktaydı…
İlkçağda ticaret; kraliyet askerlerinin savunduğu, nüfusun zengin ve
seçkin çoğunluğunu barındıran antik şehirlerin başlıca ekonomik faaliyetiydi.
Tarım ve hayvancılık ise bu ticari hayatı besleyen ürünlerin önemli bir
bölümünü sağlıyordu. İsrail ülkesinde tarım ve hayvancılık/çobanlık ise güvenli
şehirler civarında yerleşmiş halkın çoğunun önemli bir uğraşısı ve geçimlik
alanı olmuştu (Bkz. Enbiya S. 78). Halk arasında
yapılan alışverişlerin ana mübadele/takas aracı, büyük olasılıkla koyun
(küçükbaş hayvan) ve mamulleri olmalıydı. Bu da halk içinde zenginliğin değer
ölçüsünü, yani servet/varsıllık gücünü belirlemekteydi.
Koyun, bir taraftan besin ve giyim mamulleri kaynağı olurken diğer
taraftan da ticari bir değişim aracı (takasta değer ölçüsü) olmuş olmalıydı.
Hayvancılıkla uğraşan toplumlar; başka bölgelerden getirilen diğer ihtiyaç
maddelerinin (zirai, madeni, küçük sanayi, baharat vs. ürünlerin) karşılığı
olarak “koyun veya mamullerini” bu ticari eylem mübadelesinde temel ölçü ve araç
haline getirmişlerdi.
Yine hayvancılık yapan toplumlarda dişi hayvanın önemi büyüktü.
Üretmenin, geçimliğin ve malı çoğaltmanın (ticari sermayenin) bir gerekliliğiydi.
Zorunlu değilse kesimlik/kurbanlık da yapılmazdı. Bu sebeple “dişi
hayvan”
hayvancılıkla uğraşan her toplumda bir “sermaye artışı ve ürün döngüsü” (besin ve
hayvansal mamuller kaynağı) olarak korunmaktaydı.
Bu kıssada söz konusu “koyun” benzetmesi hem gerçekçi hem de simgesel
anlamda; “ticari varlık ve değer ölçüsü” yani aracı/para durumundadır. “Dişi” sıfatı ise
sermayeyi ve bu sermayenin ticari dolaşım içindeki artma gücünü simgeler. Yine
buradaki dişilik, yani doğurganlık/anaç özelliği de ticari bir işlevselliğe
dönük olarak “kazanç/kâr” anlamını da çağrıştırır.
Kısaca, “dişi koyun” o günkü İsrailoğulları ülkesinin ticari alandaki
varlığının değer ölçüsü ve takasta geçerli olan değişim aracı, yani bugünkü “sermaye
ve piyasa” hükmündedir.
Konunun her yönüyle anlaşılması için, ilgili kavramların ekonomi
literatüründeki anlamlarına da kısaca göz atmak faydalı olacaktır.
Para, Sermaye, Piyasa ve Ticari Rekabet
Para; basit tanımıyla bir toplumun kendi arasında
yaptığı alışverişte mal veya hizmetlerin karşılığı için kullanmayı kabul ettiği
değişim aracı ve birikimlerin kıymet/değer ölçüsüdür. Paranın işlevleri; a-
Değişim aracı, b- Kıymet ölçüsü, c- Kıymet biriktirme (servet) aracı olarak üç
ana başlıkta toplanabilir.
İlkel toplumlarda kullanılan paranın niteliği, modern toplumlara
gelinceye kadar epey değişmiştir. Bu süreç sıralanırsa bir değişim ölçüsü
olarak para çeşitleri şöyledir:
- Mal para; maden,
kereste, tahıl, tuz, tütün, deri, hayvan, hayvansal ürün vs.
- Madeni para;
bakır, altın, gümüş, bronz çubuklar veya külçesi vb.
- Sertifikalı
kâğıt para; altın ve gümüşün tam karşılığı olarak banka sertifikasıyla
taşınan değerli kâğıt.
- Banknot;
altın veya gümüş olarak karşılığı tam olmasa da dar kapsamlı kullanılan resmi
ve özel kuruluşların piyasaya sürdüğü banka teminatlı senet benzeri kağıttır.
- Kâğıt para; Modern ekonomilerde, günlük kullandığımız
paralardır.
- Bozuk para;
bozukluk veya ufaklık para da yine günlük kullanılan madeni paralardır.
- Banka parası;
kaydi paradır. Bankalarda mevduat hesaplarında görünen değerlerdir. Hemen nakde
dönüşen/likidite paradır, hesaptan hesaba da dolaşabilir.
Sermaye; kazanç/kar, gelir elde etmek amacıyla
işletilebilecek her türlü mal ve paradır. Başka deyişle üretimde kullanılan her
türlü araç ve gereçlerin tamamıdır.
Piyasa; mal veya hizmetlerin (ihtiyaçların) satıcılarının
arzı ile bunları satın alma ihtiyacı içinde olanların
isteklerinin karşılanması ve fiyatların oluşumudur. İktisatçılardan bazıları
piyasayı da “doğal kaynaklardan” saymışlardır.
Serbest piyasa; alışverişin tam rekabet şartları içinde
serbestçe yapıldığı ticari ortamdır. Marksist ideolojiye göre piyasa, evrimsel
olarak feodaliteden kapitalizme geçiş sürecinde ortaya çıkmışken; bir kısım ekonomistler
piyasanın spontane oluştuğunu ve serbest piyasa unsurlarına bazı antik toplumlarda
da rastlanabildiğini ileri sürmüşlerdir.
Serbest ticaret; devletin
müdahalesi olmaksızın yapılan ticarettir…
Sad
suresinde tüccarlar arsında geçen tartışmanın içeriği; büyük olasılıkla antik
çağda ortaya çıkan ve Marks’ın “tefeci-bezirgan sermaye” adıyla
tanımladığı, bugünkü tekelci sermaye (finans kapitalin) benzerinin varlığı söz
konusudur. Bu büyük tüccarların amacı; küçük çiftçi ve çobanların az
sermayesini kendi büyük sermayesine katarak ticari piyasada tekel (monopol)
oluşturup, arz-talep ve fiyat faktörünü kontrolleri altına almaktır.
Tekelci/monopolcü rekabet piyasasının günümüzdeki görünümü; fiyatları
tek başına etkileyemeyecek kadar çok sayıda alıcı, bunların karşısında da tek
bir satıcının olmasıdır. Böylece ortaya çıkacak olan monopolcü rekabet, tam
rekabet koşullarının olmadığı bir durumu doğurur ve piyasadaki fiyat-talep
dengesini yine tekelci sermaye/satıcının kendisi belirler…
Ticarette Yüzde Hesabı (%) ve 99 Sayısı
Matematikte çokça kullanılan hesaplardan biri de yüzde ve binde
hesaplarıdır.
Yüzde
ve binde kavramları, iş ve ticaret hayatında bazı sayısal değerlerin
karşılaştırılmasında kullanılır. Bu değerler karşılaştırılırken yüz sayısı ya
da bin sayısı temel olarak alınır ve gerekli işlemler yapılır. Yüzde “ % ” şeklinde,
binde ise “ %o ” şeklinde gösterilir.
Eğer 100 sayısı bir bütünün tamamı olarak ele alınırsa; o bütün için “yüzde
yüz” (% 100) ifadesi geçerli olur. Ya da bir bütün, yüz eşit parçaya
ayrılır; içinden yalnızca bir parçası ele alınırsa bu parça için “yüzde
bir” (% 1) ifadesi geçerlidir.
Ticari hayatta bazı sayısal değerlerde çoğunlukla bütün için 100 sayısı
esas alınarak karşılaştırma yapılır. Örneğin; % 50 kâr, % 25 indirim gibi. Bu
karşılaştırma sonucunda istenen değerler hesaplanır.
İncelediğimiz ayette geçen “dişi koyun” kavramıyla kastedilen;
bütün ülkenin ticari piyasasında işlem gören ticari sermayenin tamamı; % 100
oranı/rakamıyla ifade edilir. “Dişi koyundaki” 99 sayısı
ise “sermaye ve ticari piyasanın” (yüz de doksan dokuzu) % 99’u
anlamına gelir. Geride kalan sermaye ve ticari piyasa hacmi ise (yüzde bir) %
1 oranda kalır.
Ayette geçen bu yüzdelik oranlamadan şu sonuca varılmalıdır: İsrail
ülkesinin bazı tüccarları piyasadaki ticaret hacminin ve sermayenin % 99’una
sahiptirler. Geride kalan %1’lik dilimi de kendi sermaye ve piyasalarına içine
kattıklarında; bugün “tekelci sermaye/finans kapital” dediğimiz
ve o günkü (monopolcü) haksız rekabeti üreten “tefeci-bezirgânlar”
ortaya çıkmış olur...
Antik Çağın
Yahudi Kapitalizmi
Kur’an’da Hz. Davud’un krallığı ve dişi koyunlarla
ilgili konu; Sad suresinin 17. ayetinde başlar. 19. ayete kadar Hz. Davud
(as)’a bağlı olan/itaatkar; siyasi birlik ve anlaşma içinde olduğu
topluluklardan ve onun takvasından söz edilir. 20. ayette ise Hz Davud’un
iktidar gücü, doğruluğu ve adaletli kişiliği betimlenir. Kendisine yetkin bir
siyasi bilgelik ve halk arasında yaşanan sorunları, iyice dinleyip hakkıyla
çözüme kavuşturan (fasle el hıtâbi/faslı hitap) bir erdemlilik verildiği bilgisi de yine bu
ayette tekrarlanır. Ancak bu 20. ayette, onun krallığının durumu hakkında
önümüze iki ihtimal çıkmaktadır.
Birincisi, (İsrail Krallığının) Kral Talut’un sayıca
kalabalık ve güçlü olan Dağlılarla (Filistinlilerle) yaptığı savaşta;
(muhtemel) Filistin Kralı olan Calut’un (Bakara S. 251) ölümünde ve
savaşın kazanılmasında büyük pay sahibi Hz. Davud’tur. Bu durum ve kendisinde
bulunan diğer özelliklerden dolayı en uygun kişi olarak krallığa getirilmiş
olmasıdır. Yani bu ayet, Hz. Davud’un kral olduğu sıradaki durumunu anlatır.
İkinci ihtimal ise Hz. Davud, krallığa uygun en iyi
aday olduğu halde henüz kral değildir. Devam eden ayetlerde anlatılan “dişi
koyun davasından” sonra kral olmuş/yapılmıştır. Nitekim yine Sad suresi
25 ve 26. ayetler bu duruma güçlü anlamsal destek vermektedir.
Bu ihtimallerin iyi anlaşılması için; konuyu biraz
daha açmak, dönemin siyasi ve ekonomik yapısına kısaca bir göz atmak gerekir.
Güçlü bir kral olan Talut’un ölümünden sonra yerine
geçen oğlunun yönetsel becerisi yetersizdir. Bu kralın siyasi birlik
sağlayamadığı ve iktisadi düzeni de ihmal ettiği durumu, 21 ve 22 ayetlerden de
açıkça anlaşılmaktadır. Büyük sermaye gücünü elinde tutan dönemin (Yahudi)
tüccarları; küçük sermayeyi (küçük girişimci ve esnafı) yok etmeye başlamıştır.
Dönemin kapitalist serbestliği içindeki piyasa; ezilen toplumu, derin bir
sosyo-ekonomik adaletsizliğe götürmektedir. Krallığın Talut döneminde başlayan
siyasi ve ekonomik yükselişi, bu beceriksiz kral yüzünden çökmeye başlamıştır.
Ticari hayata; zamanında ve dönemine uygun olan adil yasalar, müdahaleler yapılmamıştır.
Bu ortamda gelişen tekelci serbest piyasa tüccarları/tefeci-bezirgân sermayesi
daha da azmanlaşıp, küçük çiftçi ve çobanları yutmaya başlamıştır...
Bu koşullarda, yoksul yığınların sözcüsü durumuna
düşen küçük tüccarlar/çobanlar; İsrailoğullarının bu beceriksiz kralına isyan
etmiş ve ona destek veren “pre-kapitalist Yahudilerle” de hak ve
adalet adına büyük bir çatışma içine girmiştir. Devrik kralın yerine
düşünülen kişi ise krallığa daha yetkin/uygun görülen Hz. Davud’dur. Bu tespit
ve kanaat halk tarafından çok önceden kararlaştırılmış olmalıdır. Buna bağlı
olarak, ona krallık teklifinde bulunmak isteyen halk (yoksul olan ve ezilen her
kesimden insanlar) bir ihtilal/isyan sonunda,
kitlesel bir eylemle Hz. Davud’a koşmalarının sahnesi Kur’an’da Sad
suresi 21. ayete konu edilmiştir.
İsrail Krallığının başkentinde ticari piyasayı ele
geçirmiş olan büyük sürü/sermaye sahiplerinin hasımları; muhtemelen, hayvan
üreticisi halk ve onların şehirdeki zayıf uzantıları olan çok sayıdaki küçük
satıcı çobanlardı. Bu halk, ülkenin tamamında yaşanan diğer siyasi kargaşaların
da getirdiği bir isyan dalgası/devrim rüzgarıyla tahttaki sermaye işbirlikçisi
kralı cesur bir hamleyle devirmiş olmalılar…
Beceriksiz kralı tahttan indiren ve yağmacı “Yahudi pre-kapitalistlerin” tekelci
sermaye oluşumlarına son vermek isteyen halkın; bu ihtilalin son aşaması olarak
Hz. Davud’un yanına gelmeleridir. İhtilalin ruhu, ayette “duvardan atlama
veya tırmanma” olarak betimlenir. Buradan, sonraki yaşanan diyalogların
sahnelendiği ayetlerin çevirisine geçelim:
Ayet
mealleri
Sad Suresi,
kontekst/bağlam ilişkili Türkçe çevirisi;
21: Birbirine karşıt iki
grubun; isyancı bir kargaşayla, onun özel makamına (mihrabına duvardan atlayıp)
girenlerin haberinin önemini bilir misin?
22: (Onların bu izinsiz ve
beklenmedik baskınıyla) Davud hayli irkildi. Korkma! Biz; birbirine karşıt,
(birbiriyle rekabet eden) iki ayrı grubuz. Bazılarımız (güçlü olanlarımız),
içimizden bazılarının (zayıf olanların ticari) haklarına tecavüz edip (ezip-sömürüp)
dururken; sizden, aramızda kabul edilebilir, (zulüm ve haksızlığı giderecek)
bizi kurtarıcı adil hükümler (verecek krallık müdahalesini) istemeye geldik
dediler.
23: Gerçek şu ki bizler
kardeşiz (aynı milletin ve aynı ülkenin tüccarlarıyız). Onun doksan dokuz dişi
koyunu (onlar, büyük sermayeleriyle ticari piyasanın %99’unu elinde tutuyor)
var. Benim ise sadece bir dişi koyunum var (ticari piyasam; sermaye gücüm,
onunkinin % 1’i kadar). Böyleyken onu da (yüzde biri de kendi sermayesine)
koyunlarına katmamı (ticaretten çekilmemi isteyip); sermayene kefilim (onu
koruyacağım) bana bırak diyor. (Bu tekelci ve başıboş ticari piyasada) onun
sözü güçlü (geçerli) olduğundan (yaptığı haksız rekabetle ticari hayatımızı yok
etmeyi, sermayemizi kendi sermayeleri içinde eritmeyi amaçladı ve) beni
sindirmeyi başardı.
Bu çevirilerden şu anlaşılmaktadır; ihtilal (devrim)
yapan halk, Hz. Davud’u kral yapmak istemiş ve ülkeyi adaletle yönetmeye
çağırmıştır…
Yazının ikinci bölümünde; aşağıda
verilen başlıklar altında diğer ayetlerin çevirisi yapılacaktır.
Hz. Davud ve Koyun Devrimi
Bir Peygamberin Antik-kapitalizme
Müdahalesi…
Kazım
Bayar/30.08.2012
Kaynakça:
1-
Kur’an’ı Kerim
2-
İktisat Tarihi (Prof. Dr. Tevfik GÜRAN, İstanbul; 1999)
3-
Siyasal Düşünceler Tarihi (Alâeddin ŞENEL, Bilim ve Sanat Yay. Ankara; 2008)
4-
Ekonomi Sözlüğü (Erhan ARDA, Alfa Bas. Yay. İstanbul; 2002)
5-
Hitit Kralı IV. TUDHALİYA (İlknur TAŞ, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul; 2008)
6-
http://tr.wikipedia.org
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)